Sevgili İmren,
Teoman Duralı Hoca’nın TRT2’deki programına birkaç kez denk gelmiştim. Benim için bile yavaş ve ağır geçen bu tarz bir sunum bilmem siz yaştaki gençlere ne ifade eder? Sen ki felsefeye ve düşünce tarihine meraklısın, zannetmem ki bu tempoda giden bir televizyon programından uzun süre faydalanasın! Televizyon geniş kitlelere hitap eden bir araç, başka bir format bulunabilirdi diye düşünüyorum. Bana daha çok akademisyenlerin, işin profesyonellerinin birbirini dinledikleri bir program gibi göründü. Ama zaten seminerler, kongreler, çıkarılan dergiler bu işi görmüyor mu?
Neyse, ben televizyon ya da medya uzmanı değilim (sahi, neyin uzmanıyım ben?). Dikkatimi asıl çeken nokta Teoman Hoca’nın vefatından sonra internette dolaşan kayıtlarda söyledikleri oldu. Yazıştığımız konularla da ilgili olduğu için senin de takip ettiğini düşünüyorum. Hoca, bu memlekette Türkçeyi en iyi bilen bir ya da iki kişiden biri olduğunu söylüyor – öbürlerini boş verecekmişiz! Böyle bir iddiaya bilmem ki neden gerek duydu! Onun dışında, Teoman Hoca harf devrimini bir tür soykırım olarak kabul edenlerden. Çin’deki, Japonya’daki devrimleri örnek gösteriyor, orada yazının değiştirilmediğini söyleyerek. Bir felsefe hocasının her ülkenin, her toplumun kendine özgü şartları olduğunu bilmesi gerekmez mi? Önceki mektuplarımızda çok konuştuk, şimdi seni sıkmayayım; meselenin aslında teknik bir konu olduğunu, bir dilin kullandığı alfabe ve işaretlerin diğer dilin seslerine yetmediğini, bu ihtiyacın Cumhuriyet’ten çok önce fark edildiğini ve “soruna” çözüm arayışlarının uzun yıllara yayıldığını hatırlatıp geçeyim.
Ama genel ve toptancı bir yaklaşımı var ki beni asıl o rahatsız etti. Bu denk geldiğim programlardan birinde 1923’te bir karar aldığımızı ve medeniyet değiştirdiğimizi söyledi Teoman Hoca. Sevgili İmren, mektubun tam burasında, vay anasını, demek istiyorum, affına sığınarak! Demek, medeniyet böyle bir şey! Bir gün bir karar aldım, medeniyetim değişti! Posta idaresini, itfaiyeyi, maliyeyi, ticaret yasalarını, parlamentoyu Batı’dan alıyorsun, ordunu yenilerken modelin Avrupa ülkeleri oluyor, on yıllar boyunca Fransa’dan, Prusya’dan uzmanlar, subaylar, hocalar gidip geliyor ve sen Batı’ya talebeler gönderiyorsun ama karar 1923’te alınmış oluyor! Peki bu nasıl oluyor?
Başka incileri de var Bay Duralı’nın! (giderek Ataç gibi konuşmaya başlamamı neye bağlamalı, İmren? İhtiyarlık huysuzluğuna mı?) Hoca, adı Felsefe Söyleşileri olan programında –birisi nedense biraz daha yüksekte olan bir taburede oturan– iki öğrencisine dersini anlatırken, Cumhuriyet döneminin başındaki takvim, saat ve ölçülerde yapılan yeniliklere hafif dokunarak geçtiği sırada “İslami saat” diye bir tabir kullandı! Bence böyle tuhaf, bağlamsız bir ifade bir Felsefe hocasına, siz gençlerin diliyle söyleyeyim, hiç yakışmadı!

Sevgili İmren, hatırlatıp geçeyim diyorum ama hadiseler izin vermiyor. Gerçi bu da boş bir laf oldu, benim yaşımda insanın hayatında artık hadiseler yoktur, en fazla işte dergiler, kitaplar, dostlarla edebiyat sohbetleri, sosyal medyada okuduğum yorumlar, seninle yazışmalarımız… Benim hayatımdaki “silsilei hadisat” bundan ibarettir, sevgili kızım. Sözü, Ahmet Büke’nin geçenlerde paylaştığı güvercinli fotoğrafa getireceğim. Gördün mü onu? I. Dünya Savaşı sırasında ordumuza hizmet eden bir posta güvercini iki askerin ortasında mağrur bir edayla poz vermiş. Değerli yazar Büke’nin haklı olarak, “başka bir memlekette olsaydı ikonik fotoğraflardan biri olurdu” notuyla paylaştığı bu gönderinin altına yazılan yorumlar kafaların ne kadar karışık olduğunu ortaya koyuyor. Fotoğrafta güvercinin durduğu (konduğu?) masadaki örtüde eski yazıyla birkaç cümle var ve orada ne yazdığına dair pek çok yorum yapılmış. “Kek güvercin” diyen de var, “Gök güvercin” diyen de. Buna, “Gök olması için vav harfi gerekir,” denilerek itiraz edilmiş mesela. Sonra “Kel güvercin şeklinde okunabilir,” diyen mi ararsın, “asıl gül böyle yazılır, belki bu Gazi kuşun adı Gül’dür,” diyen mi? Yorumculardan biri ayrıca “Türkçe kelimeler yazılırken bazen sesli harfler kullanılmayabiliyor” notunu düşmüş. Bu “bazen kullanılmayabiliyor” sözü sorunlu değil mi? Demek, bazen de kullanılabiliyor. Hangi durumlarda? Kim karar veriyor buna? Kural nereye kadar esnetilebiliyor?
Bildiğin üzere, bugün bir sosyal medya gönderisinin altında tatlı tatlı süren bu tartışmalar 100-150 sene önce yoğun bir entelektüel gerilimin konusuydu ve üstelik bir milletin kaderini tayin edecek kuvvetteydi. Ermeni ve Rum çocuklar okumayı birkaç ayda sökerken bizimkilerde bu iş neden yıllarca sürüyordu? Tanzimat döneminde konuya ilk dikkat çekenlerden biri olan Münif Paşa’dan başlayarak, Sultan Hamid’e sunulan layihalara kadar giden bir hatta Avram Galanti’nin ve Satı Bey’in karşı argümanları, Necip Asım’ın sesli harf ihtiyacı yönündeki haklı tespitleri, Enver Paşa’nın alfabede reform girişimleri… Sosyal, kültürel ve tarihi boyutları taşıyan ama temelinde dilbilimsel bir özü olan bu tartışmaları o yıllarda dikkatle izleyen genç bir subay vardı ve o, ilerde devlet başkanı sıfatıyla konuya bizzat ilgilenecek, 1928 yılında meseleye radikal bir neşter vuracaktı. Bahsettiğim bu öz yaklaşık yüzyıl sonra ünlü tarihçi İlber Ortaylı’nın şu cümlesinde ifadesini bulur: “Türkçe gibi sekiz tane sesli harfin kullanıldığı ve telaffuz edildiği bir dili Arap harfleriyle yazmak mümkün değildir.”
Sevgili İmren, görüyorsun, hatırlatıp geçmek mümkün olmadı, eskilere kıyasla daha tafsilatlı bir mektubun içinde buldum kendimi. Ama ne yapabilirim, ben de hep yeni bir şeyler öğreniyorum, her gün yeni bir yükle yükleniyorum. Bazen bir makaleyi ikinci, üçüncü kez okumam gerekiyor. Velhasıl bu ikinci okumaların çok faydasını görüyorum. Sen de ihmal etme bunu. Bir metnin içinde ikinci kez yola çıktığında göreceksin ki o esnada zaman bile daha farklı bir mahiyette çalışır – detaylı bir konudur bu, başka bir mektupta konuşuruz.
Son olarak, mektuba kendisiyle başladığım ve yine onunla bitirmeyi uygun gördüğüm Teoman Duralı Hoca’nın “Türkiye’nin yeniden bağımsızlığını kazanması yazının değiştirilmesine mi bağlıydı?” şeklindeki anakronik sorusunu yine onun tespitlerinden biriyle yanıtlamak mümkündür diye düşünüyorum: Biz millet olarak felsefeye pek yatkın değiliz.
Belki bu her şeyi açıklıyordur!
Şimdilik hoşça kal, sevgili kızım. Gözlerinden öperim.
Mesut Barış Övün
Harika bir yazı hocam, kaleminize sağlık. Gerçekten vurucu tespitler var. Felsefe gerçek manada yapılsa her zaman gelişmeye yardımcı olacaktır. Burada yapılmaması gereken “felsefe” çok farklı bir durum. Dilerim yeterince anlayanlar olur.