Rober Koptaş’ın, 19. Uluslararası Ankara Öykü Günleri kapsamında düzenlenen “Mıgırdiç Margosyan Öykücülüğü” panelinde yaptığı konuşmanın metnini sunuyoruz.

Rober Koptaş

Mıgırdiç Margosyan yaşamöyküsünü bir anadiline yolculuk hikâyesi olarak anlatmayı sever. Ermeniceyi öğrenme serüveni hayatının ve de edebiyatının merkezi temalarından biridir. Taşra edebiyatındaki ustası Hagop Mıntzuri, 1976’da Marmara gazetesinde onun Ermenice yazdığı öyküleri öven ve yetenekli olduğunu, yazmayı hiç bırakmamasını tembihlediği sitayiş dolu bir mektup yazdığında, büyük bir onur ve keyifle, biraz da utançla kaleme aldığı cevabi mektubun başlığının “Anadil Yolculuğum” olması tesadüf değildir. Ben burada onun öykülerinde ve anılarında anlattığı bu yolculuğa farklı bir açıdan bakmaya çalışacağım.

Anadil, eğer gerçekten annemizden öğrendiğimiz, hatta Mıgırdiç Margosyan’ın hatırlatmayı çok sevdiği Kürtçe “zimanê zikmakî” deyişindeki gibi daha annemizin karnındayken öğrenmeye başladığımız dilse, onun anadiline doğru bir yolculuk yapması ilk başta şaşırtıcı, hatta mümkünsüz görünür. Bir tür oksimirondur çünkü anadil ve yolculuk kelimeleri yan yana gelemez. Mantık olarak, anadil bize yolculuk yapmamıza gerek kalmadan gelen, adeta tevarüs ettiğimiz bir şey olmalıdır.

Ama ülkemizin şartlarında pek çok insanın yapmak zorunda kaldığı bir yolculuktur bu. Başta Kürtler olmak üzere farklı topluluklar, tekdilci yaklaşımların ve farklı dilleri üzerindeki baskı ve şiddetin sonucu olarak anadillerinde eğitim alamadıkları için, ya anadilleri olması gereken dili öğrenemezler ya da bölük pörçük öğrendikleri anadillerinden zamanla uzaklaşır, ona yabancılaşır, hatta ondan utanır ve ancak eğer dille çok ilgililerse, daha sonra onu keşfetmek için bir yolculuğa çıkmak zorunda kalırlar. Çoğu zamansa bu yolculuk gerçekleşmez ve anadillerimiz bir kuşaktan diğerine aktarılamadan yok olur gider. Bu, adına asimilasyon denen ve nihayetinde pek çok anlamda yok edici olan sürecin başat unsurlarından biridir.

Bu konuşmada bir yandan Mıgırdiç Margosyan’ın anadiline yolculuğunun ana duraklarına uğramaya çalışırken, bir yandan da bu yolculuğun aslında anadile değil, anadilden bir yolculuk olduğunu, varılacak bir anadil olmadığını, aslında Margosyan’ın var olan anadilinden ayrılıp adeta yeni bir dil edindiğini ve bu olurken kendisinin esasen türlü çeşitli yolculuklar yaptığını anlatmaya çalışacağım.

Mıgırdiç Margosyan’ın Ermeniceyi öğrenmek için 15 yaşında, yani 1953’te İstanbul’a gönderildiğini biliyoruz. Bu, onun anadil yolculuğunun başlangıç noktası olmasa bile, en önemli, hayatına damgasını vurmuş ve deyim yerindeyse olayların akışını değiştirmiş olayıdır. Margosyan’ın 1938’de Diyarbakır’da doğduğunu akılda tutarak, onun anadilinin hangi dil olduğunu tespit etmemizde yarar var.

Sahi, Mıgırdiç Margosyan on beş yaşında Ermenice öğrenmek için İstanbul’a geldiğinde Ermenice bilmiyor muydu? Elbette biliyordu ve evde konuşulan Diyarbakır Ermenicesini, Ermenicesiyle “Dikranagerdi parpar”ı, pekâlâ konuşup anlayabiliyordu. Bu, kadim kent Diyarbekir’de yüzlerce yıldır konuşulan, son derece zengin, kendine has ses ve telaffuz özellikleri ve kuralları olan, deyişleri, efsaneleri, şarkılarıyla vs. kendi ayakları üzerinde durabilen bir dildi.

Ancak Mıgırdiç Margosyan’ın ve dönemin Diyarbakır Ermenilerinin dil evrenini anlayabilmek için Diyarbakır Ermenice ağzından daha fazlası gerekir bize, bu malzeme de onun metinlerinde fazlasıyla mevcuttur. Zamanın Diyarbakır’ında, ki o Diyarbakır’ı Margosgillerin bağlamında Sur, Xançepek ya da Gavur Mahallesi/Taxa Fılla olarak anlamamız gerekir, pek çoğu zanaatkarlıkla uğraşan Fılla’lar, yani Ermeniler ya da daha geniş anlamıyla gayrimüslimlerin dili, Ermeniceden, Kürtçeden, Diyarbakır Türkçesinden ve Zazacadan mürekkep, bunların bir arada kullanıldığı bir çoğul diller ortamıdır. Bunu söylerken bu bir aradalığı idealize etmemek, bu dillerle beraber farklı dilleri konuşan insanların bir arada huzur içinde yaşadığı sonucuna varmamak gerektiğini not düşeyim.

Bu çoğulluğa dair Margosyan’ın metinlerinden bazı örnekler vermek isterim.

Örneğin, küçük Mıgırdiç’in annesi çocuklarını uyutmak istediğinde hangi dilde ninni söylemektedir?

“Aznif, nam-ı diğeriyle Hanım ya da babamın deyişiyle Ğhı­no ben henüz bi kırtig iken duvardan duvara gerdiği salıncakta beni sallarken, öte taraftan da kundaktaki kız kardeşimi uyutmak için oturduğu yerde dizlerinin üzerinde yatırıp pışpışlarken bitip tükenmeyen “e, ee, eee…”leriyle, ikimize birden belki Kürtçe, belki Zazaca, belki Ermenice ve belki de Türkçe yeknesak bir ninni tutturur.”

Ya da anne babası aralarında Mıgırdiç’in anlamasını istemedikleri zamanlarda Zazaca konuşurlar.

“Yandaki odadan konuşmaya başladıklarını duydum. Böyle zamanlarda aralarında Kürtçe konuşur­lardı. Aslında Kürtçe çat pat anlıyordum. Ama onlar bu gece belli ki benim duyup bir şeyler anlamamı önlemek için Kürtçe yerine hemen hemen hiçbir kelimesini anlamadığım Zazaca konuşuyorlardı.”

Ya da yine annesi Hanım, Azniv ya da Ğhıno, kedileri Mestan’ın hırsızlıklarından bıktığında onu dört dilde azarlar:

Diyarbakır Türkçesi: “Mestan, ğırğızlığ yapma!”

Kürtçe: “Mestan, dızi neke!”

Zazaca: “Mestan, dızdeniye meke!”

Diyarbekir Ermenicesi: “Mestan, koğutyun mene!”

Ya da dedesi Garabed ile nenesi Senem, sedirin altında sakladıkları teneke kutudaki gümüş paraları şöyle sayar: “Önce Zazaca ‘yev, du, hîrê’ sonra yanlış sayıp saymadıklarından emin olmak için bir de Kürtçe ‘yek, du, sê’ ve nihayet bir kez de Ermenice ile ‘meg, erguk, irek’ diye tek tek saydıktan sonra bir de zar zor konuştukları Türkçe ile saymaktan vazgeçerek ka­pağını sıkıca kapatıp yine sedirin altına saklarlardı.”

Bu örnekler elbette ki çoğaltılabilir. Ben bu çoklu dili bu konuşma bağlamında Diyarbakırca ya da Xançepekçe ya da belki hatta Fıllaca diye adlandırmayı öneriyorum ve Margosyan’ın öykücülüğü, dili, üslubu hatta düşünme biçimi üzerinde derin etkisi olan bu “dil”in onun gerçek anadili olduğunu düşünüyorum. Bu dilinin geride bırakılmasının, yani Margosyan’ın “anadilini öğrenmek için” İstanbul’a gönderilmesinin onu asıl anadilinden, dolayısıyla o anadilin ima ettiği bütün bir hayattan da kopardığını ve Margosyan edebiyatının da tam buna bir tepki olarak, kaybedileni edebiyat yoluyla yeniden yaratmak, böylece ona kavuşmak itkisinin gücüyle doğduğunu düşünüyorum. Onun edebiyatının bu kadar zengin, şamatalı, çoksesli olması, elbette onun bir anlatıcı olarak yeteneğinin yanı sıra, kaybedilen o anadilinin ve hayatın zenginliğiyle koşuttur.

Mıgırdiç Margosyan

Margosyan’ın İstanbul’a gönderilmesinde babası Sarkis’in, namı diğer Dişçi Ali’nin büyük rolü vardı. 1915’te sadece dört yaşında olan, ailesi katledilen, kendisi ise Kürt bir ailenin yanında hayatta kalabilen, Ali adıyla Müslümanlaştırılarak sünnet olan ve ancak gençlik çağlarında kendi kimliğine dönerek asıl adı Sarkis, Xançepekçe ya da Fıllaca söylersek, Sıke’yi kullanmaya başlayan, Diyarbakır’a yerleşerek kendine yeni bir hayat kuran Sarkis Margosyan, tam da bütün ailesini kaybettiği için, tam da kendi okul okuyamadığı için, tam da Ermenicesini ilerletemediği, o dilde okuyup yazmayı bilemediği için oğlunun İstanbul’a gidip Ermenice –Diyarbakır değil, İstanbul Ermenicesi– okuyup yazmasını istemekte, böylece onun “adam olacağına” inanmaktadır. Diyarbakır’ın çok sevdiğim deyişiyle söylersek, “inat da bir murattır” dercesine inat eder ve oğlunun mırın kırın etmesine, karısının gözyaşı dökmesine bakmayıp Mıgırdiç’i İstanbul’a gönderir. Bunda, sadece dil veya adam olmak değil, asıl dil yoluyla kimliğini korumak, yok oluşa direnmek ve başlarından geçen felaketlere karşı sağ kalarak Ermeni kimliğini, dilini, kültürünü sonraki kuşaklara taşıyabilmek arzusu önemli rol oynar.

“Beş yaşında, anadilimi yazıp öğrenmemi isteyen, buna önayak olan yine babamdı, hep kafasının dikine giden, aklına koyduğunu hiç mi hiç ardına koymayan babam Dişçi Ali… Her ne kadar bizim oralarda Ali’lere Elo derlerse de, babam Ali de Elo da olmadığını, asıl adının Sarkis olduğunu bilerek, belki de bu yüzden de inatla bana, yani keklen, yani boklu oğluna, anadilimiz Ermeniceyi ne pahasına olursa olsun öğretmeyi başlıca görev belleyerek ve böylece tüm cihana kendisinin Ermeni olduğunu, Ali isminin kendisine sonradan, Siverek’te Zaza bir köy ağası tarafından verildiğini, Birinci Harb-i Umumi’nin sürgün artığı olduğu için, dört yaşlarında sünnet edilip Müslümanlaştırıldıktan sonra isminin değiştirildiğini, aslında bir fılla, yani Ermeni çocuğu olduğunu, çocuk yaşta çobanlık yaptığı için okuyup yazma öğrenemediğini, bu nedenle de kendi anadilini hiç olmazsa oğluna öğreterek böylece tarihle bir tür hesaplaşmaya soyunduğunu tüm Diyarbakır’da bilmeyen, duymayan, kala kala galiba bir tek sağır sultan kalmıştı…”

Margosgillerin dilsiz, alfabesiz kalması tarihin karanlık bir noktasında yaşananlardan ötürüdür. Onun aslında bir anadili vardır, Diyarbakır Ermenicesini konuşup anlayabilmektedir, ancak bu anadilinin yaşayacağı zemin tarihten silinmiştir. Ermenice, Diyarbekir’in okullarında, kiliselerinde, küçelerinde konuşulan, kentin ortak alanlarında, agoralarında duyulan bir dil değildir artık. Eve hapsolmuştur ve tıpkı yok edilen insanlar gibi yok olmaya mahkûmdur.

Bu noktada Margosyan’ın okuması için gönderildiği Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nin hikayesine dikkat çekmeliyim. 1953’te, tıpkı Margosyanlar gibi Anadolu’da kalmış Ermeni ailelerin çocuklarının okuması, dillerini öğrenmeleri, kültürlerine “yeniden” kazandırılmaları için kurulan bu okul, ülkenin dört bir yanından gelen çocuklara yuva olur. Kimlik kaybına karşı örülmek istenen son bir savunma mevziidir adeta. Bu okula farklı bölgelerden, farklı kültürel arka planlara sahip çocuklar toplanmıştır, ancak Mıgırdiç ve bir grup Diyarbakırlı arkadaşı, onların gözünde Ermeni değil, Kürt’tür. Diyarbakır’da gâvur, yani fılle olan küçük Mıgırdiç, İstanbul’a geldiğinde Kürt olmaktan kurtulamaz.

“Diyarbakır’da, Hançepek’te, Gâvur Mahallesi’nde başlayan, ancak benim fikrim dahi alınmadan, alelacele, sadece ve sadece anadilimi öğrenmem için İstanbul’a postalanmamın ardından, geriye kalan yaşamımı, benim hiç de hayal edemeyeceğim şekilde etkileyen o anın, o yolculuğun gerisinde bıraktığım Türkçe gâvur, Kürtçe fılla sözcüğü, daha İstanbul’a ayak basar basmaz götürülüp yerleştirildiğimiz Şişli’deki Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’ndeki Ermeni çocukların ağzında bu kez alaylı şu cümleye dönüşmüştü: “Koşuuun! Koşuuun! Anadolu’dan Kürtler gelmiş!”

İstanbul’da, Mıgırdiç’in Türkçesi aşağılanır, Ermenicesiyle dalga geçilir. Taşralı olduğu için hor görülür. “Sizin köyde kilise var mı?” diye soran sınıf arkadaşına, “Biz köyli değilik şehırlıyık” demesi, onun isyanının, içinde doğan tepkinin dışavurumudur. Yine de çareyi Diyarbakırlı diline ve kültürüne sarılmakta değil, doğal olarak, daha baskın olan İstanbul kültürüne, İstanbul Ermenicesine uyum sağlamakta bulur. Türkçesini düzeltmeye ve taşralı sesinden ve kokusundan arındırılmış, standartlaştırılmış Ermeniceyi öğrenmeye, başarılı, çalışkan ve uyumlu bir öğrenci olmaya gayret gösterir.

“İstanbul’a geldikten sonra belki de bizim oralarda neredeyse hiç duymadığımız bazı kelimelerin burada günlük konuşmalarda sıkça tekrarlanışına tanık olurken, nedense en çok “randevu”, “pardon”, bir de “sürpriz”in benim için sanki ayrı bir gizemi vardı.

Türkçe öğretmenimizin tavsiyesine uyup, dilimi kırıp törpülemem, öncelikle bu “randevu”, “pardon”, “sürpriz” kelimelerini kullanmaktan mı geçiyordu “ayol”!

“Setrak, dünegın ayağan basmiştım, elese sahan pardon!”

“Hagop, istisense senlen bulışmağ randevumızi kilisenın ögınde yapağh!”

“Zulal, bağh hele, ben bu şiiri ögrenecağam, sora sahan buni sürpriz edecağam, ğheberın olsın!”

Böylece küçük Mıgırdiç, anadilini, anadilinin kültürel ortamını geride bırakarak yeni bir anadile ve yeni bir ortama yolculuk yapar, ona adeta transfer olur. Bunda başarılı olmuştur, o kadar iyi uzlaşmıştır ki hem sonradan öğrendiği Ermenicesiyle hem de sonradan öğrendiği Türkçesiyle bütün bir hayat sürdürür, öğretmen olur, okul müdürlüğü yapar, kitaplar yazar. Ancak, bir yazar olarak yolculuğu, kaybettiğine doğrudur. Diyarbekir’e, oradaki yaşamına çocukluğuna ve elbette anadiline. Anadili için yolculuk yapar ama aslında anadilini, tıpkı yukarıdaki alıntıdaki gibi “kırıp törpüler”. Buna karşılık tam da babasının istediği gibi, yeni bir anadili etrafında örülü yeni hayatın içinden geçerek adam olur, benliğini korur. Edebi verimiyse, onun yeni edindiği dille, anadili olmayan anadiliyle, elinden alınana, gerçek anadiline, çocukluğunun Diyarbakır’ına doğru tersine yolculuğunun ürünüdür. Biz eğer bugün Mıgırdiç Margosyan’ı tanıyorsak, onun anlattığı ve bugün artık yeryüzünden silinen Diyarbakır’ı zihnimizde canlandırabiliyorsak, onun öykücülüğü üzerine konuşabiliyorsak, onun ruhunda oluşmuş olan bu sıkışmışlığa karşı ürettiği yaratıcı çaba sayesinde bunu yapabiliyoruz. Onu ve edebiyatını sevenler olarak, bunun için kendisine minnet duymamız gerek sanırım.

Rober Koptaş