Beyza Ertem

İzmir depreminden sağ çıkamayanların anısı yaşasın,
En uzun geceleri unutulmasın diye.

I

Baş aşağısın. Ana rahminde. Suyun içinde. Umutlu.

Bir çekirdek aile düşlüyorsun, zihninde bir fotoğraf. Çocuk sensin. Annen ve baban âşık, mutlu. “Sevgi dolu ailelerde büyüyen çocuklar da sevgi dolu olur.” Sen de sevgi dolu olacaksın. Çok bir şey istemediğini biliyorsun çünkü. “E, bu kadarı da olur herhalde,” diyorsun, “dünyada bu kadarı nedir ki?”

Zamanı geldiğinde dünyaya düşüşün de baş aşağı olacak. Ve sonra her şey, her şey baş aşağı gitmeye başlayacak. Büyük, ışıklı caddeler. Evler, arabalar, yollar. Yer ve gök. İnsanlar. Annen ve baban. En çok onlar. Göreceksin ki senin dünyan baş aşağı dünya. Yoksa dünya baş aşağı değil. Umutluluğun burada başlayıp burada bitiyor anlayacağın: Ana rahminde. Suyun içinde.

II

Onu ilk gördüğümde kaldırımda oturuyordu; sıska bacaklarının üzerinde bir Atatürk kafası, sımsıkı sarılmış, kendi kafası görünmüyor. Yalnız, rüzgârın havalandırdığı saçlarını görebiliyordum. Ayaklarında yeni olduğu besbelli ayakkabılar; sırtında daha evvel nerede gördüğümü hatırlamadığım ama yakın bir zamanda bir yerde mutlaka denk geldiğim bir beyaz mont, belki ünlü bir markanın çiçeği burnunda reklam ürünü; ona çok büyük gelmiş. Parmaklarında beyaz lekeler vardı, tam arkasında yedi katlı bir enkaz.

Beş gündür, yani depremin ikinci gününden beri, arama kurtarma çalışmalarında görevliydim; ya da gönüllü demeliyim, kadrolu değildim çünkü. Altı ay önce, yeni bir uğraş aramamın sonucunda başladığım eğitimimi henüz tamamlamamıştım. Güce dayalı bir işte kullanılmaya hazır olmadığım anlaşılınca, beni battaniye, atkı, yiyecek gibi belli başlı ihtiyaçların dağıtım işinden sorumlu bir ekibin başına geçirdiler. İki gün boyunca Bayraklı’nın mahallelerini dolaşıp ihtiyaç sahiplerini belirledik. Sonra, deyim yerindeyse, “önümüze gelene” dağıttık elimizdekileri. İnsan böyle zamanlarda kimsenin gözlerine öyle dimdik bakamıyor. Vaziyet böyleyken, kim gerçekten düşkün kim düpedüz fırsatçı, anlayamıyor. Büyük felaketler, aynı anda birkaç sınava birden sokuyor insanlığımızı. Bırakın düşkünlüğü, evinde onca muhtacı doyuracak erzak olduğunu bildiğim apartman görevlimizi pet şişe su kuyruğunda gördüğüm an, bende ne inanç kaldı ne kopmayan bir tanecik tel.

Bildirilmiş dört büyük enkazdan biri kendi sokağımdaydı ama beni komşu mahallede görevlendirdiler. Zannederim bu bir prosedür; görevliler psikolojik olarak ne kadar az tesir altında kalırsa o kadar iyi. Bu da, bir görevli kendisi için en az uyarıcının olduğu bölgeye gitmeli, demek. Gerçi ben hiç de “uyarıcısız” bir bölgeye gitmiş sayılmazdım ama yine de prosedür böyle olmasaydı, Atatürk kafasına sımsıkı sarılmış o elleri göremeyecek, belki de hâlinden hiçbir zaman haberdar olmayacaktım. Neden sonra, bana nereden tanıdık geldiğini hatırlayamadığım sırtındaki montu nereden aldığını da öğrenemeyecektim.

O, kaldırımda oturduğu sırada, az ilerisindeki bankta oturanların arasında, onun da duyacağı şekilde, şu konuşma geçiyordu:

“Bu çocuğa üzüldüğüm kadar kimseye üzülmedim, vallahi bak. Tövbe yarabbim, sen günah yazma, şu durumda edilecek laf değil a, biliyorum. Biliyorum da n’aparsın öyle ama. Dedesi sahip çıktı bebekti daha, kazadan sonra işte… Anlatmıştım evvelden, şimdi boş lafa gerek yok. Kimsesi kalmadı garibin görüyor musun, ne talihsiz çocukmuş; ne adaletsiz dünya.”

“Kim kimlermiş evde?”

“Faik Abi, Peyker Abla, bir de onların kızı Birsen. Teyzesi yani.”

“Sabır… sabır. Allah verir sabrını.”

“Allah üç alır, üç verir.”

Duyuyor muydu bunları?

Allah üç verecek mi bilmiyorum ama üç aldığı aşikârdı. Daha önce de iki almıştı, iki vermemişti sonra. “Gariban”, “yavrucak”, “garibim”, “ah yavrum” nidaları arasında öylece oturuyordu kaldırımda. Atatürk kafası o kadar ağırlaşmış, elleri Ekim sonu serinliğine rağmen öyle terlemişti ki, artık şu nida sahiplerinden birinin, yanına gidip de bir ihtiyacı var mı diye sorma vakti gelmiş geçiyordu. Konuşan konuşanaydı ama bir tanesinin aklına gelmiyordu iki adım atmak. Meraklarına yenilip, ihtiyacı mihtiyacı zaten bırakıp, “Yahu şu durumda, koskoca Atatürk kafasının bu çocuğun kucağında işi ne?” diye bile sormamışlardı. Sorsalardı da laf olacaktı ya işte, neyse. Konuşulanları duyuyor olma ihtimaliyse, zaten gündemde değildi. Felaket zamanlarında girilen sınavlardan biri de bu: çeneyi tutabilme sınavı.

Oysa ben orada, her şeyin farkındaydım. Bu absürt manzaraya bakar bakmaz, Atatürk kafası sayesinde anlamıştım onun kim olduğunu.

III

İnsan doğduğu mahalleye öylece dönemiyor. Son attığı adımın üzerine yeni bir adım atamıyor kolay kolay. Nasıl çekip gittiğin kadar başın ne kadar dik döndüğün de mühim. Ben başım yerde döndüm.

Her sokağın bir rengi, sesi, kokusu vardır. Bizim sokağın rengi: Faik Usta hakisi; sesi: makas; kokusuysa anasondu. Evime geldiğimi bu kokudan anlardım. Terzilik bir işim olmasa da bir bahane bulur girerdim Faik Usta’nın dükkânına. Bir iki gün dayanabilirdim ancak. Bavulumu boşaltırken, illaki sökülmüş bir şal, fermuarı sorunlu bir etek, düğmesi kopmuş bir gömlek bulurdum; kendi ellerimle koymamışım gibi sevinirdim. Her ne bulduysam da kaptığım gibi soluğu Usta’nın dükkânında alırdım.

Beni bu dükkâna çeken şey yalnızca kokusu muydu, emin değilim. Faik Usta’yı saatlerce seyredebilirdim. Elektrikli ocağında bir demlik çayı olurdu mutlaka, içerdik. Hiç kadeh görmedim elinde ya da dükkânda bir şişe ama kendi de tıpkı dükkânı gibi anason kokardı. Sarhoş değildi ama hep sağa sola sallanırdı. Elleri devamlı titrerdi, iş görmeyeceğinden adınız kadar emin olurdunuz bu ellerin. Ama gelgelelim, Faik Usta benim diyen terziden iyi iş yapardı. Hele bir çift güzel söz söylediniz mi… Makineye dönüşürdü o titrek eller, iki günlük işi iki saatte çıkarırdı.

Tombuldu, yaşı vardı ama öyle özenirdi ki üstüne başına, hep dinç görünürdü. Saçları mutlaka bir yana taranmış, gömleği boğazına kadar iliklenmiş, ceketi muntazam ütülenmiş olurdu. Faik Usta, ne dediğinden hep çok emindi. Ehemmiyetsiz bir meseleyi bile o anda orada bulunanlar için hayati bir önemi varmışçasına anlatırdı; herkese de arzuladığı ciddiyetle dinletirdi. En çok da kendisi dinlerdi kendini. Ne hakkında konuşuyor olursa olsun gittikçe sesi yükselir, el kol hareketleri büyür de büyür, mesele dallanır budaklanırdı. Hele siyasete vardıysa mevzu, karşısında bir insan olması bir duvar olmasıyla eşdeğer hâle gelirdi. Kavgasını bitirince, yani haklı çıktığına kani olunca, oynak bir şarkı bulur, dikiş masasıyla kapı girişindeki tezgâh arasında şakkıdı şakkıdı oynardı. Onunla sohbetin bir rutini vardı anlayacağınız.

Döneli çok olmamıştı, bir gün girdim yine dükkâna. Her zamanki selamını vermedi Faik Usta; dalgındı, tedirgin bir hâli vardı. Keder, gözle görülür biçimde oturmuştu üzerine. Sordum, anlattı. Saatime hiç bakmadım.

Kazadan bahsetti Faik Usta, kızıyla damadının vefatından. Torunundan. Toruna hanımının baktığından. Kızdan, damattan kalan eşyaları yoksullara dağıttıklarından, hatta birinin çıkıp “Bu paçavraları kim giysin?” diye arsızlık yaptığından. Memlekette yoksulun bile vicdansızının kaldığından. İyi insanlardan, iyi insanların öldüğünden, iyi insanların büyüyemediğinden. Vaatlerden, vaat edene tamah etmeyenlerden, vaat edene tamah etmeyenlerin birer birer kepenk indirdiğinden. Her çarşamba evsizlere çorba dağıtan bir gruptan; yazları mercimek, kışları soğuk yoğurt çorbası dağıttıklarından. İş olmasa bile dükkânı açtığından, evde duramadığından. Yol sormaya gelenleri müşteri zannettiğinden, artık kimselerin terziye gitmediğinden. Yeni tekstil firmalarının dandik dundik pantolonlar yaptığından. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığından. Kimilerinin tamire bıraktıkları giysileri almayı unuttuklarından. Unutulanları çorbacı gruba verdiğinden, sonra da bir gün biri gelip de unuttuğunu ister mi diye korktuğundan bahsetti.

Uzun uzun bana baktı sonra. Ne kadar zayıfladığımı fark etti, anladım. Sormak istedi ama çekindi, onu da anladım. Ölüm konuşulunca, önünü ardını dolduramıyor insan. Çıktım dükkândan. Biraz yürüdüm. Sigara içtim. Sokağın her köşesinde durarak, burada yaşamaya devam eden on sekiz seneme baktım. Faik Usta’nın bir Volvo cip yüzünden anasız babasız kalan torununu düşündüm.

Yine böyle güneşli bir gün, dükkândan çıkarken, “Senin öykünü yazacağım bir gün,” demiştim, istememişti. “Benden bir kitap kahramanı çıkmaz, kitap olacak bir hayat hikâyem yok,” deyip eklemişti: “İyi ki de yok. Trajedisi bol olması gerekirdi o zaman; oysa mutlu mesut, huzurlu bir hayatım var benim.”

Ne demek istediğini şimdi anlıyorum Faik Usta’nın. İşte, bir öyküde kahraman oldu; ama ancak trajik bir sonla birlikte.

IV

Atatürk kafasıyla bir 10 Kasım sabahı tanıştım. O sabah da sirenler başlamadan çok önce uyanmıştım. Kalktım, kahvemi demledim, derin bir sessizlik içinde beklemeye başladım. Dokuzu altı geçe vücudum çözüldükten sonra, birkaç dakika da zihnimin çözülmesi zaman aldı. Biraz kendimi oyaladım, on gibi çıktım sokağa. Terzi Faik’in önünde bir kalabalık karşıladı beni. Kalabalığı görür görmez, zihnim hiç vakit kaybetmeden felaket senaryolarını art arda dizmeye başladı. Üç adım beş adım daha derken, koşar adım girdim dükkândan içeri. Oradaydı işte. Sağdı, iyiydi, neşeliydi. Kalabalığı o toplamıştı. Beni görünce sevindi, öğleye doğru oturdukları apartmanın olduğu arka mahalleye, yedi sekiz sokak öteye yürüdük hep birlikte. Söylediği tek şey, bir sürprizi olduğuydu.

Apartmanın önüne geldiğimizde, bahçe kısmının tam ortasında üstü örtülü sürprizi gördük. Çok heyecanlıydı Faik Usta. Komşuları, esnaf arkadaşları, hanımı, hatta ben bile oradaydım. Önce bir konuşma yapacak gibi oldu ama sonra vazgeçti. Heyecanının azalmasına izin vermeden tek bir hamlede açtı örtüyü. Karşımızda iyi işlenmiş, bronzdan –herhalde bronz; bana öyle görünüyordu– bir Atatürk büstü duruyordu. Faik Usta bu büstü yaptırmak için dört ayrı ustayla görüşmüş, kendisi çizimler yapmış, merkeze büst örnekleri görmeye gitmiş, hepsini fotoğraflamış. Ben büstü yakından incelerken o, “Şu bizim ilkokuldaki yamuk burunlu büstü bile çektim vallahi,” diye şakalaşıyordu komşularıyla. Çok geçmeden sözü torununa getirdi.

“Bizim oğlan Atatürk kafası dedi bunu görünce. Büst müst diyemez tabii, ne bilsin. Çok güldük. İyice dillendi kerata. Dedim hanıma, biz de Atatürk kafası diyelim açılış yaparken. Sevgili mahalleli, size bir hediyem var: Atatürk kafası.”

Gelen geçen, merakla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Büstle fotoğraf çektirenler bile oldu. Faik Usta çok memnundu durumdan, üstelik hepimiz büstü çok beğenmiştik. Laf olsun diye değil, hakikaten iyi işlenmişti bronz, harikulade bir yüzdü. Elimden geldiğince insan gözlemlemeye çalışıyordum. Eve gidince bugünü her ânıyla yazmaktı niyetim. Özellikle Faik Usta’nın dahil olduğu sohbetleri kaçırmıyordum. Yazdıklarımı hiç kimseyle paylaşmadığım için resmi anlamda yazar sayılmasam da, yedi yaşımdan beri tek okuru olan gayriresmi bir yazardım.

Derken, üzerinde İZ LOKMA yazılı bir kamyonet ağır ağır yanımızdaki kaldırıma yanaştı. İster istemez gözlerim doğrudan Faik Usta’ya döndü. Tahmin ettiğim gibi, açılış için çağırmış. Düğünde, sünnette, bayramda, cenazede… kırkında, yılında… ikramiye çıkınca, zam alınca, doğum yapınca… iyi haberde, kötü haberde lokma dağıtmanın buraya özgü bir şey olduğunu ancak İzmir’den çıkınca anlıyorsunuz. Bu nedenle, o anda Atatürk kafasının önünde bulunan hiç kimse garipsemedi bunu. Çalışanlar kamyonetten indi, düzeneği kurdular. Önceden hazırlanmış hamur kızgın yağa kavuştu. Lokmalar şerbeti iyice çeksin diye beklerken çaylarımız geldi. Faik Usta hayırlı olsun konulu birkaç cümle etti, sonra da her 10 Kasım’da bu büstün önünde lokma dağıttıracağını, Kuran okutturacağını söyledi. Söylediğini yaptı da. Gerisi Allah’ın takdiri, Kemal Paşa’nın ruhuna fatiha.

V

Gözlerini açamıyorsun, açmaya çalıştıkça acıyor. Aralamaya bile yeltenemiyorsun. Toz mu bu, bilmiyorsun. Adının ne olduğunu sonradan öğreneceksin. Ses yok. Koku yok. Zaman yok. Mekân belirsiz. Görüntü yavaş yavaş geliyor. Tüm acına rağmen, acıya direnerek. Zorundasın çünkü.

Uyuyorsun sonra. En son yatağındaydın. Şimdi de öyle olmalısın. Rahat değilsin ama biliyorsun yatağında olduğunu. Yetiyor.

Bir ışık. Bir ışık beliriyor. Sesler duymaya başlıyorsun: “Kimse var mı? Hey! Sesimi duyan var mı? Orada mısınız?” Evet, oradasın. Duyurmalısın sesini. Bu kısmı hiç düşünmemiştin. Sesin çıkacak mı? Bağırdığını düşünüyorsun ama sesin çıkıyor mu? Bağırabiliyor musun gerçekten?

“Evet, sesinizi duyan var!”

Tamam, başarmışsın. Geldiler. Bir çift kara göz görüyorsun önce. Delik gittikçe büyüyor, genişliyor. Bitti. Dışarıdasın. Yatağının dışarısında. Evinin dışarısında. Artık, hayatın dışarısındasın. Onlarsa seviniyorlar.

En uzun gecen bitti.

Battaniye. Su. Serum. Battaniye. Su. Serum.

Köfte ekmek. Allah kaç alır, kaç verir. Ayran.

Kaç saat uyudun yine? Gün mü yoksa? İyi hissediyorsun. Gözlerin açılıyor en azından. Acımadan.

“Nereye götüreceğiz?” diyorlar. Nereye sahi? Bir kadın geliyor, “Yakınları bekliyor,” diyor. Yakınların? Sana kimse bir şey söylemedi, sen kimseye bir şey sormadın ama biliyorsun artık bir yakının olmadığını. “Yakınları,” dedi ama. Eminsin. İyi duydun. Bir adam geliyor sonra, “Evet,” diyor, “dedesinin arkadaşıymış.”

“O alacak. Sonrasına bakacağız.”

Dedesi… Deden. Bu kelimeyi son kez duyuyorsun belki de. Tadını çıkarıyorsun. Nasılsa sonrasına bakacaklarmış.

Geldiğinde çıplaktı ayakların. Parlak ayakkabılar giydiriyorlar şimdi. Yola koyuluyorsun. Yanında o arkadaş var. Atatürk kafasına gitmek istiyorsun, “Tamam,” diyor, ne istesen yapacak. Apartman yerle bir olmuş, dümdüz. Çıkmışsın buradan. Bakıyorsun, inanasın gelmiyor. Kendin olmasan, hani kendini bilmesen, belki de bu öykünün kahramanını ucuz ya da basit bulacaktın.

Faik Usta’nın beyaz montunu görüyorsun. Parkta, üst üste yığdıkları eşyaların arasında. Tek beyaz o. Okkalı bir küfür savuruyorsun, ama içinden. Küfür edecek kadar büyüdün, o kadar da küçük değilsin ne zamandır. Yaklaşıp alıyorsun. “Giyeyim mi,” diye soruyorsun arkadaşa, “giyilir mi?” Atatürk’ü kucaklıyorsun sonra dönüp, arkadaşın yardımı yetmiyor, bir delikanlı el atıyor da kaldırım taşına oturuyorsun kucağında Atatürk’le. Birileri bir şeyler konuşuyor, arkadaş da onların yanına gitmiş. Az çok duyuyorsun, “Faik, Peyker, Birsen…” İleride bir kadın gözüne çarpıyor, çarpmaması mümkün değil. Doğrudan sana bakıyor çünkü. Dünyada ikinizmişsiniz gibi bakıyor. Baktığı belli olmasın diye hiçbir çaba sarf etmeden. Görmemiş gibi yapıyorsun çünkü bu keskinlik seni korkutuyor.

“Bizim kız diyordu 2020’de bir şeyler olacak, senelerdir rüyamda tarih görüyorum diye, valla başımıza neler geldi. Virüsü pandemisi derken, hiç tahmin eder miydik depremi. Hadi İstanbul olsa belki…”

“Abla, başının üstünden çatın gitmiş gibi konuşma sen de. Görmüyor musun neredeyiz?”

En sevdiğin sokağa giriyorsun. İleride bir enkaz görünüyor. O da yedi katlıymış altı gün önce. “Evren de yedi katlı bir enkaz,” diye büyük büyük konuşuyor biri. Hoşlanmasan da, “Allah’ın enkazı,” diye tamamlıyorsun içinden. Vinçler, kamyonlar, adını bilmediğin araçlar, görevliler, televizyoncular, yardıma gelenler, seyredenler… Çok. Her şeyden, herkesten çok var. Seni korkutan kadın da gelmiş. Takip etmiş olmalı. Deli mi ne.

“İzmir… depreminin… altıncı… gününde… artık… umutlar… tükeniyor… Bilançosu… depremin… Mucize… Bir mucize daha…”

Dükkânın anahtarını çıkarıyor arkadaş. Bakıyorsunuz ki kapı kilitli değil. İçeridesin. Sana içeri olan, sana içeri kalan tek yerdesin. Faik Usta’nın kasketini alıyorsun eline. Sökülmüş ipi tutup çekiyorsun. İp uzadıkça uzuyor. Baş aşağı tuttukları Atatürk kafasını getiriyor iki genç.

Dükkân anason kokuyor.

Beyza Ertem