Levent Karataş

Neva. Beyoğlu. Sanıyorum bin dokuz yüz doksan yedi. Gece. Öfkesini görebiliyordum dans ederken. Işığını. O günlerde saçlarını mora, saç uçlarını pembeye boyatmak cesaret isteyen bir işti. Saçları disko topunda mor ve pembenin ötesine geçiyordu. Gökkuşağı renklerine dönüşüyordu âdeta. Simsiyah giyinmişti. Ona baktığımı görüyordu. O da beni gördü. Birbirimizi görmememiz imkânsızdı! Ben barda oturuyordum. Birden beliriverdi. Ona hiç yakışmayan biri de vardı yanında. Gel beni vur kıyafetleri çekmiş. Meşrebinin dışında, başka bir aidiyetten bir yabancı. “Belki de korumasıdır” dedim içimden. “Dizelim mi?” dedi. “Dizelim” dedim. Tekila bardakları dizildi. Yabancı onu zaptetmeye çalışıyordu. O bok çuvalını hiddetle kovdu bardan. Biz devamlılık gösterdik. Zannederim üçüncü altılının dizilişinden ve bitişinden sonra kalktık.

Caddeye çıktık. İstiklâl’den Tünel’e yürüdük. Motosikletim Tünel civarındaydı. Galatasaray Lisesi’nin önüne geldiğimizde polisleri gördüğümüzü hatırlıyorum. Ve kahkahalarımızı… “Araba kullanabilir misin?” diye sordu. “Tır bile sürerim” dedim. “Öyleyse, savrulmadan üç adım at da göreyim” dedi. Hiç sallanmadan üç adım attım. Dördüncü adımı ve de beşinci adımı attım, neşeyle. Adımlarımla beraber kahkaham yankılandı sabahın ilk ışıkları. Hiç sallanmadan, savrulmadan arkamı döndüm ve gülümsedim. Polis, “Gitti o” dedi.

Levent Karataş