Marianne, sosyal adaletsizlik, işsizlik, gelecek kaygısı üzerine yazacağı yeni kitabı için gözlem yapmanın peşinde bir yazar. İyi yazmayı dert edinen bütün yazarlar gibi bazı konuları bizzat yaşayarak anlatmanın daha doğru olacağı kanısında ki buraya kadar haklı.

Bu nedenle Fransa’nın kuzeyindeki bir kente geliyor ve gerçek kimliğini saklayarak temizlikçi kadınlarla birlikte temizlik işlerine gitmeye başlıyor. Deneyimsizliğini, kocasından boşandığı için çalışmak zorunda olması ve evliyken hiç çalışmamış olmasıyla açıklıyor. Mesai arkadaşlarından biri, onun evliyken evinde bir yardımcı çalıştırıyor olmasına şaşırıyor ve şimdi bu durumda olmasına üzülüyor.

Marianne, çok ağır koşullarda uzun çalışma saatlerini, basit sebeplerle işten çıkarılmayı, emeğin aslında nasıl da “güvencesiz” olduğunu, bu tür işlerde çalışanların nasıl bir toplumsal dışlanma yaşayabileceğini deneyimliyor. Öte yandan bu şartlarda çalışanların, belki de ağır koşullara dayanabilmenin bir yolu olarak şahane bir dayanışmayla birbirlerine nasıl destek olduklarını gözlemliyor. Kendisi de o dostluk ve dayanışmaya dahil oluyor.

Kimliği planladığından daha erken ve beklemediği bir şekilde ifşa olunca, en çok üç çocuklu çalışma arkadaşı Christele tepki gösteriyor. Kitabının imza gününe bu farklı dünyada tanıdığı tüm dostlarını davet ediyor ama Christele gelmiyor. Onu yanına çağırıp son bir kez daha kendileriyle beraber temizliğe gelmesini istiyor. “Hayır!” diyor Marianne gözyaşları içinde. “Haklısın!” diye yanıtlıyor onu Christele, “Herkes yerini bilmeli!”

Aslında Marianne hem onlarınkini hem de kendi durduğu yeri en baştan beri biliyor. Kimliği ifşa olana kadar bunu başarıyla gizliyor. Öyle ki arada defterine aldığı notlar olmasa onun deneyimsiz bir temizlikçi olduğuna ikna olacağız. Tek bir yerde fire veriyor. Christele’in çantasını karıştırdığını görünce, aklına ilk gelen olasılık parasının çalınması oluyor ve cüzdanını kontrol ediyor. Sonra sebebinin çok farklı olduğunu öğrenip utanıyor ama bu utancı aslında ait olduğu dünyanın kibrini ortadan kaldırmıyor.

Bu film tam da Mine Söğüt’ün Başkalarının Tanrıları romanını okuyup görünür olmak üzerine, görmeden yanından geçip gittiklerimiz üzerine kafa yorarken karşıma çıktı. Bazı iş kollarında durum daha vahim ama hangi sektörde çalışırsak çalışalım ya da nerede duruyorsak duralım, genelde hepimizin derdi görünmeyi var olmanın bir yöntemi olarak benimseyip bunun için ne gerekiyorsa yapmak olmuyor mu bazen? Tüm sosyal mecralar, sadece sesini duyurmaya değil, görünme, görülür olma ihtiyacına da hizmet etmiyor mu? Var olmayı sadece görünür olma üzerinden tanımlama yanlışına düşmüyor muyuz zaman zaman?

Tüm bu ihtiyaçlar ve sapaklar, hayatın ağır karmaşası içinde yaşadığımızın farkına varma çabaları mı acaba? Bu da bazı eylemleri daha kabul edilebilir ya da haklı kılıyor mu?

İmza gününde, bazı arkadaşları bu kitapla kendilerinin fark edilmesini sağladığı ve onları görünür kıldığı için Marianne’e teşekkür ediyorlar. Belki de haklılar. Ama gerçeğin kıyısında yazılmış bir kitap bu. Marianne onlardan değil, hiçbir zaman olmuyor. O kadar olmuyor ki deniz manzarası seyretmeye bile zamanları olmamasını hiç anlamıyor.

İşte tam da burada, aslında dışında olup içindeymiş gibi yaparak içeridekileri yazmanın, belki ifşa etmenin ne kadar etik olduğu düşüncesi filmi izlerken zihinde bir kere canlanıyor ve sonuna kadar hiç ölmüyor. Amaç iyiyse, her yol meşru mudur?

2021 tarihli bu film, Fransız gazeteci Florence Aubenas’ın altı ay boyunca kimliğini gizleyerek çalıştığı günleri ve gözlemlerini anlattığı otobiyografik kitabı Le Quai de Quistreham’dan esinlenilerek Emmanuel Carrère’in yönetmenliğinde sinemaya aktarılmış.

Geleneksel 9-6 arası işler yerine serbest, sözleşmeli ve yarı zamanlı istihdamda yer alan işgücü segmentini ifade eden Gig ekonomisinin Fransa’daki durumuna eğilen kitap, sosyal adaletsizliğin altığını çizerek aslında iyi bir amaca hizmet ediyor. Ama gazetecilik etiği tartışmalarını da beraberinde getiriyor.

Öyle ya, onlardanmış gibi yapılarak aralarına girilen, dünyalarına, hayatlarına, duygularına sızılan ama kurgu olmayan, gerçek insanlar söz konusu. Sıkıntılarının dile getiriliyor olunması, rızaları olmadan ifşa olmalarını, kitaplarda ya da filmlerde yer almalarını ne kadar kabul edilir kılıyor? Dostluk nerede bitiyor, kandırmaca nerede başlıyor?

Film, Christele karakterinin davranış ve tepkileriyle arka planda bunun üzerine düşünme pratiği de sağlıyor.

Son derece zarifçe ve gizlemeden yaş alarak hayranlığımı daha da arttıran Juliette Binoche, Marianne rolünde yine çok iyi iş çıkarıyor. Rol için bile olsa onca tuvaleti nasıl fırçaladığına şaşıp kalıyorum. Binoche filme ilgili bir söyleşisinde annesinin de öğrenciyken temizliğe gittiğini, büyükannesinin savaş sırasında Polonya’dan Fransa’ya geldiğinde önce terzilik, sonra da aşçılık yaptığını anlatıyor.

Binoche dışındaki tüm oyuncular da o kadar iyiler ki onların aslında amatör oyuncular olduğunu öğrenince şaşırıyoruz. “Her iki taraf da farklı bir dünyayı keşfediyordu,” diyor Binoche. “Ben temizlik, onlar oyunculuk yapmaya çalışıyorlardı.”

2021 San Sebastian Uluslararası Film Festival’nde En İyi Avrupa Filmi ve Seyirci Ödülü’nü alan filmin İngilizce adı “Between Two Worlds” iken ve dilimize “İki Dünya Arasında” diye de çevrilebilecekken, Ayrı Dünyalar denmesinin vardır bir sebeb-i hikmeti.

Sonuçta film, Binoche’un deyimiyle “görünür olmayanı görünür kılmaya” çalışıyor ve bunu iki dünya arasından değil, belirgin şekilde ayrı dünyalar üzerinden yapıyor.

Berrin Yelkenbiçer