T.C. vatandaşlarının ezelden beri perişan vaziyette yaşamaya nasıl razı olduğunu, kendi aleyhine işleyen bütün toplumsal adaletsizlikleri öyle boynunu bükerek falan da değil, gayet aktif bir katılımla, kalp ile tasdik, dil ile ikrar, oy ve mitinglerle (tabii bazen de linçlerle) amel ederek nasıl da tekrar tekrar ürettiğini açıklamak için “Stockholm Sendromu” teşhisi yapılır sık sık. İnsanın kendisine zarar veren ve bu zararı katmerleme hakkını da saklı tutan kişi ya da kişilerle böylesi yoğun gönül bağı kurması sağlıklı bir psikolojinin neticesi olamaz, diye düşünme eğilimi baskındır. Kılıçdaroğlu’nun AKP’nin %50 oy aldığı 2011 seçimlerini “Stockholm Sendromu” olarak yorumladığı iddiası, bu düşünce tarzının en yetkili ağızdan dile getirilerek muhalif cenahta adeta “resmi” bir nitelik kazandığını göstermesi açısından meşhurdur.

Herkes az çok bilir ama Stockholm Sendromu nedir, yeniden üzerinden geçelim. Konuyla ilgili bir makaleye[1] hızlıca göz atınca, görüş muhtelif olsa da üzerinde uzlaşılan dört nokta olduğunu öğreniyoruz:

1 – Kurbanlar doğrudan tehdit altında kalmışsa,

2 – Kurbanlar izole halde tutulmuşsa,

3 – Kurbanlar tutsaklık süreleri boyunca kaçma şansı bulmuş ancak bunu kullanmamışsa,

4 – Ve tutsaklıktan kurtulduktan sonra kendilerini rehin alanlara karşı sempatik tavırlar sergilemişse yaşadıklarına “Stockholm Sendromu” deniyor.

Gelgelelim “Stockholm Sendromu” referansı bir “teşhis” olarak sorunlu olduğu gibi (resmi olarak kabul görmüş bir psikiyatrik olgu değildir), “teşbih” olarak da Türkiye’nin gerçekliğine bire bir tekabül etmiyor. Zira bir kaçıran-kaçırılan ilişkisi değildir buradaki. Zalim, mazlum için yabancı değildir, tanışma ve duygusal etkileşim “zulüm esnasında” gerçekleşip yoğunlaşmaz. “Bizden niye seri katil çıkmıyor” diye hayıflananlara fazladan bir dert yüklemek gibi olmasın ama zaten toplumsal belleğimizde yerli Stockholm Sendromu vakalarımız da yoktur.

Popüler kültürde örnekleri vardır elbet ama bunların konuyu ele alışları itibarıyla Stockholm Sendromu’nun reddiyesi oldukları bile söylenebilir.

“Gırgır Ali” rolündeki Cüneyt Arkın’ın Hülya Koçyiğit’i kaçırıp kendine aşık ettiği İstasyon filmini, ya da Emel Sayın rolündeki Emel Sayın’ın kaçırıldığı Mavi Boncuk’u düşünün: Henüz birinci maddenin ihlal edildiğini görürsünüz. Kaçıranlar kaçırılan için asla tehdit değildir – bu bakımdan başına gelenler kaçırılan için bir lütuftur Türk sinemasında. Kaçırılan kişi, kendini evinde, yurdunda hissettiği bir ortamdan yabancılığın içine çekilmez, esasen yabancılaşma yaşadığı ortamdan nihayet çekip çıkarılması, sımsıcak dostluklarla, adam gibi adamlarla vb. tanışması söz konusudur. Türk popüler belleğinde “kaçırmak”, aslında “kurtarmak” demektir.

Filmler pozitif duyguların zirve yaptığı noktalarda biter ama hakiki insan hikâyelerinin devamları vardır. Gerçek hayatta “kurtuluş”un kişiye bir başkası tarafından ihsan edilmiş olmasının gölgesi kaçıran ve kaçırılan arasında dengesiz bir özne – nesne, ast-üst, alacaklı-verecekli ilişkisi olarak devam eder. “Kurtuluş” kelimesinin İngilizce ve Fransızca köklerindeki (“liberation”) “özgürleşme” vurgusunun Türkçede bulunmayışını bile belki zorlayarak bu konuya dahil edebiliriz. İbrahim Tatlıses’in Yıldız Tilbe’ye karşı meşhur “Seni pezevenklerin elinden kurtardım” hatırlatmasının zemini de apaçık buydu: Kurtarıcı, kurtarılanı neyden kurtardığını her zaman hatırlar, kurtulan da kurtulduğu geçmişini bir leke olarak taşınmak zorundadır.

Yine sinemaya dönüp Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında’sını bu minvalde hatırlayalım: Türk erkeğinin maneviyat zırhına bürünmüş fantezisi olarak (Sağlam Lombakçılar hatırlar, vaktiyle çok karikatüre malzeme olmuştu) “genelevden kadın kurtarma” teması, filmdeki Ali (Tuncel Kurtiz) ile Yeter (Nursel Köse) arasındaki ilişkide hayat buluyordu. Ali, Yeter’le Almanya’daki bir kırmızı fenerler sokağında tanışıyor ve evlenip kurtarıyor, fakat artık eşi olan Yeter’i bir gün yine canının çektiği bir seks performansına zorlarken çıkan kavga sonucunda öldürüyordu.

Yaşamın Kıyısında’daki hikâye fazlasıyla arabesk ya da üçüncü sayfa haberi gibi mi geldi? Kurtarılanın etrafındaki “fantezi nesnesi” halesine Teoman’da, evet rockçı Teoman’da bile rastlamıyor muyuz? Kupa Kızı ve Sinek Valesi’ni bir kez daha dikkatle dinleyin: Erkek kişi gece yarısı köprüde intiharın eşiğinden kurtarıp evine götürdüğü kadını bir kar tanesi yapıp ağzında eritir, sabah kalktığında ise kadının ortadan kaybolduğunu fark eder. Bu hüzünlü bir veda olsa da gereklidir, zira kadın gece uyurken başka başka adamların adlarını sayıklamıştır. Kurtarma fantezisini kuran erkek, kurtardığından alacağını aldıktan sonra kendisini ondan kurtarır.

Geçtiğimiz hafta, Sakarya’nın Karasu ilçesinde deniz kıyısında şortlarını indirerek insanları rahatsız ettiği söylenen ve tepki gören iki kişiden birinin denize kaçtığı ve boğulma tehlikesi geçirince kurtarılıp dövüldüğü haberi birçok insanın gözünden kaçtı. Oysa yukarıda ele alınan çerçevede düşünüldüğünde, T.C. vatandaşının devletle ilişkilenme biçimine ayna tutan bir gündelik vakaydı bu. Sürekli “beka” tehdidi altında olduğuna inandırılan, sürekli merkezi devletin kurtarma operasyonuna muhtaç olduğu hissettirilen vatandaşın yediği daimi dayaktan aldığı lezzet, devletin şefkat tokadına duyduğu arzu da ancak bu metaforla anlam kazanıyordu: Dövülmek için kurtarılma. Pezevenkler gösterilip İbrahim Tatlıses’e razı edilme psikolojisi. Stockholm Sendromu değil.

Hakan Sipahioğlu


[1] Namnyak, M., Tufton, N., Szekely, R., Toal, M., Worboys, S., & Sampson, E. L. (2008). ‘Stockholm syndrome’: psychiatric diagnosis or urban myth?. Acta Psychiatrica Scandinavica117(1), 4-11.