Çemen Tozbey Elmacı

Günyüzü Apartmanı’nda hiç gün yüzü görmemiş bir kadınım, anadan doğduğuna pişman. Kafamın içindeyse laf cambazı bir yelloz, boyuna konuşuyor. Canciğer kuzu sarmasıydık eskiden. Pek su sızdırmazdık. Hep bu lanet şehir açtı aramızı. Köyüm, sevdiklerim başımdan ırak zaten. Dünya gözümde bir zindan. Bir de o bencileyin arsız bir sarmaşık gibi aklımın içinde gövermiş, sittinsene salmıyor beni.

Güzel denilemez bir ağustos gecesi. Acımış, kokulu kalın bir ter tenimi örtüyor. Akşam ta on’a sarkmış atölyedeki iş. Hoşafım çıkmış hâlde eve dönmüşüm. Susar mı yelloz? Abuk sabuk konuşuyor. Sinirlerimi tel gibi titretip geriyor. Hava sıcak. Pencereleri açıyorum, perdeleri de. Karşımda vicdanı sızlamadan homur homur uyuyan şehir, yeşili hunharca katledilmiş, koca bir beton çöplüğü. Tenhalarda her haltı yemiş insanlar, bu kokuşmuşluğa tanık. Ancak herkes dilsiz, herkes sağır, herkes kör. Kimsenin gerçeği duyacak takati yok.

Sözümona koskoca şehir. Bize layık gördüğüne bak, nohut oda bakla sofa. Ne mümkün bu eve sığışmak! Ev ev değil, olsa olsa beton bir ömür törpüsü.

Çaresiz balkona iltica ediyorum. Elimde kalan tek şey, toprağından söküp getirdiğim begonvilim. Asılsız bahçemin en narin çiçeği. Ben ona âşığım, o güneşe. Dalları cascavlak, çiçeklenmiyor gözbebeğim, ölmüyor da. Gözünün içine bakıyorum mor ışıltılı bir tomurcuk belirir mi diye. Yazık ki yakıp kavuruyor ikimizi de sıla hasreti. Can suyu verenimiz mi var? Ne baş edilmez bir ayrılıktır bu, ne bitmez bir özlem. Kendini bahçe sanan bu balkona sığınmak dindirmiyor hasretimizi.

Karnımın açlığı çekip alıyor beni bu dermansız düşüncelerin elinden. Mis gibi salçalı sulu köfte, ekmek bana bana yiyeceğim ohh. Tam yemeği ısıtacağım, olmazlanıyor kafamın içindeki yelloz: Bu saatte mi? Sen ye daha! Taze dal gibi ince şehirli kadınları görmüyor musun? Senin köyün davarları gibi hababam ot kemiriyorlar.

Benim köyüm mü? Sanki senin değil. Sen de o toprakta doğup serpilmedin mi?

Katır inadı var sende, bir tutturmuşsun köy de köy. Sen anca tıkın, on parmağın boğazında olsun, nankör! Doğduğun yer değil, doyduğun yerdir memleket.

Durmayacak belli. “Aç mıydık, açıkta mıydık sanki köyde…” dersem lafı uzatacak. Pes ediyorum. Sıcak yağlı yemeği de içim almıyor zaten. Bu havada en güzeli, karpuzla peynir değil mi? Üstüne de tavşankanı çayı hüplettim mi günün yorgunluğu mu kalır?

Ha şöyle, hizaya gel! diyor kurula kurula yelloz. Yağlı ezik bedenimle çatal çatal kendimi yiyorum. Karnım doygun, ama bu koca şehrin doyacağı yok. Ne bulursa hoop indirecek midesine.

Saat hayli geç. Endazeyi şaşırmış kocam, köyümüzü unuttuğu gibi evin yolunu da mı unuttu? Şehre geldiğine bin pişman; evini barkını alıp toprağına dönebilmenin peşinde midir?

Dalgasını geçiyor benimle yelloz: İyicene şaşırdın sen, aklın tutuldu zaar! Herif, senin pasaklılığından illallah etmiş zaten. Kendini bir yerlere dar atmıştır şimdi. Ya kahvede pinekliyordur ya da bir meyhanede demlenmiş çoktan zom olmuştur. Belki de cilvebaz bir oruspunun üstünde iş tutuyordur. Sen uyu daha! Dün gece neredeydi sanıyorsun? Senin on paraya on takla atarak biriktirdiğin o ev parasını, karı kız kumardı derken iç etmiş olmasın? Üzmek değil niyeti, laflarıyla dövüp aklımı başıma getirmek. Yazık ki iyice hırpalanmadan kafam basmıyor.

Ama yelloz bu! Bi rahat bırakmıyor ki. Ne desem zülfüyâre dokunuyor, değil mi?

Hiç oralı değilim. Yüz vermeye gelmez. Alacak sazı yine eline, söyleyecek de söyleyecek. İçim kevgire dönmüş zaten, ne kadar sövsen taşmadan alıyor nasılsa. Bulaşık bahanesiyle mutfağa kaçıyorum.

Bam telime bastı yine, aklımda tuhaf düşünceler… Bilendikçe bileniyorum herife. Hırsımı ovaladığım tabaklardan çıkarıyorum. Aklımdan geçenleri duyar da hiç geri durur mu çakal?

Senin gibi tırsak biri mi yapacak bunları, ha ha güleyim bari…

“Tırsak mı?” diyerek tetik duruyorum. Lafın devamı ne merak ediyorum.

Evet! Var ömründe bir defa olsun karşı geldin mi kocana, bir laf olsun dedin mi? Onsuz na şuradan şuraya gidemezsin!

“Bırak Allah’ını seversen, kes!” Terliklerimi sürüyerek çıkıyorum mutfaktan.

Banyodaki aynanın karşısına geçip kendime bakıyorum. Hele şu aynadaki hâlime bak. E tabii bu şehre takat getirmekte zor. Örüğüm kuru ince bir dal, öylece dökülüyor omzuma; ucuna kondurduğum o taze çiçeklerin yerinde yeller esiyor. Çözüp salıyorum saçlarımı. Oooo, saçlarıma aklar düşmüş bile. Anam, canım anam, “ Saçın ak mı, kara mı?” önüne düşünce anlarsın derdi hep. İyicene yaşlandım mı ne? Köy meydanında şişinip gezindiğim o güzelliğim nerde. Yanaklarımın kızarıklığı da yok, gitmiş. Oooof… of… kalın koyu bir sarılık sarmış… Nerden de herifin peşine takılıp geldim buralara…

Yüzüme avuçla su çalıyorum. Tekrar bakıyorum aynaya bir telaş. Yıkamakla geçmiyor ki yüzümün solgunluğu. Gözlerime bak, feri sönmüş, doğduğum topraklarda patlamaya duran tomurcuklar gibi ışıldardı oysaki. Sade saçlarımla gözlerim mi!.. Kuruyup gidiyoruz, haberim yok. Bir soğuk kış daha atlatamayız. Ölmesem bile her şey bir olup delirtecek beni. İyicene şaşırmış, kafamın içinde deli danalar gibi dönüyor yelloz: Bir alışamadın şu güzelim şehre, orada bu imkân mı var, sapır sapır dökülüyor köylüler.

Defol, vıdı vıdı etme, bir huzur ver be yeter!”

Susturuyorum onu ama söylediklerinde haksız mı ki? Kocam sahiden bir gün olsun rızamı sormamıştır bana. Kayınlarımın yanına Muğla’dan İstanbul’a apar topar göçtüğümüzde bile.

Üç sene önce köyümüzü saran uğursuz yangından canımızı nasıl zor kurtardık. Cümle davarlarımız dumanlar içinde tortop yandığı vakit daha toprak soğumadan, gidelim diye tutturmadı mı? Başımı kaldırıp gitmeyelim demedim, iyi mi ettim? O cehennemde cayır cayır yandı canım ağaçların acı iniltileri, baki kalmadı mı bana? Ne yapmalı da artık soğutmalı bu yangın yerini?

Terk etmeli bu karanlık şehri, köye dönmeli, yeniden yeşertmeli bağı bahçeyi, ama nasıl olacak, nasıl yaparım?

Bırak bağı bahçeyi, sen hala o yaban toprakların peşinde misin? Evini değiştirdin bir huyunu değiştirmedin. Hor görüyor beni yelloz. Sanki bu koca şehrin küçük ağası…

Merdivenlerden bir ayak sesi duyuyorum, benim herif galiba, daha geç gelseydi keşke. Alelacele yatağa atıyorum kendimi, gözlerim uyur gibi kapalı. Birazdan yatağımı kokusuyla dolduracak. Çekip alacak uykumu elimden, zorla girecek içime. Son zamanlarda çok takılıyor halime, tavrıma, saçıma başıma. Bir de fırtlayan göbeğime. Dert yanıyor benden ha bire. Ben de kadın mıymışım? Sanki kendisi adamın dibi de.

Haksız mı sence? Bir şu kadınlara bak, bir de kendine! Aşağılıyor beni haspa.

Asıl sen baksana herifin şu haline. Ne hale geldi toprağı değişince? Her gün başını alıp giden koca bir göbek oldu. Başparmakları iflah olmaz mantarlı birer ayak. Kokmuş teni ile iri mi iri bir fare ölüsü teres. Oradan oraya dolanan serseri bir kurşun. İtin kopuğun kaşarlanmışı. Artık ne olacak, iflah olmaz!

Keşke tek derdim, onun beni beğenmemesi olsa. Begonvilin de tek derdi şu daracık balkona sığışamamak değil ki. Hayattan olanca umudunu üzmüş fıtratına yabancı bir yerde, zor zoruna nefesleniyor. Sanki mor ışıltısını yitirmek için yaşıyor bu hasretliği gözümün nuru. Oysa onun huyunda suyunda var çiçeklenmek. Ağaç karda zeytin verir mi hiç? Su yürümemiş kuru söğüt dalından düdük çıkar mı ya? Yapraklarındaki lekelere bak, ne biçim bir iç çekiştir bu? Kökleri ne durumda acaba? Gecenin kör karanlığı göz açtırmıyor ki göreyim. Allah vere, hastalık küllememiş olsa çiçeğimi. Gün aydığında bakmak lazım. Bu illet bir musallat oldu mu, eyvah! Toprağında değil ki garibim, nasıl derman bulsun?

Mecalim yok düşünmeye, sevmeye, üzülmeye… Uyuyabilsem bari. Her tarafı parsellenmiş bu şehir gibi bedenimi parsellemiş herif, bırakmıyor. Büsbütün azmış aygır, yatakta canıma okuyor, güya dut gibi sarhoş, o olmaz olasıya aleti nasıl kalkıyor bilmem. İş üstünde bile tekme tokat. Onun bu hallerine talimliyim ama alışamıyorum. Usandım, sade ondan mı, yaşamaktan da. Demeye varmıyor dilim ama geberse benden evvel dünyaya hayır olur. Benle işi bitince böyle çuval gibi üzerime yığılıyor. Şimdi kim atacak bu yığını üzerimden?

Gece başını almış giderken silkip atıyorum herifi. Sonra yataktan kalkarak balkona doğru seğirtiyorum. Ne göreyim, begonvilimin bir karış suratı düşmüş. Lekeli yaprakları hışır hışır. Dallarının başı eğik, beyaz bir hastalık çalmış çiçeğin tüm yeşilliğini. Oracığa sıkışmış kalmış, nefes alamıyor. Elbette bırakmayacağım biçareyi bu şehrin eline. Ölüm hak tabii, ama evvel bir ölüm kalım savaşı yapmak lazım gelmez mi?

Yüreğime tıp ediyor; bu herif kurumaya yüz tutmuş bir ağaç gibi. Öyle ya, sırtımı ona dayamaya devam edersem o kurur kurumaz öleceğim ben de. Bir iki parça eşyamı topluyorum, hani en elzem olanlarını. Kerevette sakladığım bir tomar parayı alıyorum. Odadan parmak ucunda çıkarken göz ucuyla yatağa bakıyorum. Donunun içinde eli, sere serpe uzanmış horluyor.

Kafamdaki o yellozu da herifi de al, hayrını gör İstanbul! Sana ha bir eksik ha bir fazla!

Balkona dalıyorum. Can havliyle kucaklıyorum begonvilimi: “Kalk gidiyoruz! Bundan kelli şehirde ölüm yok bize.” Kollarımda sıkı sıkı tuttuğum göz bebeğime bakıyorum. Tek dalının ucunda bir tanecik çiçek, mor bir umut gibi ışıldıyor. Anladı galiba sere serpe köklenebileceğini. Yoksa rüya mı gördüğüm? Delirmiş gibi seviniyorum. Naralar atıyorum: Helal olsun kız sana! Vallaha!

Çemen Tozbey Elmacı