Belki de zamanın kısır döngüsünden çıkmanın yolu, H.G. Wells’in pek manidar biçimde “Zaman Makinesi” adlı kitabında önerdiği gibi, aç kalınca zenginleri yemektir – dinsel söylemleri, Ayasofya’yı ve memleketi değil!

Modern etnolojinin kurucusu Edward Burnett Tylor, “büyücü” figürünü “bilim insanı”yla kıyaslarken mealen şöyle bir şey söylemiş: “Büyücünün saftorozluğu, ideal bir bağlantının gerçekte de var olduğunu sanmasındadır.” Buradaki “ideal” kelimesi çift anlamlı: Hem “mükemmel” hem de “hayali” karşılığı olarak. Tuttuğu takımın maçını televizyondan izlerken maçın sonucunu etkileme umuduyla şanslı hareketlerini yapanlar da tıpatıp aynı mantıkla hareket ederler. Bu alışkanlığın adı olarak son on yılda gündelik dile hızla giren ve hızını alamayıp içerdiği kelimenin esas anlamını da tarumar eden “totem yapmak” tabirinin örtük biçimde kast ettiği de budur zaten: Modern yaşama adapte olup modern düşünceden nasibini almamakta ısrar.
Halkımızın bir kısmının Ayasofya’nın imparatorluk kapısını kutsal diye kemirdiğinin, hatta bazı haberlere göre efervesan tablet gibi suya atıp içtiğinin ortaya çıkması da bu nasipsizliğe paralel görünüyor. Boşnak akademisyen Saffet Hacımuhamedoviç’in yakınlarda yayınlanan “Nenem Kur’an İçerdi” başlıklı makalesinden[1] öğreniyoruz ki kutsiyet atfedilen nesnelerin yenip içilmesi İslam’da oldukça yaygın bir pratikmiş. Kerbela ve Necef’ten getirdikleri kil tabletleri yiyen Şii hacılardan tutun, Zanzibarlıların bir kağıdın veya tabağın üzerine safranla İsra suresinin 82. Ayetini (“Biz Kuran’ı inananlara şifa ve rahmet olsun diye indirdik”) yazıp sonra suda eriterek içmeye dayalı kombe geleneğine varıncaya değin örnekler çok. Zaten neye şaşırıyoruz ki, en azından LGS ve ÖSS’ye hazırlık kapsamında okunmuş su içmeyen ya da okunmuş pirinç yutmayan kaç kişi vardır?
“Ne yiyorsak oyuz” düşüncesi maddi zeminde kalındığı müddetçe elbette doğru. Vücudumuzu sürekli ter, sidik, dışkı ve karbondioksit olarak dışarı atar ve gidenin yerine aldığımız nefes ve besinlerle yenisini koyarız. Neticede biçimsel olarak aynı kalsak da maddesel olarak aslında büsbütün değişmişizdir. Theseus’un olup da tahtaları çürüdükçe yenileriyle değiştirilen ve sonunda değişmemiş parçası kalmayan gemiye hâlâ “Theseus’un Gemisi” deyip diyemeyeceğimizi sorgulan paradoksta olduğu gibi.
Bir şeyi yemenin onu bütün nitelikleriyle beraber içselleştirmek, onu tamamen kendi özüne katmak olarak değerlendirilmesi hemen hemen bütün halk kültürlerinde bulunan bir unsur. Amerikan yerlilerinde de öldürdükleri cesur bir düşmanın kalbini yiyerek aynı cesarete sahip olmanın umulduğu söylenir (“yürek mi yedin!”). Bunun tersi de doğrudur öyleyse: Yanlış bir şeyleri yemek, kişiye o özellikleri katabilir. Meşhur antropolog Claude Lévi-Strauss da Yaban Düşünce adlı kitabında bu minvalde konmuş birçok yeme yasağının varlığından söz eder. Sözgelimi Gabon’da yaşayan Fang halkının inancına göre hamile kadınlar deliklerde yaşayan hayvanları (mesela bir sincabı) yememelidir, çünkü aksi takdirde çocuk sincabın davranışını benimseyerek doğmayı reddedebilir. Domuz eti yasağının sebebi olarak domuz yiyenin eşini kıskanmadığı yönündeki açıklama da buna iliştirilebilir.

Mesele “özüne katmak” olunca, sevdiğini yemek istemenin de bu inancın bir başka hâli olduğu açık. Sevgiliyi “kiraz dudaklı”, “elma yanaklı”, “badem gözlü” gibi gıda mecazlarıyla güzellemek ve –Gibi’deki “Ham Ham Cuplat Beni” şarkısının işaret ettiği gibi– bunun karşılığını da sevgiliden beklemek bu açıdan anlaşılır. Ayasofya’nın yenmesini sevgiyle açıklamakta da bir beis yok gibi görünüyor öyleyse.
Öte yandan Ayasofya konusunda insanın içine sinmeyen bir şey var. Zira Ayasofya, memleket İslamcılarının on yıllar boyunca açılışını beklediği, handiyse kendini onun üzerinden tanımladığı bir sembol. “Ezan sesine hasret” diye nitelenip özgürleştirilecek bir mekân olarak çerçevelenen Ayasofya şahsında temsil edilen uzam, bir bütün olarak Türkiye’ydi zira. Dolayısıyla Ayasofya’yı, yani “Müslüman Türkiye”yi zincirlerinden kurtarır kurtarmaz TÜKETMEYE başlamak, tıp literatüründe “otosarkofaji” olarak da bilinen “kendi bedenini yemeye dayalı yamyamlık” eylemine daha çok benziyor sanki.
Eğer Ayasofya’yı kemirmeyi gerçekten de kendini tüketme eylemi olarak alırsak beraberinde gelecek çıkarımlar da ilginç. Ekonomik kriz nedeniyle domatesin lüks olduğu, içinde bulunduğumuz dönemi de yansıtan bir örnek eylem çünkü bu. “Bir ülke kendi kendini işte böyle tüketti” gösterisi gibi ya da “Ekmek yoksa Ayasofya yesinler.”
Kendi kendini tüketmek deyince akla gelen ilk görselse ouroboros oluyor ister istemez. Kendi kuyruğunu yiyen yılan sembolü. Ouroboros (yılanın gömlek değiştirmesinden de hareketle) sürekli kendini tekrar eden bir sonsuzluk döngüsünü de sembolize eder. Ayasofya’nın yemekle örtüşen esas tarafı da bu sanki: Aldatılmaya izin verildikçe kırılamayan yoksulluk döngüsü. Kendi kendini yiyip duran bir ülke. Modern yaşama adapte olup modern düşünceden nasibini almamakta ısrar.
Belki de zamanın bu kısır döngüsünden çıkmanın yolu, H.G. Wells’in pek manidar biçimde Zaman Makinesi adlı (tarihin döngüsel değil, ilerlemeci olduğu inancıyla yazılan) kitabında önerdiği gibi, aç kalınca zenginleri yemektir – dinsel söylemleri, Ayasofya’yı ve memleketi değil.
Hakan Sipahioğlu