Kötü yazmanın mümkün ve hatta doğal olduğunu, yazdığımız her şeyin öykü olamayacağını biliyorum. Yazma eyleminin doğal sonuçları bunlar. İyi öyküye ulaşmak için bir önceki yazdığımız öyküyü yıkmak, öykücülüğümüzü yeniden inşa etmek, bazen radikal kararlar vermek, yazdığımız öyküyle duygusal bağ kurmamak, hatta onu gözümüz kapalı çöpe atabilecek güce sahip olmamız gerekiyor.

Okur olmanın getirdiği özgürlüğe paha biçilemez. Okuduklarımız hakkında istediğimiz yargıda bulunabiliriz. Harika, fena değil, idare eder, vasat, kötü ve hatta berbat bile diyebiliriz. Bunu kitlelere duyurmak zorunda değiliz. Karşımızda öykünün yazarı yok. Olsa bile özgürce yalan söyleyip “Eline sağlık” diyerek işin içinden çıkabiliriz. Oturup bir eleştiri yazmak zorunda değiliz. Öykü yazarına değil, okura aittir artık ve hükmü okur verir. Ben de okuduğum öykülere puan veririm kendimce. Örneğin ilk öyküyü çok beğendiysem dört yıldız veririm. Beşten başlamam çünkü beşte karar kılabilmem için dördü tanımlamalıyım. Böylece nadiren beş yıldız veririm öykülere. Dört demek beş demektir benim için.
Öykünün kolay yazılabilir tür olduğunu biliyorum. Belki de bu yüzden çok öykü yazılıyor. Bir sözcük için yıllarca bekleyen yazarlar romantik hikâyelerde kaldı. Şimdi günlerce zihinde gezen öykünün yazıya geçirmesi birkaç saatten ibaret. Evet, biliyorum istisnai örnekler vardır. Söz gelimi yazılmış bir taslağın aylarca hatta yıllarca defterlerde, Word dosyalarında kalıp günün birinde yeniden yazılarak okunur hale getirildiği durumlar olmuştur, bu mümkündür ama hepimizin bildiği o gerçeğe dönelim: Öyküleri kısa sürede yazıyoruz. Peki, yazdığımız şey öykü müdür?
Bunun yanıtını aramaya bir senaryoyla başlayalım. Senaryo şöyle:
Nihayet sessiz ve sakin bir zaman yakalamıştır öykücü. Yazmak istediği konuyu belirlemiştir. Kahvaltısını yaparken, toplu taşımada, iş yerinde boşa düştüğünde, yatmadan önce zihninde film gibi oynatmıştır. Karakterlerini belirlemiştir. Neye benzediğini, beğenilerini, çıkmazlarını, çatışmalarını ve hatta zaaflarını çok iyi biliyordur. Öykücü olaya dayalı bir öykü yazacaksa (ki bazı yazarlar olay öyküsü yazdıkları için kendisine hikâyeci demeyi uygun görür) serim, düğüm, çözüm bölümlerini tasarlamış, hatta finalde ne olacağını bile bilmektedir. Durum öyküsü yazacaksa hangi kesiti ele alacağını, nerede başlayıp nerede sonlandıracağını, hatta bir son yazıp yazmayacağına bile karar vermiştir. Özetle öykünün iskeleti hazırdır. Artık o ihtiyaç duyduğu sessiz ve sakin zamanı kollamaktadır. Nihayetinde amacına ulaşmıştır. Masaya oturmuş, defterini ya da Word dosyasını açmış ve giriş cümlesini yazmıştır. Serim bölümünde karakterleri tanıtmış, olaya dair ipuçları bırakmıştır. Düğüm bölümünde karakteri çatışmasını yaşamış; olaylar, silsile halinde heyecan verici bir boyuta gelmiştir. Bunları yaparken Google’dan birkaç bilgiyi teyit edip sözlükten alternatif sözcükler belirlemiştir. Tıkandığı durumlar ve bölümler de olmuştur elbet. Bir sigara yakmıştır, kahve yapmıştır ya da güzel bir müzik açıp kafasını dağıtmıştır ama her seferinde aynı coşkuyla devam etmiştir yazmaya. Çözüm bölümünde artık öykünün sonuna gelmiş, akılda kalıcı ve vurucu bir final cümlesi yazmıştır. Sonunda öyküyü bitirmiştir. Sonrasında bir süre nadasa bırakmıştır onu ve ardından yüksek sesle okuyup kulağı tırmalayan sözcükleri ya da cümleleri değiştirmiştir. Beğenmediği bölümleri yeniden yazmıştır. Bir kusur bulamayana kadar çalışmıştır ve artık ikinci bir gözün görüşüne ihtiyaç duyup eşe dosta okutmuştur. Onlardan onay alınca dergilere göndermiş ya da kitap dosyasına eklemiştir.
Hemen hemen böyle yaşanmıştır bu süreç. Bunca çabanın sonunda aklımda yine cevabını aradığım tek bir soru var: Yazdığımız şey öykü müdür? Yani TDK’nın tanımladığı gibi “Gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü, öykü.” müdür gerçekten? Dönüp baktığımızda öykücünün yazdığı öykünün bu tanımı karşıladığı söylenebilir. Yaşanmış ya da tasarlanmıştır, öyküleyici anlatıma sahiptir, betimleyici unsurlar vardır. Bir konusu ve bu konu ekseninde yaşanan olaylar vardır. Aynı malzemeyle yapılan yemekler, nasıl ki farklı lezzetlere sahipse öykü de benzeri bir özelliğe sahiptir. Özetle bir öyküdür ama okuduğumuz öykülerden aynı tadı alamayız. Aynı ölçüde sevmeyiz okuduklarımızı. Yani neden dört-beş yıldız verdiğimiz öyküler varken bir-iki yıldız veririz bazı öykülere, hatta neden vasat, kötü, berbat diye nitelediğimiz öyküler çıkar? Öyle ya biz okuruz ve özgürüz her söylemimizde. Ve sonuna kadar da haklıyız!
Pek çok şeyde olduğu gibi öyküde de iyi ve kötünün bir ölçütü yok. Zaten öykünün iyiliğini ya da kötülüğünü ölçebilecek bir ölçme aracı olsa bile ulaşılan sonuç varsayımsal olacaktır. Çünkü bir şeyi ölçebilmek için bir sıfır noktasına ihtiyaç duyarız. Yani berbat diye nitelendirdiğimiz o noktayı kim belirleyecek? Bu pek mümkün görünmüyor, zaten gerek de yok. Buna önünde sonunda okur karar verecektir. Bir edebi eserin edebi niteliğini okur belirler. Edebiyat okurlarının “nitelikli” olduğu konusunda hemfikir olduğu eserler, edebiyat tarihinin karanlık geçmişinden çıkarılıp geleceğe aktarılacaktır.
İyi öyküye olan inancım kadar kötü öyküye de inanıyorum. Okuduklarımın içerisinde kötü olarak nitelemediğim ama tatsız bulduğum öykülerle sıklıkla karşılaşıyorum. Kitaplarda, dergilerde ve özellikle internet dergilerinde özensiz, çalakalem yazılmış, ikinci kez okunmadığı, bir başka gözün görmediği, hatta editörün bile okumaya tenezzül etmediği hissini veren tatsız öyküler çıkıyor karşıma. Çoğu kez bu öyküleri yarıda bırakıyorum. Haklıyım çünkü ben okurum ve yargılama özgürlüğüne sahibim.
Öyküde zaten olması gereken nitelikler beni tatmin etmiyor. Yazılan her öyküde asgari düzeyde nitelik bulunur. Az önce sözünü ettiğim “tatsız” öykülere lezzet katacak baharatlara ihtiyaç duyuyorum bir okur olarak. Öncelikle tüm edebi türler gibi lezzeti dilde arıyorum. Ardından ele alınan meselenin –ki mesele olarak ele alınan şeyin bende bir karşılığı olması gerekiyor– anlatmaya değer olmasını önemsiyorum. Karakterlerin sürekli devinim halinde olmadığı, düşünen, kafa yoran, çatışan, zaaflarına yenik düşen, yarası olan, canlı capcanlı kişilere dönüşmesini ve karakterin öykünün sonunda bir değişime uğramasını istiyorum. “Dedim dedi” diyaloglarla beni boğmamasını, bana yazarın bilgiç sesini duyurmamasını bekliyorum. Ne çok şey bekliyorum. Okur talep eder ve etmekte de haklıdır!
Kötü yazmanın mümkün ve hatta doğal olduğunu, yazdığımız her şeyin öykü olamayacağını biliyorum. Yazma eyleminin doğal sonuçları bunlar. İyi öyküye ulaşmak için bir önceki yazdığımız öyküyü yıkmak, öykücülüğümüzü yeniden inşa etmek, bazen radikal kararlar vermek, yazdığımız öyküyle duygusal bağ kurmamak, hatta onu gözümüz kapalı çöpe atabilecek güce sahip olmamız gerekiyor.
Robert Pinget, insanın yanılmak suretiyle kendini geliştirebileceğini ve taklit edilemez olması gereken sonucun geçerli olduğunu söyler.[1] Aslında “taklit edilemez olması gereken” sözünün önüne “gerçek öyküye ulaşmak için” ifadesini yerleştirebiliriz. Yazma eylemi bir süreç. Yazıyoruz, iyi ya da kötü ama her zaman daha iyinin arayışı içindeyiz. Yazdıkça, yanıldıkça öğreneceğiz. “Taklit edilemez”e varır mı yolun sonu bilinmez ama öykücü yazdığı öyküye bir de bu gözle bakmalı ve kendine şu soruyu mutlaka sormalıdır: Yazdığım şey bir öykü mü?
Tunç Kurt
[1] Robert Pinget, Yazamamak, İletişim Yayınları.