Kevser Ruhi’nin, 19. Uluslararası Ankara Öykü Günleri kapsamında düzenlenen “Mıgırdiç Margosyan Öykücülüğü” panelinde yaptığı konuşmanın metnini sunuyoruz.

Kevser Ruhi

Mıgırdiç Margosyan adını ilk kez 1995’te “Söyle Margos Nerelisen?” kitabıyla duymuştum. Kitabın başında bir ithafı vardır Margosyan’ın. Benim ilk vurulduğum yer de orasıdır:

Yazılarımda bizim oraları anlattım, gördüğüm ve yaşadığım gibi. Tipleri ve adlarını hemen hemen aynen verdim, değiştirmeden, oldukları gibi.

Onlardan, o “baco”lardan, dayılardan, o amcalardan çoğu öte tarafa göçmüşlerdir.

Adları, hatıraları biraz da bu satırlarda, bu kitapta yaşasın.

M. Margosyan

Onun yalın, içten, iddiasız ve çarpıcı anlatımıyla bu ilk karşılaşma bende bugüne dek uzanacak, devam edecek bir etki yarattı. “Önsözler genellikle okunmaz” diye başlayan önsözü çok dikkatle okumuştum. Kitabın adından başlayarak beni içine çeken samimiyet hissi, yazar hakkında daha fazla bilgi edinmeye yöneltmişti beni. Önsözde Ermeni edebiyatıyla ilgili kısa bilgi verilirken algıda seçicilik örneği, bazı sözcükler ilgimi çekti: Aşuğ şiirleri, Tiflis, Gürciyan, İzmir, İstanbul vs. Duygudaşlık edeceğim bir anlatının başındayım diye düşündüm. Ermeni taşra edebiyatının önemli isimlerinden Hagop Minsturi, 18 Mart 1976’da (Margosyan’ın Halil İbrahim öyküsünden etkilenerek yazdığı mektupta) şöyle anlatır Margosyan’a duygularını:

“Bir madendi çıkardığın, hayır, topraktan değil, kendi ocağındandı, kendi içinden. Bilir misin, her zaman olmaz bu. Bu saf altındı, taşa, toprağa bulanmıştı, silip temizlememiştin. Taşralı rengini korumak için isteyerek bırakmıştın, diyorum ben.”

Kitapta 8 öykü var. Her biri saf altın öykülerden kısaca söz etmeye geçebilirim. Kitabın ilk öyküsü “Pışt Bemurad Pışt!”

Yazarın “bizim oralar” diye söz ettiği Diyarbakır’da yaz sıcağını betimlemesiyle başlıyor öykü. Görmemiş olsak bile Gavur mahallesinde, Hançepek’teki o toprak evin avlusunda taşların sıcağı yüzümüzü yalıyor, kuyudan su çekip avluyu ve kendimizi serinletmek istiyoruz. Ve avludaki miskin kedi Mestan’ı da tanıyoruz… Yazar kendi çocukluğunun gözüyle bakıp, çocukluğunun aklıyla anlatıyor. O çocuğun şivesiyle yazıyor. Öykülere canlılık getiren önemli unsurlardan biri bu bence. Acının ve ironin, hüznün ve sevincin harmanı olmasının yanı sıra öykülerdeki devinimi yaratan da bu.

İkinci öykü “Çocığın Adi Ne Olacağ?” Sıke ile Hıno’nun ilk çocukları kız olur, sonra arka arkaya birkaç erkek çocuk doğar ama yaşamaz. Her erkek bebeğe Mıgırdiç ismini vermek, Sıke’nin inatla ve ısrarla sürdürdüğü arzusudur. “Çocığın adı ne olacağ?” sorusunun değişmez yanıtı vardır: “Oğlımın adı, rehmetli babamin adidır. Oğlım, dedesinin adıni alacağ: Mıgırdiç!” Doğan bebeklerin daha yaşına gelmeden ölmeleri üzerine herkesin “Oğlanın adıni bu sefer de Mıgırdiç koymiyasan ha!” demelerine rağmen Sıke’nin inadı kırılamaz: “Veğd olsun ki, yemin ederem ki, yedi tene oğlan daha doğsa, bilsem ki yedisi de öleceğ, gene de rehmetli babamın adıni koyacağam!”

Sıke’nin bu inadını şöyle anlatır yazar: “bizim o yörelerde Kürtlerin kendi dillerinde bir deyişleri vardır: “Gotiye ğhaç, nabe paç” yani bir kere haç demişse bir daha paç demez.” Sonunda bir Mıgırdiç daha doğar ve uzun yaşar. Burada babaanne, baba Sarkis’in kulağına şunları fısıldar: “Eger oğlanın adıni Mıgırdiç koymiyaydın, sahan sürgınlerde verdığım sütımi helal etmezdım!”

Uzun ömründe ardından zevkle okunacak öyküler bırakır. Kimi akide şekeri tadındadır ama arada bir durumun anlatımından zehir gibi keder yükselir. Gülümsemen donar, derin derin düşüncelere dalarsın.

Üçüncü öykü “Ti-li-li” adını taşıyor. Mıgırdiç bebek için komşularla yardımlaşarak yapılan diş buğdayı ritüeli anlatılıyor:

“Tören tüm ‘baco’ların hep bir ağızdan, yüksek sesle, gülüşerek bağırdıkları ti-li-li, ti-li-liii sesleriyle neşe içinde başladı. Ti-li-li, ti-li-liii, bizim yörelerde Ermeni’nin Kürt’ün, Türk’ün, Süryani’nin, Keldani’nin hasılı tüm toplumun sevinç çığlığıdır. Düğünlerde, toylarda, nişanlarda, sünnetlerde çağrılıp söylenir. “Ti-li-li”siz sevinç olmaz!”

Kitabın dördüncü öyküsü “Alo… Santro!”da, bir avluya açılan oda-evlerde yaşayan komşular anlatılıyor. O evlerdeki tüm karakterler o kadar renklidir ki varlıklarını kanlı canlı hissedersiniz. Onlar belki gerçek yaşamlarında bu renkliliğin ayırdında olamadan yaşayıp gittiler öte dünyaya. Mıgırdiç Margosyan’ın kaleminde bizim her birine hayranlık duyduğumuz ustalıkları, becerileri ve insanlıklarıyla sonsuza dek yaşayacak. Boş durmamak için çalışan Ağacan dayının kiracılarıdır avludaki aileler. Avluda biri büyüklere diğeri çocuklara ait iki tuvalet vardır, iki “avğhana”. Annelerin ev işine daldığı, babaların işe gittiği, nenelerin uyukladığı, ortalığın boş kaldığı zamanlarda, avlu çocuklara kalır, çocuklar nereden duydularsa, nereden akıllarında kaldıysa iki tuvaletin deliğinden birbirine “Alo santro!” diye var güçleriyle bağırarak telefonculuk oynarlar. “Seslerimizi birbirimize Alo Santro! diyerek duyurabilen bir neslin çocukları olarak tarih sayfalarına geçiyorduk,” der Margosyan.

Beşinci öykü “Kaltak” ismini taşıyor. Farklı dinlere inanan, farklı dilleri konuşan toplulukların birbirine komşuluk etseler bile kız alıp vermede katı kuralları olduğu ele alınmış. Süryani Yakup’un kızı Namo, fırıncı Kürt Hüso’nun oğluna kaçmış. Bu öykü, aidiyetlerimiz ne kadar farklı olursa olsun yanlışlarımız hep aynı duygusunu verdi bana. Yanlışlarımız aynı, kabahat saydıklarımız, suç gördüklerimiz, kötü bildiklerimiz ne kadar aynı ve ne acıdır ki ne kadar da değişmemiş!

Altıncı öykü “Malez”, bir kurgu ve anlatı şölenidir; kendi doğumunu anlatır yazar. Doğumda yaşananlar, geleneksel davranışlar, töre ve alışkanlıklar hikâye edilir. Öykünün bir yerinde “gâvur doğmakla durup dururken kendime gâvur eziyeti mi etmiştim?” diye sorar kendine.

Yedincisi “Bozan’lara Gittik” isimli öyküdür. Ailece bir akşam oturmasına gidiş anlatılırken, komşuluklar, insanların birbirine tahammülü, yardımlaşma anlatılıyor ve “dışarda kar diz boyu iken lapa lapa kar yağarken kımbo denen idare lambası ışığı altında pestilin içine ceviz koyarak hiç yediniz mi? Tadını bilir misiniz?” diyerek herkesin kendi çocukluğundan kalmış bir tadın, kokunun ve anların hatırlatılmasına tanık oluyoruz.

“Söyle Margos Nerelisen?” isimli öyküyü yazarımızın babasının anısına adamış. Aynı zamanda bu öykü Heredan’a ve Mıgırdiç’ın babası Sarkis’e adanmış bir destandır. Sarkis’e göre Heredan’ın suyu gibi su hiçbir yerde yok, onun meyvelerindeki tat hiçbir meyvede yok, Heredan gibi şahane bir köy hiçbir yerde yok. Koyu bir hasret, koyu ve derin bir kederdir anlatılan.

Mıgırdiç Margosyan’ın öykülerini dünyaya hükmetmiş halde bile okumaya başlasan, seni ıslak kediye döndürüyor anlatımdaki hüzün. Bu öyküler, eleştiriyor, eğlendiriyor, öğretiyor; mavurlu, buruk bir tortu bırakıyor okuyanın yüreğinde. Çatışma, gerilim, sarsıcı son vb. yok gibi görünüyor ancak sakin sakin anlattığı her olay, çalkantılı denizleri aşmış da gelmiş.

Tertemiz bir dille, mırıl mırıl anlatıyor Mıgırdiç Margosyan, dost ile sohbet eder gibi, bir çocuğa masal anlatır gibi. Ya da mahallenin abisi gençlerle sohbete gelmiş gibi. İddiasız ve yalın öyküler. İddiasız gibi duran öyküler… Acısı ağır başlı, sevinci kederli, sevdası hüzünlü, mutluluğu ise gerçek mutluluk saçan öyküler bunlar. Zorlamıyor ama her duyguyla yoldaşlık etmek istiyorsun zaten.

Margosyan’ı bende bıraktığı izlerden yola çıkarak anlatmaya çalıştım. Gürcüyüm, Gürcüce konuşulan bir ailede büyüdüm. Türkçeyi sonradan öğrendim ve çok sevdim. Dil ile uğraşmayı sevdim. Dil ve diller ile bağlarımı sıcak tuttum. Kişisel tarihimizde göç var. 93 harbi sonrası Batum’dan göç. Ne olduğu, nasıl olduğu hiç anlatılmadı bize ve şimdi merak edip araştırıyoruz, öğrenmeye çalışıyoruz. Ağır bir sözcük göç… Göç etmek, nerede başladığı nerede bittiği çok da belli olmayan uzun bir cümle. Bir ömür sürüyor. İçinde göç hiç bitmiyor insanın.

Bir yerden göç edip başka yeri yurt tutmak da garip bir duygu. Sanki kalbine iki sevda birden sığmış ama sen hiçbirine gerçek anlamda “yar” olamıyorsun. Hangisini daha çok sevdiğini sorduklarında tıkanıp kalıyorsun. Zaman zaman biri ya da diğeri öne çıkıyor, sonra da vicdan azabı çekiyorsun. Eksik misin? Evet. Fazlan mı var? Evet. Bunları anlatmaya bazen hevesin olmuyor. Bazen anlatmasam ölürüm diyorsun. Bu durum, bir yandan da besleyici bir şey yazan için, hikâye eden için… Tam burada Mıgırdiç Margosyan ile yolum kesişiyor. Onun 15 yaşında İstanbul’a dilini öğrenmeye gitmesi de ağır bir göç, “orada, İstanbul’da taşradan gelmiş çocuklardık, saçlarımız tıraş edildi, çok zoruma gitmişti” demişti konuşmasında.

Geldiğin yere sadece fiziksel olarak sen gelmiş olmuyorsun, seninle beraber kültürel mirasın da geliyor. Ninnilerin geliyor, türkülerin geliyor, duaların, bedduaların geliyor. Yemeğin soğanını doğrama biçimin, kaşığın sapını düşürme biçimin geliyor, tüm bir hayat geliyor. Margosyan öykülerinde anlattığı her şeyi İstanbul’da yazdı. Diyarbekir’i anlattı. Hançepek’te ettiği “hanek”, öykü olarak düştü önümüze. “Mazi”den “şimdi”ye getirdiği türkülerin de izidir bu öyküler.

Mıgırdiç Margosyan’ın kalemiyle tanıştıktan tam 27 yıl sonra, “gidişinden” sadece birkaç ay önce bir Zoom toplantısında kendisine öyküleri hakkındaki görüşlerimi anlatma şansı bulmuş, bu tanışmadan kıvanç duyduğumu iletmiştim kendisine. Cumartesi akşamları yaptığımız Zoom toplantılarımıza katılırdı. Açılan küçük ekranda, önce bir parmak belirirdi, ardından bir kırmızı şarap kadehi ve sonra da kareli gömleğinin deseni… Anlardık ki, Mıgırdiç Margosyan katılmıştır aramıza. Herkesi dinler, sonunda da o tatlı dili ve anlatımıyla yorumunu aktarırdı. Sonra biraz rahatsız olduğunu duyduk, katılamadı birkaç toplantıya. Haber yolladı “iyileşeyim, katılacağım” diye. Sonrası olmadı… Gidişinden duyduğumuz üzüntü içinde, onu konuşmak kaldı ardından bize.

Kevser Ruhi