Cabir Özyıldız

İlk nefesi çektikten sonra dokunmamış sigarasına. Kül henüz tek parça. Külün duruşu eğimli bir yolu andırıyor. Köprünün alçak korkuluklarına oturmuş. Ayakları boşlukta. Boşluğun dibindeki köprü ayakları asırların yüküyle yorgun. Nehir, o yorgun ayakların arasından geçip, titreşe titreşe yatağını adımlıyor. Köprü ayaklarından içeri giren suyun ferah feza yol alabilmesine tek engel kaldı. Regülatör köprü. Köprüye ulaşmadan evvel sağında Eski Kız Lisesi. Siyah beyaz bir fotoğraftan sesleniyormuşçasına, solgun ve eskimiş. Sonra, eski Kuş Pazarı, pazar oralardan taşınmış olsa da, eski zamanlardan sakladığı birkaç tüycüğü hediye kabilinden üfürüp, usullacık yol alan suya bırakıyor. Regülatör köprüden sonrası selamet, ta Deli Burnu’na kadar. Deli Burnu’ndan sonrası Akdeniz.

Elini şakaklarına bastırmış. Gözlerini ilerde bir yere bağlamış ya, neresi belli değil. Solunda Zübeyde Hanım parkı var. Bankların üstünde hırpani kılıklı birkaç çocuk. Çocukların kimi kötü battaniyelere kimi de gocuklarına sarınmışlar. Düşlerine güvenli ev içleri ve sıcak döşekler sızmış. Parkın upuzun palmiyelerinin gövdeleri nehre eğimli. Yapraklarında incecik hışırtılar. O hışırtılarla birlik, çocuklar daha sıkı sarınıyor üzerlerindekine. Baktığı doğrultuda Merkez Cami altı minaresini göğe uzatmış, simsiyah bir kız saçı gibi uzanan geceye ışık eriştiriyor. Caminin hemen solunda Arkeoloji Müzesi, geçmiş gitmiş bütün uygarlıklar kadar küskün.

Dalgın, nefes almayı unutmuşçasına dalgın. Nicedir saçlarını usturaya vurduruyor. Önceleri karısına destek olsun diyerek yapmış bunu. Sonraları içi elvermemiş.

Hava serin. Çok yakınında dönen bir martının kanatları, gecenin karanlık duvarında kanat çırpan ak bir fırça. Hilton oteli sağında, iğreti bir heybeti var. Tepesinde yanan ışıklar çiğ. Suya bulanık ve titrek yansımalar düşürüyor. Bütün muktedirler gibi şehre, nehre ve köprüye yukarıdan bakıyor. Otelin hemen dibinde bir kanal var. Karşıyaka Sanayisinin ve otelin bok püsürünü nehre taşıyor.

Adamın cebinde son yirmi lirası ve paketinde dört teki var. Dün akşamı hatırlamıyor. İşten yorgun argın gelip, koltuğa çöktüğünü biliyor bir tek. Bir de uyuyamayacağını bile bile yatağa gidişini.

 “Allah vere de ninesi Ali’nin altını bezlemeyi unutmamış ola. Ortancalar derslerine eğildiler mi ki? Küçüğü çişe kaldırdılar mı?”

Bazen sesli kimi zaman da sessiz, hem içine soruyor hem de dün akşamı hatırlamaya çalışıyor.

Ali ilk çocuğu, vücudu tekerlekli sandalyesiyle bütün, sürekli kızgın ve konuşmaktan yoksun. Günde dört kez altı alınıyor. İçinden, “Tam on sekiz sene, bir kez bile of demeden baktı, daha da bakardı ya…” diye geçiriyor. Hemen sonra aklı diğer çocuklarına kayıyor. Ege beşe yeni bastı. İkizler orta ikide. Aklında hep aynı soru, “Bu yoksulluk ve dört çocuk, küçücük bir bisiklet tamirhanesiyle. Nasıl?”

Sonra nefeslenip yeni bir soruya eğiliyor: “Peki ya Hatice varken nasıl oluyordu?”

Bilmiyor, bilemiyor. Kafası karışık, çok karışık.

O kaydı kaç kez dinledi bilmiyor. Kaydın tamamı üç beş cümlecik ama her harf milyon hançer keskinliğinde. Kayıttaki ses, bitkinliğini örtmek istercesine şekerli, sıcak, her şeye rağmen umutlu. Her dinlediğinde kısa bir konuşma geçiyor kendiyle kendi arasında: “Hatice, naçar kodun beni dört çocukla Hatice!”

Bu yakarıyı sesli olarak ilk ve son kez yaptığı zamanı düşünüyor. Mezarlıktaydılar. En küçüğü göğsüne bastırmış, gözleri tekerlekli sandalyesindeki Ali’ye sabitlenmiş. O an gözünün önüne gelince kirpiğinin biri kırılıp ta aşağılara, suya kadar usul usul süzülüyor. Farkında değil. Ne süzülenin ne de niçin burada olduğunun.

Onu uyutmayan acısıyla başa çıkamayınca ta Anadolu mahallesinden buraya sürmüş. Uyuyan çocuklara tek tek bakmış, sehpanın üzerine o günün harçlığını iliştirmiş, sonra açmış bahçe kapısını, çıkartmış motosikletini. Kürt, Fellah, Suriyeli, Yörük, Çingene komşuların uyuduğu saatte çıkmış yola. Su sızdırmaz bitişiklikteki evlerin önünden, asma çardaklı avlulardan, çer çöp dolu arsaların, bir deri bir kemik köpeklerin, pis, pasaklı kedilerin, darabaları kapalı dükkânların, unu tekneye henüz boşaltan fırın işçilerinin arasından, yüzünü rüzgâra kırbaçlatarak geçmiş, gelmiş buralara.

Yıldızlar ışıklarını söndürmek üzere, ayın göç vakti gelmiş. Köprünün üstünde kimsecikler yok. Motosikletini ayaklığa almış. Köprü çoktandır araç trafiğine kapalı. Belli ki taş dubalardan zikzak çizerek geçmiş. Nerden de esti gecenin köründe köprüye çıkmak. Bilmiyor. Bildiği, kendisinin bugün doğum günü olduğu. Aslında doğum günü çok da umuru değil. Ama kaydın o günle bir ilintisi var. Hatice’nin gidişinin ilk yıldönümü. Her yirmi dört saati bin cehenneme bedel üç yüz altmış beş gün!

Onu çok özlüyor. Çocuklarına, “annenizi özledim” diyemiyor. Onun yerine daha başka şeyler yapıyor. Kırk beşine kadar ağzına sürmediği içkiyi içiyor mesela, sigaraya alışıyor, gizli gizli ağlıyor. Ve durmadan o kaydı dinliyor.

Kaydı yeniden dinlemek istediğinde sigarasından yeni bir fırt çekmeye yelteniyor. Çoktan sönmüş sigaranın eğimli bir yola benzeyen külü kopmuş, gitmiş. Ayırdına varınca, sönmüş olanı azat edip, çarçabuk yenisini yakıyor. Bütün yeni tiryakiler gibi sabırsızlıkla çekiyor ilk nefesi. Kaydın ilk cümlesi ismiyle başlayınca irkilip sigarayı yarıya kadar somuruyor. Kaydı geriye alıp ismini ünleyen o sesi yeniden dinleyince içi önce çiçek açıyor, sonraki cümleler sökün ettiğinde ise her seferinde olduğu gibi göğsü sancıyıp sakallarına tuzlu sular bulaşıyor.

Birazdan gökyüzündeki bulutlar kirpik misali aralanıp güneş turuncu, dev bir göz gibi ortaya çıkacak. Çıkınca da, sabahçı kahvelerine geç kalmış garsonlar, erkenci işçiler, sefer taslarıyla çıraklar, sırt çantalarıyla talebeler, karınca duası, yasin, muska satan çingeneler, Beş Ocak meydanına yetişmeye çalışan hamallarla dolacak köprü. Kale Kapısı ile Köylü Pazarı arasındaki insan hercümercinin içinde olmak istemiyor.

Zübeyde Hanım parkındaki ağaçların içine yuvalanmış kuşların uyanmaları yakın. Birazdan ötüşüp banklarda yatan çocukları da uyandıracaklar. Pakette son teki kalmış. O son teki çıkartıp yakarken görüyor onları. Parkın aşağısındaki kıyıda. Beş nüfuslu bir ördek ailesi. Yavrular annelerinin ardında, ip gibi dizilmiş, yüzüyorlar. Her şeye ve her yere hüzün bulaştıran gözleri acıyor. Dili ağzının içinde isyana hazır: “Sen her şeye kadirsin ya Rab, onu bildik. Tamam büyüksün, ona da inandık. Peki, cümle yavru anasının peşinden giderken benimkiler niye…”

Sigaranın yarısına gelmişken tekrar kayıt düğmesine basıyor. Henüz kayıttaki ses konuşmaya başlamamışken gözlerine çöken uyku, adamı esnetiyor. Yüreğinde biriken kederle o esneme tezat geliyor adama. Durduruyor kaydı. Uyku hali gittikten ve keder yeniden yüreğine dolandıktan sonra kaydı yeniden başlatıyor: “Yusuf, doğum günün kutlu olsun hayatım. Beni merak etme, çocukları kolla. Az kaldı kavuşacağız!”

Kayıt sonlandığında mezarlıktaki yakarısı diliyle kalbi arasında yeniden işlenip dudaklarından tek tek dökülüyor: “Hatice, naçar kodun beni dört çocukla Hatice!”

Dudaklarından harflerin dökülüşü bittiğinde ağzının içine sakladığı bir duayı pıtır pıtır okuyor. Sonra da avuç içlerini köprünün korkuluğuna bastırıyor.

Cabir Özyıldız