“(TİP içinde) Doğu’lular, şimdiye dek haklı haksız, “derebeği” elemanlara kapılmış gösteriliyorlardı. Doğu’da derebeği kadar, belki onlardan çok aşiret başkanları bulunur. Onların kökleri İlkel Komuna biçimlerine dek uzanır. Bu İlkel Komuna şeflerini, ezberlenmiş “derebeği” kalıbı içine hemen sokmak büyük saçmalık olur. (…)Doğulu kardeşlerimiz, en acıklı biçimlerde madde ve mânaca çok çekmiş insanlarımızdır. Populizmin ütopyalarına kaymamak şartıyla, Doğu’daki ilkel sosyalizm kalıntılarının, modern işçi sınıfı sosyalizmi açısından değerlendirilmemesi softalık olur.”

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Devrimcilerde Başsız Develik, 15.12.1970

Cengiz Aytmatov

“İki masalı vardı onun.” Böyle başlıyor Beyaz Gemi. Cengiz Aytmatov’un en sevdiğim kitabı.

Ünlü Fransız şair Aragon “Cemile”yi okuduktan sonra Aytmatov’un eserlerini Avrupa’ya taşımış ve bu eseri Romeo ve Juliet ile kıyaslayarak “dünyanın en güzel aşk öyküsü” yorumunda bulunmuştur. Gerçi “aşk öyküsü” eğer gerçekten aşk’ı bir yerinden yakalayabiliyorsa, dünyanın her yerinde sadece “aşk öyküsü”dür. ‘En güzel’i filan olmaz, hepsi güzel’dir. Buna, Batı’lıların “egzotizm” merakı da denilebilir belki. Bir de, biraz yukarıdan bakarak, Doğu’dakilerin ağzına bir parmak bal çalma da olabilir mi? Sovyetler o zamanlar henüz ayakta ya, Allah bilir, dinibütünlerin kâbe’ye hürmeti de katılabilir mi işin içine, bilemiyorum.

İtiraz etmiyorum, Cemile de çok güzel olabilir. Selvi Boylum Al Yazmalım’ı okumadım, ama Kırgızistan’dan binlerce kilometre uzakta, Türkiye’de çevrilen filmini, Atıf Yılmaz’ın o sıcacık filmini defalarca seyrettim, bir o kadar daha zevkle seyredebilirim. Ama –bana göre–Sovyetler’in en acı destanı sayılabilecek ve belki de hiçbir yazılı kitapta öngörülemeyecek kadar büyük sanatçı önsezisiyle sonunu da haber veren acı öykü Beyaz Gemi’nin görmezden gelinmesini nedense bir türlü hazmedemiyorum.

Elimde iki çevirisi vardı onun.” Bu yazıya böyle de başlayabilirdim. Birisi Güneş Bozkaya-Kollontay çevirisi. 1970 yılında Hür Yayınevi tarafından basılmış. Öteki ise Mehmet Özgül’ün çevirisi, elimdeki nüshası 2003 yılında Cem Yayınevi tarafından basılmış. Ama ikisinin arasında inanılmaz bir fark var. Acaba terslik hangisinde?

Aslında geç kalmış bir yazı bu. Tersliği fark ettiğimde 70’li yılların ortalarındaydık. O zamanlar bu yazının muhatapları henüz hayattaydı. Bir türlü vakit bulup konuyu gündeme getiremedim. Ama şimdi çok geç. Güneş Bozkaya, Çernişevski’den Nasıl Yapmalı çevirisinin 2000 yılı baskısının arka kapağında yazıldığına göre 1982’de aramızdan ayrılmış. Şöyle yazılmış: “Bu ölümsüz eser, Türkiye’de ilk kez, 1972 yılında YAR YAYINLARI arasında yayınlandı. Büyük ilgi ile karşılanan NASIL YAPMALI’yı Rusça aslından dilimize, 1982 yılında yitirdiğimiz onurlu insan, değerli çevirmen GÜNEŞ BOZKAYA kazandırdı.

Şimdi işin aslını astarını kimden sorup öğrenebileceğiz? Belki de hâlâ “Komünist Partili” yayıncı (Hür Yayınevi’nin sahibi) Yusuf Ziya Bahadınlı’yı bulabiliriz. Acaba bildiği bir şeyler var mıdır diye.

Belki de bazı arkadaşlar, bunca yıl sonra ne diye böyle “incir çekirdeğini doldurmaz” bir çeviri çelişkisi için insanları yattıkları yerde rahatsız etmeye kalkıştığımızı sorgulayabilirler. Elbette ki, NASIL YAPMALI kitabının arkasına yazılı sözlerle Güneş Bozkaya’nın “onurlu insan” olduğuna biz de inanıyoruz, ama onun “değerli bir çevirmen” olup olmadığını herhalde bugün bile sorgulayabiliriz. Konuyu biraz daha açtığımda ise bunun epeyce “incir çekirdeği” doldurabileceği görülebilecektir sanırım.

Üstelik, 70’li yıllarda sadece iki çevirisi varken, belki 1990’da Sovyetlerin yıkılışından sonra, bizim sağ kesimin de Cengiz Aytmatov’u daha bir sahiplenmesiyle bir çok çevirisi yapıldı Beyaz Gemi’nin. Çoğunu kontrol ettim. Ama Güneş Bozkaya tarafından yapılan çeviride tespit ettiğim eksiklik hiç birinde yoktu. Demek ki, Güneş Bozkaya’nın çevirisinde bir problem var, öyle anlaşılıyor.

Geçenlerde Güneş Bozkaya çevirisinin yeniden Elips Yayınları tarafından yayınlandığını fark ettim. Aynı eksiklik bu yeni baskıda da tekrarlanıyordu. Bu yazı biraz da bu yüzden raftan indirilip yeniden düzenlendi.

Eksiklik dediğim ise öyle az buz bir şey değil, romanın sonlarında yer alan ve bence romanın ÖZÜ sayılması gereken, insanı ağlatacak denli duygusal şu kısacık bölümdü:

“Yüze yüze kaçtın sen. Kulubek’in gelmesini bile beklemedin. Oysa ne diye yola çıkıp koşmadın? Yolda koşsan Kulubek’i yüzde yüz görecektin. Daha uzaktan tanırdın kamyonunu. Hemen duruvermesi için elini kaldırman yeterdi.

– Nereye? diye sorardı Kulubek.

– Senin yanına! derdin sen de.

Seni yanına oturturdu hemen, ikiniz birlikte yola düşerdiniz. Önünüzde kimsenin görmediği Boynuzlu Geyik Ana koşar dururdu. Ama yalnız sen görürdün onu.” (“Beyaz Gemi”, Mehmet Özgül çevirisi, s. 148.)

Okuyanlar bilir: Beyaz Gemi’de yer alan bütün karakterler az çok sembolik bir anlam taşır. Geyik Ana efsanesine inanan ve bunu öksüz torununa anlatıp duran Mümin Dede ilkel komüna geleneklerini ve insan üretici gücünü temsil eder. Üçkâğıtçı Orozkul (Orostopol diye çevrilse de yeridir!) yeni sosyalizm düzeni hiyerarşisi içinde bir makam kaparak rüşvetle, irtikâpla kendine türlü menfaatler sağlayan, alttaki ilkel komüna insanlarını ezen, onları modern sosyalizmden soğutacak şekilde o saf ve temiz inançlarını “gericilik” diye üst makamlara ihbar edeceği tehditlerini savuran asalak bürokratik kasttır. Öksüz çocuk, Orta Asya bozkırlarında Sovyet devriminden sonra doğan yeni kuşaktır. Gözünü çok uzaklarda, Issık Göl’de hayal meyal görünen Beyaz Gemi’ye dikmiştir. Beyaz Gemi ise olsa olsa modern sosyalizmi temsil eder ve öksüz çocuğu Orozkul’un zulmünden kurtarıp oraya götürebilecek tek güç ise modern işçi sınıfını temsil eden kamyon şoförü Kulubek’tir. Öksüz çocuk Orozkul’un zulmünden bunalarak, dedesinin masallarının da etkisiyle, balık olup Beyaz Gemi’ye ulaşacağını düşleyerek kendini dereye atmasa, “yola çıksa, biraz koşsa” Kulubek’i görebilecektir. İkisinin ittifakı karşısında hiç bir şey duramayacaktır. Ve onlara yol gösteren de, epeydir (7000 yıllık sınıflı toplum süresince) ortalıkta görünmeyen ve şimdi yeni yeni, modern sosyalizmin yüzü suyu hürmetine yeniden insanoğluna görünmeye başlayan Geyik Ana (kollektif aksiyon üretici gücü) olacaktır.

Sovyet sosyalizmi, yeni insanı yaratamadığı için, modern işçi sınıfı ile ilkel komüna geleneklerini buluşturamadığı için, aradaki “Orostopol”ları bir türlü ortadan kaldıramadığı için çöküp gitti. Sovyet düzeninde Moskova Komünist Partisi Şefliğine kadar yükselebilen Boris Yeltsin adlı ayyaşın, yıkılıştan sonra neredeyse Çarlığı geri getirmeye kalkışacak kadar çürümüş, ikiyüzlü bir gerici olduğu ortaya çıktı. Tabii, burada birçok “tarihsel, sosyal, ekonomik şartların” zorlamasından söz edilebilir…

Ama Nâzım Hikmet’in Şeyh Bedrettin Destanı’nda dediği gibi:

“Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların 
zarurî neticesi bu! 
deme, bilirim! 
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. 
Ama bu yürek 
o, bu dilden anlamaz pek. 
O, ‘hey gidi kambur felek, 
hey gidi kahbe devran hey,’ 
der.”

İşte Beyaz Gemi de, o büyük çöküşün çatırtılarını sanatçı sezgisiyle önceden duyup yazılmış acı bir destan’dır, çok duygusal bir ağıttır, bir trajedidir.

Roman boyunca yavaş yavaş geliştirilen o trajedinin tepe noktası ise Güneş Bozkaya’nın çevirisinde kitaptan sökülüp atılan o kısacık pasajdır. O pasaj atıldığında ise geriye kalan sadece bir takım akıldışı masal ve efsaneler arasında yitip giden zavallı bir çocuğun acıklı hikâyesi olmaktadır.

İşin ilginç tarafı, belki de Cengiz Aytmatov bile neyi yazdığının tam olarak farkında değildir. Beyaz Gemi nedeniyle –muhtemelen bürokratlaşmış edebiyat erbabı tarafından– kendisine yöneltilen eleştirilere karşı, yazdıklarını çok basit bir iyilik-kötülük savaşı çerçevesinde yorumlayarak, o günkü Sovyet toplumundaki birebir muadillerini açıkça ortaya koymaktan çekiniyor:

“Bir okuyucumun bana yazdığı mektupta dediği gibi, Urazkul’u tutuklatamazdım; Mümin Dede’ye emekli maaşı bağlatarak bir huzurevine gönderemezdim; çocuğu şehirde bir yatılı okula yerleştiremezdim. Bu davranış çok iyi olurdu elbette, ama, kötülüğün de bir genel affa uğratılması demek olacaktı.” (“Beyaz Gemi”, Hür Yayınevi baskısı, s. 159.)

***

Şimdi çok açık bir şekilde görülen ve belki de bilerek yapılmış bu çeviri tahrifatının sebeplerini acaba nasıl yorumlayacağız? 60’lı 70’li yıllarda sık sık gündeme gelen, Marksist klasiklerin çevirileriyle ilgili tahrifat iddiaları gibi bir şey de değil bu. Çünkü o iddialarda genellikle bir kelimenin veya kavramın yanlış çevirisi söz konusu olabiliyordu. Burada ise can alıcı bir pasajın komple çöpe atılması ile karşı karşıyayız. İlk defa karşılaşıyoruz böyle bir sorumsuzlukla. Acaba, Güneş Bozkaya’nın esas aldığı Sovyet baskılarından birinde de böyle bir durum mu var, bilemiyorum.

Ama 70’li yıllarda Türkiye sosyalist ortamında yaşanan sert bir tartışmayı da hatırlıyoruz…

Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin yayın organı İlke Dergisi’nde 1975 Eylül ayında yayınlanan Dr. Hikmet Kıvılcımlı “eleştiri”sinden sonra Parti içinde çıkan ve sonunda Doktorcu’ların ayrılmasıyla –veya atılmasıyla– sonuçlanan hararetli tartışma en fazla “insan üretici gücü” kavramı üzerinde yoğunlaşıyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı bir yana bırakıp Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” eserinden “aynısının tıpkısı” pasajları da önlerine koysak, sırf bu kavramı Dr. Hikmet Kıvılcımlı antika tarih analizinde altını çizerek kullandı diye, bir takım “Doktor düşmanları”nı ikna edebilmemiz nedense bir türlü mümkün olamıyordu.

Aynı sakat zihniyetin geçmişteki temsilcilerinin bu konudaki tavırlarını ise Doktor’un anılarında sonradan öğrenmiştik. Anılar’da yazıldığına göre Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tarih tezi 40’lı yıllarda şekillenmiş ve elyazmalarını yarım yamalak okuyan bazıları fısıltı gazetesinde Doktor’un Nazi teorisine kaydığını bile iddia edebilmişlerdi:

“ Şefık Hüsnü, okumuş mu bilmem.

“- Eyvah! etmiş. Hikmet yoksa Nazi teorisine mi kayıyor? Aman dikkat!”

Selahi’ye güldüm:

“- Etme, be yahu! dedim. Barbarlar Nazi demagojisine alet edildi diye, ilkel komuna insanı var olmaktan nasıl çıkarılır? Hoş, koca Engels’in “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Orijinleri” kitabı hiç okunmamış mı? Engels, Hitlerci serserilerin tarih tahriflerinden 70-80 yıl önce Tarihöncesini öğmüştü. O da mı Nazi?.. Neyse, iyi okunmamış yazdıklarım. Olur. Bir gün tartışırız. Belki ben de yanılıyorum. Ne var ki konu ilginçtir. Derinleştirmeye değer.”

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Günlük Anılar”, 11.7.1971

***

Toprağı bol olsun, Rusçadan pek çok değerli eseri çevirdiği için müteşekkir olduğumuz rahmetli Güneş Bozkaya’nın çevirisinde karşılaşılan eksiklik de, mertçe ve açıkça eleştirilip çözümleneceğine böyle gizli kapaklı tekrarlana tekrarlana deve kinine dönüşmüş düşmanca bir hırstan kaynaklanmış olmasın sakın?

Evet, biraz fazla şüphecilik olduğunun ben de farkındayım, ama bu inanılmaz tahrifatın gerçek sebebini öğrenmedikçe, sormadan da edemiyorum…

Mehmet Aslan