Harriet Beecher Stowe’un “Tom Amca’nın Kulübesi veya Ezilenlerin Hayatı” adlı romanı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni İsmail Ferhat Çekem ile konuştuk.

“Tom Amca’nın Kulübesi”ni çevirmeye nasıl karar verdiniz?
Çevirmen olarak uzun yıllardır İletişim Yayınlarıyla çalışıyorum. 2018 yılı başlarında, o güne kadar yaptığım ve politika başlığı altında toplanabilecek çevirilere ilave olarak edebiyat/kurmaca çevirisi de yapmaya heveslendiğimi yayınevine ilettim. O sırada ellerinde çevirmenini bekleyen kitaplardan biri de buydu; kitabın konusunu ve anlattığı konunun önemini bildiğim için tekliflerini kabul ettim. Bu vesileyle editörüm Necdet Dümelli’ye ve kitabın yayımlanmasında emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür etmiş olayım.
Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?
Üniversite yıllarından bu yana çeviriyle uğraşıyorum. Ankara’da öğrenciydim, bir büroda teknik çeviri yapıyordum ama sıkılmıştım; bir cesaretle İletişim Yayınları’nın kapısını çaldım ve kitap çevirmek istediğimi söyledim. Tanıl Bora, kulakları çınlasın ve sağ olsun, cesaretimi kırmadı, bana bir deneme çevirisi verdi. O deneme çevirisi Toplum ve Bilim dergisindeki bir makalenin çevirisine dönüştü, ardından ilk kitap çevirisi geldi. Bu çeviriler esasen politika, özel olarak da milliyetçilik konularında olduğundan sonraki kitaplar da hep bu genel çerçevede kaldı. Üniversiteden sonra düzenli bir işe girince daha geniş aralıklarla ve daha az sayıda çeviri yapar oldum fakat bir şekilde bu işten kopmamayı da başardım. 2018 yılı başlarında eşimin işi nedeniyle yurtdışına taşındık, ben de bu sayede bütün zamanımı çeviriye ayırma fırsatı buldum.
Politika, ekonomi, sosyal bilimler ve edebiyat/kurmaca alanlarında çeviriler yapıyorum; hem İletişim Yayınlarıyla hem de zaman içerisinde bağlantı kurduğum diğer yayınevleriyle çalışıyorum.
Titizlikle uyguladığım, bir gün bile aksatmadığım bir çeviri rutinim olduğunu söyleyemem; benim için önemli olan kolları sıvayıp çevirinin başına oturmak. Çeviriye nüfuz etmek, hikâyenin içine girmek, karakterleri çözmek tabii ki süreç içinde yaptığım şeyler fakat bunları yapmanın benim için geçerli tek yolu, her gün belli bir süre o çeviriyle uğraşmak. Çevirinin ilk hali bittikten sonra orijinal metinle çevirimi baştan sona karşılaştırır, gerekli düzeltmeleri yaparım. Ardından çeviriyi yaparken metinde işaretlediğim yerlere bilhassa bakarak, imlâ kurallarına uyumu, yazımı karıştırılabilen kelimelerin doğruluğunu kontrol ederek bir kez daha çevirimi okurum. Son olarak, artık orijinal metni hiç karıştırmadan, çeviriyi baştan sona okur, metnin akıcılığını, anlaşılırlığını, hikâyenin içine girilip girilemediğini çevirmen değil de okuyucu gözüyle görmeye çalışırım. Bütün bunlardan sonra çevirim içime siner ve editöre dosyamı iletirim.

“Tom Amca’nın Kulübesi”nin çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
“Tom Amca’nın Kulübesi” benim için pek çok anlamda ilkleri barındıran bir çeviri oldu: ilk roman çevirimdi; yurtdışına taşınalı çok olmamıştı, alışma sürecindeydik; sigarayı yeni bırakmıştım. Bunların hepsinin üst üste gelmesi işimi zorlaştırdı ama, eşimin de desteğiyle, sorunsuz bir şekilde atlattım o süreci. Son okumayı, standart imlâ kontrollerini de kattığımda yaklaşık beş ayımı aldı çeviriyi teslim etmek.
Zorluktan ziyade farklı bir deneyimdi benim için; siyaset, ekonomi gibi alanlardaki çevirilerde terminolojiye hakim olmak, onu doğru kullanmak esasen önemliyken edebiyat çevirisinde duyguyu aktarmak ön plana çıkıyor. Diğer çevirilerimde Türkçe metnin anlaşılırlığından, akıcılığından emin olmak için harcadığım zamanın daha fazlasını bu çeviride harcadığımı rahatlıkla söyleyebilirim.
Yazar kölelik karşıtı argümanını temelde bu sistemin Hıristiyan inancına aykırı olmasına dayandırdığı için kitap boyunca Eski Ahit’ten ve Yeni Ahit’ten bol bol alıntı yapmıştı; bunları gözden kaçırmamak, orijinal metinde kullanılan bir alıntının Türkçe karşılığını metne hakkıyla yansıtabilmek için ilave çaba harcadım, gerekli yerlerde dipnotlarla alıntıyı açıkladım. Kitabın kendisi kadar, kitapla ilgili incelemeleri, yazıldığı dönemde ve sonrasında kitaba getirilen eleştirileri okumanın çok faydasını gördüm çeviri sürecinde.
Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı Harriet Beecher Stowe? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?
“Tom Amca’nın Kulübesi” küçükken okuduğum bir kitaptı ama yazarın diğer eserlerine aşina değildim. Diğer taraftan, köle ticareti olsun, köleliğe karşı verilen mücadeleler olsun, bunlar hakkında belli bir bilgi sahibi olduğumdan kitabın önemini çok iyi biliyordum. Kitabı hakkını vererek çevirmek için okuduğum diğer kaynaklar sayesinde de yazarın hayatı ve kölelikle mücadelede, ailesiyle birlikte, nasıl fiilen yer aldığı hakkında epey bilgi sahibi oldum.
Harriet Beecher Stowe orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?
Harriot Beecher Stowe’un İngilizcesi, üslubu ya da dili kullanımı beni çok zorlamadı. Tabii ki o da yeri geldiğinde uzun, devrik, birden fazla anlama çekilebilecek, iki üç defa okumayı gerektirecek cümleler kurmuştu, fakat bunlar işin olmazsa olmazı diye bakıyorum.
Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?
Bu kitapta beni en çok etkileyen, belirli bir bölümden ziyade kitabın genelinde, yazarın kendi görüşünü dayatmaktan kaçınması ve kölelik sisteminin kötülüklerini öğretici, buyurucu bir tarzda anlatıp insanların ikna olmasını beklemektense, bu sistemin gerek dinî gerekse ekonomik saiklerle hangi kaynaklardan beslendiğini, kimleri nasıl etkilediğini ve nelere yol açtığını köle sahibi beyazların ve kölelerin hayatı içinde, o doğal akışında göstermeyi tercih etmesi. Yazar, kitabın çeşitli bölümlerine yerleştirdiği karakterlerle, onlara olay örgüsü içinde verdiği ağırlıkla, kurguladığı –aslında bazıları birebir, bazıları da kısmen yaşanmış- olaylarla, bu karakterler aracılığıyla okuru tanıştırdığı fikirlerle kölelik meselesinin, bunun etrafında dönen tartışmaların, bu sisteme karşı verilen mücadelenin, o dönemin Amerika Birleşik Devletlerinde, “kölelik devam etsin/kölelik kaldırılsın” ya da “kölelik iyidir/kölelik kötüdür” şeklinde basit bir ayrımdan ibaret kalmadığını gösteriyor. Hem köleliği savunanların pek çok farklı gerekçesi olduğunu hem de köleliğe karşı olanların farklı sebeplerle ve farklı çözüm yollarıyla bu sistemi ortadan kaldırmaya çalıştığını anlatıyor. Kölelik sisteminin olabilecek en adil çözüm olduğuna inanan beyazlar olduğu kadar halinden memnun, sahibiyle arasını iyi tuttuğu sürece iyi yaşayacağına inanan kölelerin olduğunu; sistemin toptan kaldırılmasını ve kölelerin azat edilip beyazlarla eşit şartlarda yaşamasını savunanlar olduğu kadar, köleliğin kaldırılmasını ama hürriyetine kavuşturulmuş kölelerin Afrika’ya gönderilip uzaklaştırılmasını ya da eğitim kurumlarının, ibadethanelerin, toplumsal alanların yine de beyazlarınkinden ayrı tutulmasını savunanlar olduğunu gösteriyor bize kitap.
Amerika Birleşik Devletlerinde kölelik resmî olarak 1865 yılında kaldırılıyor. Kaldırılmasına kaldırılıyor ama sorunlar bir günde çözülmüyor, bugün hâlâ belli ölçülerde devam ediyor. Yazarın o dönemde yaptığı tespitlerin ne kadar doğru, çarpıştırdığı fikirlerin ve yarattığı karakterlerin ne kadar sahici olduğu, ne kadar yaşanmışlıklardan süzüldüğü bugünden baktığımızda bir kez daha görülüyor. Bence yazarın gücü ve kitabın ağırlığı tam da burada. Buna bir de ele alınan meselenin ne kadar hayati olduğunu eklersek, bu kitabı, diğer bütün klasikler gibi, neden çocukluğumuzda okumuş olmakla yetinmememiz gerektiği bence ortaya çıkıyor.
Çok güzel bir röportaj, çevirmenin okuyucuyu kitabı okumaya içtenlik ve bilinçle daveti gerçekten etkileyici.
Çevirmenin esere bakış açısı, çeviri öncesi, sırası ve özellikle çeviri tamamlandıktan sonra, hiç çevirmemiş gibi düz okuma yapması, eserin okuyucuya olabildiğince doğal aktarımı açısından çok önemli. Eğitimimiz süresince çeşitli çeviri kuramları doğrultusunda içselleştirdiğimiz ve kişiselleştirdiğimiz birçok noktanın İsmail Ferhat Çekem’in titizliğiyle bütünleşmesi çok güzel olmuş.