“Ustam, ne yazık ki bu dünya insanlar için kâfi gelmiyor. İnsanoğlu büyük bir açgözlülükle dünyadaki güzellikleri yok etmeye devam ediyor. Sokakta yine çıplak çocuklar, aç insanlar, işsiz gençler, namazlarından ve torunlarından başka kimseyi sevmeyen ihtiyarlar var.”

Cepleri susam kokan güzel Adalı,

Yaşamının on beş yılını geçirdiğin bu evi görmek için geldim onca yolu…

Küçük diye öperek denize bıraktığın balığı; rıhtımın kenarında mehtaplı denizi seyreden kediyle ahbaplık edişini; sana, ihtiyar balıkçıları kapan ejderhanın hikâyesini anlatan kara gözlü, tombul yanaklı, saf ve hassas balıkçı çocuğu; akşamları Ada’nın çocuklarını etrafına toplayarak onlarla kuşlar, sazlıklarda yaşayan İspari balıkları hakkında konuşmanı göremeyeceğimi biliyorum.

Yazı yazmaktan vazgeçtiğin, namuslu insanların arasında tevekkülle ölümü beklemeye karar verdiğin günlerde kağıt kalem almak için koştuğun tütüncüyü, cebinde taşıdığın küçük çakınla yonttuğun ve sonra da öptüğün kalemini, dolaştığın tenha sokakları görme umuduyla geldim Ada’na.

Yazdıklarından biliyorum ki bu Ada ve bu ev, senin sığınağındı. Semaver’de anlattığın Halıcıoğlu’nda bir fabrikada çalışan Ali ve onun yaşlı annesi, Makbule Hanım ve oğlu Sait miydi acaba? Anneni düşünerek mi yazdın, benim her okuyuşumda kendimi tutamayıp ağladığım o güzel hikâyeni? Bunu bilmiyorum. Ama burası, bir röportajında sana sorulan “Yaşamak nedir?” sorusuna verdiğin “Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle bir hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim,” dediğin yerdi…

Yaşar Kemal, Bu Diyar Baştan Başa kitabında şehirdeki hâlini şöyle tanımlıyor:

“Akşam üstleri Tünel’den Taksim’e doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, –yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır– pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hâli vardır ki (daha doğrusu her hâli) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez… Bu adamın üstünden, başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy İskelesi’nin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikâyeci Sait Faik’tir.”

Biliyorum ki bu ada ve bu ev, senin şehri ve belki de yalnızlığını unuttuğun yerdi.

Şehri Unutan Adam hikâyende yazdığın gibi, insanları sevmek arzusuyla çıktığın sokaklar buradaydı. Yaşar Kemal sana “yalnız bir adam” demiş. Yalnız değildin sen. La Mancha’lı Don Kişot’un yanında nasıl Sanço Panza’sı varsa, sana da yoldaşlık eden bir Panco’n vardı. O Panco ki, içine hapsettiğin adamın hikâyelerine sinen gölgesi olarak her zaman yanındaydı. Tanpınar’ın ifadesiyle, “Dışarıda gördüğünü kendi içinde arayan adam”dın sen çünkü… Bir de annen vardı tabii, seni çok seven ve her zaman destekleyen…

Sarnıç’ta diyorsun ki “Bu dünya insan için kâfiydi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar mahlûktu… O hâlde niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?”

Ustam, ne yazık ki bu dünya insanlar için kâfi gelmiyor. İnsanoğlu büyük bir açgözlülükle dünyadaki güzellikleri yok etmeye devam ediyor. Sokakta yine çıplak çocuklar, aç insanlar, işsiz gençler ve namazlarından ve torunlarından başka kimseyi sevmeyen ihtiyarlar var. Sen de yazmıştın ya dünyanın değiştiğini… Evet, dünya değişiyor ama istediğimiz yönde değil. Sen ve senin kuşağın kuşları, yeşillikleri, yol kenarlarında toprak anamızın yeşil saçlarını çok gördünüz. Sizin kadar olmasa da o güzellikleri benim kuşağım da yaşadı. Sen hikâyelerinde “benden söylemesi” diyerek bizleri bu konuda uyardın.

Ve dedin ki… “Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.”

İşte geldim yanına, “Hişt!” diyorum “Hişt! Hişt!” Ve sana zeytin gözlü Mudanya’nın dağından, taşından, kurdundan, kuşundan, otundan böceğinden, kırmızı sardunyalarından, martılarından, güvercinlerinden ve tabii balıkçılarından getirdiğim selamlarımı sunuyorum.

Seyhan Can