“Güneşli Pazartesiler” filminin bir sahnesinde Sergey’in anlattığı fıkra şöyle bir şeydir: Sovyet sonrası Rusya’sında iki işçi sohbet ediyorlarmış. Biri demiş ki: “Gördün mü, bize komünizm hakkında söylenen her şey nasıl da yalan çıktı.” Diğeri cevap vermiş: “Evet evet… Ama işin kötüsü, kapitalizm hakkında söylenen her şey doğru çıktı.”

Yuri Gagarin’in uzaya çıkışının altmış birinci yıl dönümünde, Adanalı kebapçı Yaşar Aydın kendi icadı olan boru kebabını helyum balonuna bağlayarak uzaya gönderdi. Talihsiz kebap, kendisini taşıyan balonun atmosferin üst katmanlarında patlaması sonucu Hatay açıklarında denize çakıldı.

Yakın tarihinde çok sıcak diye güneşe ateş etme vakası da bulunan Adana’nın neden kâinata dev bir İbrahim Tatlıses muamelesinde bulunduğunu araştırmayı antropologlara bırakmak en doğrusu. Öte yandan kebap vakası hakkındaki nihai açıklamaya ekonomik altyapının kültürel üstyapı üzerindeki belirleyiciliğine dayanarak çok basit bir biçimde erişebiliyoruz aslında: Adanalı kebapçı nihayetinde bir girişimciydi ve parasıyla asla yapamayacağı büyüklükte bir reklamı bu “çılgın” girişim sayesinde yapabiliyordu.

Yine de yorumun sonsuz imkânı burada da kendisine açık bir kapı bulabiliyor. Zira kebapçımız üç gün daha bekleyip 15 Nisan Dünya Sanat Günü kapsamında Da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” sofrasını boru kebabıyla da donatabilirdi. Ya da altı gün önce davranıp modern olimpiyatların yıldönümü olan 6 Nisan Dünya Spor Günü’nde “Bu kebap için maraton koşulur” diyerek kırk kilometrelik parkur sonucunda iki porsiyon boru kebabını mideye indirebilirdi. Reklam için bu ve daha binlerce alternatifin değil de uzay yolculuğu temasının seçilmiş olmasının arkasında özgün bir bilişsel itki yatıyor olsa gerek, değil mi?

İnsanın gökyüzünü binyıllar boyunca tanrıyla ilişkilendirmesinin temel sebebi göklerin ulaşılmaz görünmesiydi kuşkusuz. Gökyüzü ve insan arasında tek taraflı bir ilişki vardı: Zeus’u kızdırdığınızda yıldırım düşüyor, Allah kızdığında taş yağdırıyordu, insan tanrıya kızdığındaysa eli kolu bağlıydı ve tek yollayabildiği şey Sabahattin Ali’nin şiirindeki gibi bir “küfür” olabiliyordu ancak.

Malum, küfür dilimizde çift anlamlı: Bir karşılığı “ağza alınmayacak kötü söz” olmakla beraber, ötekisi Allah’ın varlığını inkâr etmeye tekabül ediyor. Sabahattin Ali’nin söz konusu şiirde birinci mi yoksa ikinci anlamı mı kast ettiğinin bir önemi yok, zira kullanıldığı bağlamda ilki ikinciyi de beraberinde getiriyor. Böyle bakıldığında gökyüzüyle arasındaki eşitsiz ilişkide insanın verebileceği yegâne karşılığın göklerin kadir-i mutlaklığını reddetmek olduğu görülüyor.

Dolayısıyla insanın “gökyüzünü fethetme” arzusunun temelinde bu ateistik hıncın yattığı söylenebilir. Dönemin küresel politik konjonktürü bir tarafa bırakıldığında, uzaya çıkan ilk insanın “resmen materyalist” bir devletin, Sovyetler Birliği’nin vatandaşı Gagarin olması da bu anlamda önem arz ediyor. Yuri Gagarin’in şahsında insanın göklere karşı zaferini betimleyen meşhur Sovyet posterine muhakkak daha önce denk gelmişsinizdir, ancak belki posterdeki ironi dikkatlerinizden kaçmış olabilir. Uzayda etrafına bakınan ve “Tanrı yok!” diyen bir kozmonot görürüz posterde. Ne var ki buradaki zafer ilanı sadece tanrıya karşı değildir. Göklerin insanlık üzerinde mutlak tahakkümü olduğu anlatısına yaslanarak aslında binlerce yıldır kendi otoritelerini pekiştiren Katolik, Ortodoks ve İslami inanç kurumlarının “Yukarıyla irtibat yalnızca bizim vasıtamızla kurulabilir” dercesine göklere uzanan kuleleri de “ucundan azıcık” çerçevenin içindedir. Gelgelelim onların da üzerine çıkmış, esasen onları ezip geçmiştir Gagarin. Onun sözü, “yukarıya dair” diğer bütün köhne sözlerin üzerine çıkmıştır.

“Göklerin fethi” hangi ideolojik zeminde gerçekleşirse gerçekleşsin nihayetinde fetihtir. Keşfedilmemiş, vahşi, dişil bir alanın zapturapt altına alınmasında, babası Kronos’u öldürüp tahtına oturan Zeus gibi insanın da tanrıyı öldürüp kendi “krallığını” ilan edişinde gizli bir cinsiyet beyanı vardır. Bunun en sarih temsiline Jules Verne’in “Ay’a Yolculuk”unda rastlarız. Kitapta Ay’a yolculuk fikrini ortaya atan ve nihayet gerçekleştiren yapı Baltimore Silah Kulübü’dür. Kulüp üyeleri akıllarına koydukları işi yapabilmek için görülmedik büyüklükte bir top tasarlarlar – devasa bir “columbiad” topu. Bu topların ilkin Columbia eyaletinde üretildiği ve ismini de oradan aldığı gibi yaygın tevatür haricinde, “columbiad” teriminin etimolojik kökenine dair net bir bilgi –en azından benim elimde– yok. Fakat tesadüf dahi olsa ismin Kolomb’la olan ilişkisi, Jules Verne’in bu seçimi bilinçli yaptığını düşünmek için yeterli sebep oluşturuyor. Ay da bu erkekler kulübü için tıpkı Amerika gibi fethedilecek, kolonileştirilecek bir “bakir” topraktır zira. Kitapta fırlatma anı geldiğindeki Ay tasviri bu açıdan muazzamdır:

Ay ufukta yükseldi. Bu hanımefendinin sahneye çıkışı milyonlarca tezahüratla karşılandı. Randevusuna geç kalmamıştı işte, ve soluk ışıltısı duru gökyüzünde zarafetle parıldarken dört bir yanı “hoş geldin” nidalarıyla sarılmıştı.

Kontrast çok açıktır: Orada fethedilmeyi bekleyen bir dişi ve burada içindeki insan tohumuyla onu döllemek üzere havaya dikilmiş bir top, devasa bir fallik nesne.

Sovyetleri dağılmaya götüren başlıca dinamiklerden birinin de kapitalist bloğa karşı giriştiği silahlanma yarışı olması bu açıdan manidar. Sembolik doğası gereği sömürgecilik ve erillikle paralel seyreden bir faaliyet alanında başka hiçbir gücün uluslararası kapitalizm kadar başarılı olması düşünülemezdi zira. Mars yörüngesine spor araba fırlatmak gibi bir saçmalığa kalkışılacaksa bu Elon Musk’ın işiydi. Kebap yollanacaksa, Adanalı bir başka girişimcinin.

Güneşe doğrultulan silah, reklam için yollanan kebap… Belki de insan ve uzay arasındaki ilişkinin bu eril, kapitalist, “İbrahim Tatlısesque” yönünü bütün çıplaklığıyla Adana sosyolojisi keşfetmişti. Yaşar Kemal’in değil, Sabancıların Adana’sı.

İşsiz kalan bir grup tersane işçisini konu alan, 2002 yapımı İspanyol filmi Güneşli Pazartesiler’in (Los lunes al sol) bir de Rus karakteri vardır: Sergey. Ülkesinde uzay eğitimi alan Sergey’in astronot olma hayalleri Sovyetler Birliği’nin yıkılması nedeniyle ne yazık ki suya düşmüştür. Hayat onu uzaya değil, Batı’ya doğru bir yolculuğa çıkarmıştır: Artık o bir göçmen ve işsizdir. Filmin bir sahnesinde Sergey’in anlattığı fıkra şöyle bir şeydir: Sovyet sonrası Rusya’sında iki işçi sohbet ediyorlarmış. Biri demiş ki: “Gördün mü, bize komünizm hakkında söylenen her şey nasıl da yalan çıktı.” Diğeri cevap vermiş: “Evet evet… Ama işin kötüsü, kapitalizm hakkında söylenen her şey doğru çıktı.”

Hakan Sipahioğlu