İyi bir öykü sağlam kurgusu ve metaforlarıyla; hayatı anlamadan içinden geçip giden bizleri, anlatıcı, karakter ve yazar üçgeninde oluşan kurguya dahil ederek hem sanatsal alanda hem de yaşamdaki konumumuzu sorgulatır.[1] İngiliz yazar David Constantine, on dört öyküden oluşan Başka Bir Ülkede adlı kitabında, karakterin iç dünyasını iç monologlarla ve bilinç akışı yöntemiyle öyle sağlam vermiş ki kendimize dair pişmanlıklarımız, hayal kırıklıklarımız, geçmişte takılı kalan belleğimiz ve şimdiyi kaçıran bilincimiz her satıra yansımış.

Constantine’in Bir Paris Hikâyesi adlı öyküsü üzerine yazmak istememin birinci sebebi, öyküde hepimizin az çok farkında olduğu ama görmezden geldiği büyük bir sosyolojik problem olan gerçeklik/doğruluk karşısında gücü elinde bulunduranların oluşturduğu simülasyonlar, yani gerçek ötesi yalanların vurgulanmasıydı. Toplumsal belleğin bir takım yanılsamalarla saptırılması ve bunun normalleştirilmesi şu an bireyin en çok farkındalık göstermesi gereken meselelerden biridir. Diğer bir sebep ise insanın ruhunu ve bilinçaltını saran arzular, tutkular, korkular ve hayal kırıklıklarının karakterin iç sesinden bizi kendi içimize döndürecek kadar güçlü bir şekilde verilmesiydi.

Alice’in, okuduğu öykülerin geçtiği yerleri incelemek ve bu incelemeleri sonucunda tuttuğu notlar üzerinden bir kitap yazmak üzere Paris sokaklarında dolaşmasını anlatan öyküde karşıtlıklar üzerinden hareket eden yazar, kurmaca içerisinde birden çok kurmaca sunarak gerçeklik ve gerçekliğin simülasyonu üzerine zihnimizi kurcalamaktadır. Öykü içerisinde anlatılan öyküler ve Alice’in izlediği film üzerinden okuru çok zamanlı, ayrıca da biliş ötesi düşünmeye sevk ederek okuma zevkinden de ötede, okura Alice ile birlikte kurmaca içerisinde gezinme, yaşadıklarına ve hissettiklerine ortak olma şansını veriyor.

Yazarın kurgusundaki ilk karşıtlığı, orta yaşlarında bir entelektüel olan ana karakter Alice’de görebiliriz. Evliliğinde yaşadığı tıkanma ve tükenme ve bunun getirdiği öz değerini kaybetme acısı onu bir kaçış/arayış sürecine itmiştir.

“Küçük projesi, bu ilerleyen yaşında kendi hayatı, gelecek yıllarda onları mahvedecek gücün insafına kalmış, öyle bir noktaya gelmiş gibiydi. Yahut da cesareti tükenmişti; buraya kadar gelmiş, inancı kaybolmuş, pes etmişti. Kendini iyice bir kenarda kalmış hissetti. Nerde olduğunu kimse bilmiyordu. Çocukları ayrılmıştı, onsuz da gayet güzel idare ediyorlardı. Onun yatağına kocası metresini, kendinin ve kocasının yarı yaşındaki bir kızı alıyordu. Yeri herhangi bir eşya ya da mal gibi kolayca doldurulabilirdi” (Başka Bir Ülkede, s. 85)

Kendi içsel sorgulama sürecinde, Alice kocasından ve çocuklarından kaçıyor; diğer yanda aralarına karışamadığı, saklanmak istediği şehir sakinlerinden, statükoyu temsil eden polislerden ve katakomplarda var olmaya çalışan kaçak göçmenlerden oluşan Paris sokaklarında zaman zaman korkarak, zaman zaman utanarak cesaretini ve arzularını bulmaya çalışıyor.

Constantine’in kurgusunu tekrarlarla güçlendiren diğer bir karşıtlık, Baudrillard’ın da bahsettiği gerçeklik ve gerçekliğin simülasyonudur. Ve yazar karakterini bu zıtlığı fark etmenin acısı karşısında çıplak bırakmıştır. Alice otel odasında çıplak halde yatağına uzanıp haberleri izler ve izledikleri karşısında dayanamaz hatta bazen yüzünü kapatır.

“Uçak gemisinde bir muhabir gördü, takım elbiseli, kurşun geçirmez yelekli, sevinçten on yaşında bir çocuk gibi kendinden geçmiş, orta yaşlı bir adam. Fırlatılmaya hazır bir bombayı fiskeliyor, tıpışlıyor, okşuyor ve özelliklerini, ondan beklenen marifetleri anlatıyordu. Aklına tek kelimeden başkası gelmedi: Pornografi.” (Başka Bir Ülkede, s. 83)

Jean Baudrillard günümüz dünyasının artık bildiğimiz gerçekliğin değil onun yerine geçen simülasyonların dünyası olduğunu vurgular. Simülasyon kavramının temel önemi; imgenin, göstergenin, temsilin veya kopyanın gerçekliğin yerine geçmesinin altını çizmesidir. Bilginin ve doğruluğun tekabül ettiği gerçekliğin yitimiyle, birey ve toplum hayatında imgeler, yeniden üretilenler, kopyalar ve taklitçeler belirleyici hale gelmiştir.[2]

Bu bağlamda yazar medyada anlatılan /kurgulanan olayların gerçeklik ve doğruluk değerinin yöneten kesimin toplumsal bellek üzerinde oynadığı bir oyundan ibaret olduğunu, doğruluk ve gerçeklik algımızın tamamen değiştiğini ve de bunu fark eden bireylerin ötekileştirileceğini Alice’in içgörüsü üzerinden vermeye çalışıyor.

“O gece ilk haber şehirdeki bombaydı (…) Patlama bir çiçek tezgahını tahrip etmiş, yağan çiçekler her tarafa dağılmıştı. Ama kamera kopmuş bir el yakalamış ve ona sabitlenmişti. (…) El tebeşirle çizilmiş bir dairenin içinde, yolun üstünde yatıyordu. Esmer bir eldi, bir erkek eliydi ama narindi, avuç yukarı doğru, parmaklar açıktı, bilekten koptuğu yer kan içindeydi ama onun dışında tertemiz, adeta huzurluydu. Bu el şu anki toplumsal olayların görsel simgesi olacak gibiydi.” (Başka Bir Ülkede, s. 85-86)

Medyada yaratılan korku ve şiddet simülasyonunu başka bir kurmacada tekrar ediyor Constantine:

“Filmde üniformalı adamlar vardı, Yabancı Lejyon askerleri. Alice birden karnında bir huzursuzluğun düğümlendiğini hissetti. Er ya da geç bir miktar şiddet olacaktı. Arazi cehennem gibi sert bir araziydi, adamlar da ona göreydi, sırım gibiydiler, sırf kas ve güç, silahları kadar işlevsel. (…) Her şey birbiriyle uyumlu tıkır tıkır çalışıyordu, komuta ve yoldaşlık, bir aradaki adamların sevgisi, farklılıkları bir işlevde boğulmuştu: öldürme. (…) Alice rahat koltuğa yayılmış, zevk ve korkuyla seyrediyordu.” (Başka Bir Ülkede, s. 87)

Yazarın, öykünün geri kalanında kurguladığı karşıtlık nefret ve sevgidir. Dünyada savaşların arttığı, en sert ve acımasız haliyle insanları yok ettiği, Paris’te göçmenlere karşı olan nefretin ve şiddetin giderek daha yıkıcı olmaya başladığı bir anda Alice kendisine uzanan uysal ve korkak bir elle heyecanlanıyor, bütün duygu durumları değişiveriyor.

“Şimdiye kadar tanıdığı adamların ellerine benzemeyen eli, hiçbir istekte bulunmuyordu, sadece bastırdığı, istediği gibi kucağına yerleştirdiği yerde öylece duruyordu. Bu usluluğun farkına varışı onu dehşetli heyecanlandırmıştı.” (Başka Bir Ülkede, s. 89)

Korku ve tutku, aşk ve cinsellik Alice’in kendi yarattığı hikâyesinin temelini oluşturuyor. Rollo May, erkekle kadın arasındaki cinsel sevginin (eros) bir boyutunun ötekine karşı duyulan ve bireyin kendini gerçekleştirmesini sağlayan cinsel istek olduğunu belirtir.[3] Alice ve Mohammed’in (Jeannot) yaşadığı cinsel ilişkide, sosyokültürel farklılıklar ve yaş farkı toplumun bütün ezberleri alt üst ediliyor.

“İlk seferinde toplumun kuralları, yabancılık ve kendi cehaleti rahatsız etmişti onu. Geçen zaman içinde onu sevdiğini kabul etmişti. Kendi kendine sotto voce söylemişti. İşte bu eski korkularına yenilerini kattı. Onun karşısında utanıyordu. Yaşı oğlanınkinin iki katından fazlaydı. Kim bilir ne düşünüyordu.” (Başka Bir Ülkede, s. 106-107)

Öyküde en güçlü metafor olan el bir yandan yakıp yıkıp ölümlere sebep olan toplumsal önyargıları ve şiddeti, diğer yandan sevgi, güç ve cesaretin kaynağı olan cinselliği tamamlayıcı ve benlik bilincini geliştirici bütün tutkuları ve hazzı temsil ediyor.

Constantine, Alice’i en cesur ve mutlu olduğu anda tıpkı şehrin resmi bir teröre teslim olması gibi kendi hikâyesinde bir başına bırakıyor. Okuyucunun da kendi mutsuzluğu, korkaklığı ve bilinçaltına gizlediği tutkuları ve arzularıyla karşı karşıya gelmesini istiyor.

Züleyha Çelik


[1] Hakan Akdoğan, Kurmacanın Kurmacası, Edebiyat Atölyesi dergisi, sayı 3.

[2] Jean Baudrillard ‘ın simülasyon kavramı. (Link)

[3] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, Okuyan Us Yayınları, 2019.