Üzeyir Karahasanoğlu

Söz konusu şiir olduğunda söz söylemek güçleşir. Bu, bir şiirden ne anlaşıldığıyla başlar, sürer de sürer. Şiir hakkında söz söylemenin güçlüğü, onun diğer edebi türlere oranla daha yoğun ve kapalı olmasından gelir. Fakat birileri şiirden anlamıyor diye şiir düşünmekten, şiiri düşünmekten, şiirle düşünmekten vazgeçecek değiliz. Aksine daha çok düşünmeli, daha çok sorgulamalıyız. Var olan, anlatılagelen, okullarda okutuluyor diye peşinen doğru kabul edilen durumlar dâhil.

Dilimiz ve edebiyatımızla içli dışlı olan Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinin ufkumuzu açması, nitelikli ve güncel eserlerle tanışmamızı sağlaması, düşünce üretmesi, kafası karışıklarımıza yol gösteren sentezler üretmesi beklenir durur. Çok acıdır ki bu bölümlerimiz, arzu edilenden hayli uzaktır. Sentez üretmek şöyle dursun, yeniliklere mesafeli ve soğuk duruşlarıyla mazinin değirmenine su taşımayı sürdürmekte, güncele dokunmayan donuk bilgi aktarımı yapmaktadırlar. Bir yüksek lisans mülakatında Şinasi’ye “yeni”, Şinasi’nin dâhil olduğu 1860’ların Tanzimat Dönemi’ne “Yeni Türk Edebiyatı Dönemi” demekten çekinmeyen bölüm hocalarını –mülakatımı yakma pahasına– düzeltmiş, bu sanatçıların dil ve edebiyat bağlamında yeni olamayacaklarını, olsalar olsalar tarihsel olacaklarını, eğer bir yeni aranacaksa daha yakınlarda aramaları gerektiğini belirtmiştim.

Tanzimat sonrasında gelişen edebiyatımıza -hâlâ- tek parçada “yeni Türk edebiyatı” demek, artık ne geçerli ne de gerçekçi. En az yüz atmış yıl öncesini kapsayan bu dönemi, edebiyatımızın çekim merkezinin Batı’ya dönmesini tek ölçüt olarak kullanarak “Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati, Milli Edebiyat, Cumhuriyet ve sonrası” diye sınıflandırmak günün gereksinimlerini ne kadar karşılıyor? Bu sınıflandırmanın bugün için geçerli olduğunu iddia etmek kolaycılığın dik âlâsı olup edebiyattan habersiz olmakla eştir. Fakat toplum olarak zihinsel yetilerimizi o kadar az kullanmış, kendimize o kadar güvenmemişiz ki elimizdekiyle yıllarca yetinmiş, sorunlarımızın kökleştiğini bilmezden gelmişiz.

Eski-yeni mevzusunda değerli bir şairle benzer görüşleri savunduğumu okuyunca yaşadığım sevinci unutamam. Öyle ya, görüşlerimize tanık gösterdiğimiz kişiler nitelik çapımızı da ortaya koyar.

Ülkemizdeki Türkoloji bölümleri ne düşünürlerse düşünsün, Tanzimat ve sonrasında gelişen Türk edebiyatı ve şiiri içler acısı bir görünüm sergiler. Onları “yol açıcılar” olarak saygıyla selamlayıp yolumuza devam edemediğimiz içindir ki, birçok Türkoloji bölümü hâlâ Modern Türk Edebiyatı’nı Tanzimat’tan başlatmak gibi aymazlığın da ötesinde bir kötücül tavır sergilemektedir. Ne Namık Kemal’i, ne (tüm iyi niyetine rağmen) Ziya Paşa’yı, ne Hamit’i, ne de Ekrem Bey’i büyük ve önemli edebiyat adamları olarak görmeliyiz. Önemli ve çığır açıcı insanlar olarak görebiliriz o kadar.[1]

Edebiyatımızda eski-yeni mevzuları ne zaman dillendirilse bir anda benzer çağrışımlar yapan sözcüklerin fütursuzca kullanıldığı görülür. Geleneksel-modern diyenler, klasik-çağdaş diyenler, sorunu daha farklı köklerde arayarak Doğu-Batı sorunsalı üzerinden işleyenler… Bunlardan hangisini kullanırsak kullanalım, “yeni” kavramının kronolojik olarak bugünle ilgili olduğu açıktır. Yeni kavramı yerine ister çağdaş ister modern diyelim, bu kavramların çağın gereklerine uygun olması gerektiği açıktır. Aynı doğrultuda ister eski, ister geleneksel diyelim (Farklı anlamlarda yeterince kullanılan klasik kavramını kullanmaktan imtina ediyorum), bunun kronolojik olarak geçmişi yansıttığı açıktır. Dolayısıyla yeni, modern ve çağdaş kavramlarını süzünce “güncel”; eski ve geleneksel kavramlarını süzünce “geçmiş”e ulaşırız.

Elimizde kimin eski edebiyat yaptığı, kimin yeni edebiyat yaptığını belirleyecek sihirli bir ölçüt yoksa da birtakım ölçütlerimiz de yok değil. Peki, bunu nasıl yapacağız? Hiç kolay olmasa da bu iki anlayışın karşıtlığından yararlanarak… O halde öncelikle bir edebiyatın güncele mi yaslandığını ya da geçmişe mi dayandığını belirlemeliyiz. Güncel olan, nasıl yaşanan zamana uygunsa geçmiş olan da önceden yaşanmış zamanlara uygundur. Fakat yeni diye gelenin eskidiği, ondan sonra ortaya çıkanın geçmişe öykündüğü, ondan da sonra gelenin kendini yepyeni gördüğü karmakarışık zamanlardan geçti edebiyatımız. Bu bağlamda Tuğrul Tanyol’un da desteğiyle şimdi sorabilirim: “Modern nerede başlar?” Kolaylıkla şöyle yanıtlayabilirim: “Geleneğin bittiği yerde.” İşte, hem çözüm hem de yepyeni bir düğüm daha. Bugüne kadar üzerinde yeterince durulmamış bir konu daha.

Edebiyatımızın iki ayaklı gelenek çizgisinin ikisini de şiir oluşturur. İlk ayağı divan şiiridir. Arapçanın, Farsçanın Türkçeyle beraber kullanıldığı, Türkçenin söz varlığının giderek eylem soylu sözcüklere indirgendiği, kuralcı, mazmuncu, soyut, yüksek düzeyli bu şiir; saray ve çevresindeki seçkinlere seslenmekteydi. Öte yanda divan şairlerince görmezden gelinen, hafifsenen, hatta düpedüz burun kıvrılan halk şiiri vardır. Üstelik gelenek söz konusu olduğunda çok daha gerilere gidebilen halk şiiri birikimin kesintisiz sürdürücüsüdür. Geleneği bir tür bayrak teslimi biçiminde devreden bu edebiyatın ivmeölçerleriyse ozanlardır. Nitekim kesinkes kurallarla biçimsel kusursuzluk peşinde koşan divan şairlerinin göz merkezli şiirinin aksine, ilk örneklerinden itibaren esnek kurallarla varlığını sürdüren, uyak konusunda küçük ses benzerlikleriyle yetinen, şiiri saza eşlik ettiren, haliyle sözden beslenen halk şiiri kulak merkezlidir. Gelgelelim iki geleneğin nice farklılığını çok değerli şeyler keşfetmişçesine, şairlerin öğrenim düzeylerine indirgeyerek açıklayan günümüz anlayışı yine kolaycılığın yollarında dinlenmektedir.

Ozanlarca sürdürülen halk şiirinin sesi, yaşadığımız çılgın zamanlarda duyulmuyor. İlgiden mahrum kaldıkları kesin. Burada günün şiir anlayışlarına ne kadar cevap verebildikleri sorgulanabilir elbette. Evet, devir değişti, böyle bir şiirin belki zamanı değil artık; gelgelelim bu geleneğin ayak izlerini birebir takip etmek yerine onu güncele uyarlayan nice şair için aynı yargılarda bulunabilir miyiz? Yani halk şiirini daha çağcıl kullanan şairler için ne diyeceğiz? Söz gelimi her fırsatta halk şiirinin sesinden yararlandığını belirten Şükrü Erbaş için modern demeyecek miyiz? Hüseyin Ferhad’a, Adnan Özer’e, Murat Mungan’a ne diyeceğiz?

Divan şiirinin Osmanlı’nın son dönemlerinde tıkandığı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında tamamen kuruduğu, tükendiği ifade edilebilir. Tamam, Batı’ya yöneldiğimizden beri bu şiirin beli kırıldı, itibarı çöktü; ancak dosdoğru divan şiiri yazmasa da bu damarı güncele uyarlayarak kullanan şairler ne olacak? Günümüzde bu şiire bilinçli bir yönelimin olduğunu görmezden mi geleceğiz? Üstelik vaktiyle Attila İlhan, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, günümüze yaklaştıkça Metin Altıok, Enis Batur, Haydar Ergülen, Vural Bahadır Bayrıl gibi nice ismin bu şiirden çeşitli biçimlerde yararlanmasına ne diyeceğiz? Yıllar yılı sanat penceresinden bakmayarak yaptığımız hatayı sürdürecek ve hâlâ divan şiirini Doğu-Batı sorunu gibi kültürel kökler üzerine oturtmaya çalışarak bir uygarlıklar çatışmasında mı bocalayacağız?

Her iki geleneğin bugün yeni şiirlerle sürdürülüyor olması, onların yok olduklarını iddia eden kolaycılara gösterilecek en basit kanıtlardır. Yine nice şairin kendi sesine ulaşmada bu köklerden beslenerek başarılı eserler yazdığını biliyoruz. Tabii köksüz bir şiir geleneği olamayacağını kabul etmek istemeyenlere ne dense boş! Aslolan günümüz şairinin bu köklerden aldığı gıdayı kendi sesine ulaşmak için kullanması değil midir? O halde eski-yeni kavramlarını bir de buradan düşünelim.

İkna edemediklerimize ikinci bir kanal açalım. Ölümünün üzerinden dört yüz yıl geçmiş Shakespeare’in modern İngiliz Edebiyatı için taşıdığı değeri soralım. Bu edebiyat için Shakespeare gelenek değerinde midir? İngilizler Shakespeare’e neden hâlâ “ölümsüz” derler? Gene biz yanıtlayalım: Hâlâ eskimediğinden, şiirsel dilinin hâlâ sular seller gibi akıp gittiğinden, kendinden sonraki sanatçıları pek çok yönüyle etkilemeyi hâlâ sürdürdüğünden, tarihe ışık tutmaya hâlâ devam ettiğinden. Hâlâ, hâlâ, hâlâ… Demek ki Shakespeare eskimemiş, demek ki geniş zamanların oyunlarını yazmış. Unutulmaz karakterler yaratmış. Unutulmaz karakterlerinin sayısı kadar eskimez olmuş. Kral Lear’daki Regan’ın bir kötülük abidesine dönüşmesini anımsayalım. Venedik Taciri’ndeki Shylock’a ne dersiniz? Bazen zaman etkisiyle bile kimi edebi metinlerin eskimediğini, gelenek olarak görülemeyeceğini, hâlâ “yeni” kaldığını kabul edelim.

Sonuç olarak yeni, çağdaş, modern kavramlarının modernizme özgü olduğunu, modernizmin coğrafi keşiflerle, Rönesans ve Reform hareketleriyle kendini Orta Çağ’ın karanlıklarından kopardığını, bu bağlamda geçmişten ve gelenekten kopuşu simgelediğini bir çırpıda söyleyebiliriz. Edebiyat bağlamındaki modernizminse çoğunlukla realizme bağlı kaldığını, dolayısıyla gözleme önem verdiğini, kişilik özelliklerini yansıtması bakımından betimlemeyi baş tacı ettiğini söyleyebiliriz. İyi de modernizmin etkili olduğu dönem mazide kalmadı mı? Dolayısıyla “modern” kavramının da eskidiğini, geçmişte kaldığını kabul etmemiz gerekmez mi? Öyle ya, oraları geçeli yıllar oldu. 1960’lardan sonra dünyaya dalga dalga yayılan postmodern edebiyat bile -getirdiği kafa karışıklığı dışında- bugün yeterince eskidi. Hâl böyleyken değil modern edebiyatı, postmodern edebiyatı hangi kefeye koyacağımızı bilemiyoruz. O zaman yaşadığımız çağın güncel olanına ne diyeceğiz? Çağdaş, muasır, modern… Bunlar çok kullanılmaktan yıprandı. Yeniden “yeni” mi diyeceğiz? Peki, daha sonrakiler? On yıl, yüz yıl sonrakiler? Dolayısıyla bir dönemin edebiyatına ilk ağızdan yeni, çağdaş, modern demenin sonraki dönemlerin edebiyatlarını zorlayan bir adlandırma olduğunu kabul edelim. Hiç değilse şimdilik bu kadarını yapalım. Öyle ki tam da burada, geleneksel köklerden gıdalanan günümüz şairinin kendi sesine ulaşarak bugünün yenisi olduğunu düşünmüşken…

Üzeyir Karahasanoğlu


[1] Tuğrul Tanyol, Şiirin Soyağacı, Kırmızı Kedi Yayınları, 2017.