Geçtiğimiz Cuma günü Dünya Çeviri Günü’ydü. Eski Ahit’in İbranice orjinalinden eksiksiz Latince tercümesini tamamlayan ilk çevirmen Aziz Jerome’un ölüm tarihi olan 30 Eylül, 1953 yılından bu yana Dünya Çeviri Günü olarak kutlanıyor.
Kutlanıyor kutlanmasına ama memleketin hali pürmelali ortada: Ekonomik kriz giderek büyüyor. Enflasyon, hayat pahalılığı ve yoksullaşmaya eşlik eden kültürel çoraklaşma da cabası. Hayatını kitap çevirmenliği yaparak idame ettiren çevirmenler bugünün koşullarında ne yapıyor? Edebiyat okurları iyi kitaplar okumak istiyor: Zamanını ve parasını harcadığı kitabın iyi çevrilmiş, iyi basılmış olmasını diliyor haliyle. Peki, çevirmenlerin koşulları buna uygun mu? Kitap çeviri süreçleri nasıl işliyor? Yayınevleri yeterli zaman veriyor mu? Çevirmenler emeklerinin karşılığını alabiliyor mu? Bu sorular etrafında sorunlarını dinlemek için mikrofonu çevirmenlere uzattık.
Nice edebi eseri onların sayesinde okuduk, bu soruşturmayı da yanıtladılar: Değerli çevirmenler Günay Çetao Kızılırmak, İsmail Ferhat Çekem, Süleyman Doğru, Makbule Aras Eyvazi, Deniz Koç, Seda Çıngay Mellor, Çağla Taşkın, Mehmet Deniz Öcal, Zeynep Öztekin Yıldırım ve Püren Özgören’e çok teşekkür ederim.
Onur Çalı

Günay Çetao Kızılırmak: Çevirmenlerin yalnızca bugün değil, genel olarak nasıl ayakta kalabildikleri meçhul bence. Şu anki durum bir nevi sıcak çatışma ortamıysa rutinimiz sözgelimi partizan savaşı. Bildiğim kadarıyla kimse çeviriyle geçinmeye çalışmıyor – benim tanıdığım çevirmenlerin hiçbiri. Bu denenmiş ve yürünememiş bir yol. Ben de dâhil birçok arkadaş çeviriyle kıt kanaat bile olsa geçinebileceğimizi bilsek “asıl” işlerimizi bırakmayı düşünebilirdik. Sevmekse var, üretme isteğiyse var, mücadelecilik, yoksulluğu göze alma var ama sefaletin en alt basamaklarına inmek kimseden beklenebilecek bir özveri olmadığı gibi hiçbir şeyin çözümü de değil. Bildiğim kadarıyla çoğunluk birkaç hayatı aynı anda yaşayarak, dile ve kültüre yakın ya da uzak alanlarda çalışırken bir yandan da kitap çevirme gayretini sürdürüyor. Dışarıdan bunun bir tür sızlanma gibi göründüğünü anlayabiliyorum, içeriden de öyle görünüyor aslında – herhalde kendi aramızda bile bunları konuşmaktan sıkılmamızın üzerinden nereden baksanız yirmi yıl geçmiştir. Değişmeyen tek şeyse bu gerçeklik. Bir zemin olarak sadece ÇEVBİR var ayaklarımızı basabildiğimiz. Yalnızca hak takibi ve piyasaya belirli normların benimsetilmesi bakımından değil, içindeki ilişkiler ve dayanışmayla, her şeye rağmen mesleki gelişime önayak olma çabalarıyla da çok anlamlı bir iş yapılıyor orada.
Daha somut olarak söylemek gerekirse: çevirilerimiz –kolay kolay– ya basılamıyor ya tekrar basılamıyor – hiç değilse iyi niyetli yayıncılarla ilişkilerimizde durum bu. Basılamayan her kitap (yapılamayan her yeni baskı) alınamayan telif demek. Kötü niyetli yayıncılar telefonlara, maillere dönüş yapmamaya devam ediyor istikrarlı bir şekilde.
İyi çeviri okumayı istemeyi anlıyorum. Ben de detektör gibi okuduklarımda hatalar, kusurlar buluyorum, bazen içlerinden çıkamayıp başka çeviriler arıyorum. İyi kitapların nasıl basılacağı herkesin malumu. Tek başına kurtuluş yok. Yayınevlerinin mutfağında daha çok insan çalışmalı, çevirmeniyle, redaktörüyle, editörüyle bu insanların yeterli zamanı, sınırları çizilmiş iş tanımları, e tabii iyi kötü geçimi, güvencesi ve muhakkak soluklanma ve dinlenme hakları olmalı. Hayat bayram olmalı değil, hayat normal olmalı öncelikle.
Sözün özü, her yıl olduğu gibi bu yıl da çevirmenlerin sorunları değişmedi ve hatta ekonomik krizle beraber derinleşti. Her yıl olduğu gibi bu yıl da meslek içi dayanışma dışında bir tatlı huzur yok.

İsmail Ferhat Çekem: Çeviri için verilen süre konusunda sıkıntı yaşamadım bugüne kadar; büyük ihtimalle bunun sebebi, çevirdiğim kitapların çok-satar olacak, vakit kaybetmeden Türkçesinin yayımlanması gerekecek kitaplar olmaması.
Yeni yayınevleriyle temas kurmak, onlardan iş almak bazen sorun yaratıyor. Sorumlu kişiye ulaşmak, kendini tanıtmak için büyük çaba harcamak lazım. Yayınevlerinin ilk defa çalışacağı bir çevirmenden deneme çevirisi istemesi makul bir yöntem ama o çeviriyi zamanında ve hakkıyla incelemek, çevirmene işine yarayacak geri bildirimler vermek konusunda yayınevlerinin dönüp kendilerine bakması lazım.
Çeviriyi teslim ettikten sonra sorunlar başlıyor benim açımdan. Yayın süresinin uzaması, ötelenmesi maalesef hep karşılaştığım durumlar. Sözleşme aşamasında verilen takvime uyulmadığı gibi, “Gecikme bizden kaynaklanıyor, buyrun bu da telif ücretiniz,” diyen yayınevi görmedim; hep benim talep etmem gerekti.
Çevirilerin basımındaki gecikmelerin maddi etkisini bir kenara bırakacak olursak, çalıştığım yayınevleriyle sözleşmedeki maddi koşullara uyulmaması, ödemelerin aksatılması gibi bir sıkıntı yaşamadım.
Ne var ki son zamanlarda bazı yayınevlerinin hem ilk baskının telif ücretini düşürdüğüne hem de ikinci ve sonraki baskılarda daha düşük bir oran önerdiğine tanık oluyorum. Bu usulü öneren yayınevlerinin kendilerini çeşitli gerekçelerle ikna ediyor olması, çevirmene hak ettiği maddi karşılığı vermemeyi seçtikleri gerçeğini değiştirmez. Bu şekilde çalışmayı reddedemeyecek durumdakileri düşünerek hepimizin buna karşı çıkması gerektiğine inanıyorum.

Süleyman Doğru: Çevirmenlik her şeyden önce bir gönül işi, bir tutku işi, bu yüzden ülkenin içinde bulunduğu şartlar, ekonomik sıkıntılar ve diğer sebepler metinle karşı karşıya kaldığınızda aklınızdan tamamen çıkıyor ve cebelleştiğiniz cümleyi en doğru şekilde Türkçeye aktarmaya odaklanıyorsunuz. En azından ben böyle hissediyorum, kalıcı bir iş yaptığımın bilincindeyim ve elimdeki metni ucu açık bir geleceğe elimden gelen en güzel şekilde bırakmak o sıradaki yegâne kaygım oluyor. Bu kadar kötüsünü hiçbir zaman görmemiş olsam da bu ülkede geçen yaklaşık yarım asırlık ömrüm boyunca endişesiz, tasasız, umut dolu bir dönem yaşadığımı hatırlamıyorum. Gündelik hayatımızda yaşadığımız sorunlar fani şeyler ama edebiyat kalıcı ve ben özellikle geceleri (neden bilmiyorum) edebiyata daldım mı her şeyi unutabiliyorum. Yoksa biz çevirmenlerde sorundan bol bir şey yok: Başka bir işi olmayan çevirmenlerin sosyal güvenceden mahrum olmaları, azalan baskı sayılarından ötürü düşen gelirler, pandemi döneminde yaşanan sıkıntıların artçı etkilerinin hâlâ devam etmesi, teliflerin ödemesinde yaşanabilen gecikmeler vs. bazen işleri içinden çıkılmaz hale getiriyor. Ama bütün bunların çevirinin kalitesini etkileyeceğini düşünmüyorum. Çünkü çeviride nitelik bir etik meselesi ve bu duyguya sahip bir çevirmen şartlar ne olursa olsun elinden gelenin en iyisini verecektir.

Makbule Aras Eyvazi: Çevirmenin önemi henüz yeteri kadar anlaşılmasa da bu konuda bir ilerleme gösterdiğimizi düşünüyorum. İyi bir çeviri okumak için çevirmen adı takip eden insan sayısı da artıyor. Bir yazara bağlandıktan sonra bütün yazdıklarını takip eden okurlar gibi çevirmenin, çevirideki özeni, dil tadını yakalama gayreti bir okur kitlesini de peşinden sürüklemeye başladı. Umut verici, iç ferahlatıcı bir gelişme bu.
Yayınevlerinin, çevirmenle yaptığı sözleşmedeki zamanlamaya sadık kaldıklarını ise birkaç yayınevi dışında pek görmedim. Genel olarak çevirmenden kararlaştırılan sürede alınan çevirinin, ne zaman basılacağı bütünüyle yayınevlerinin tasarrufunda. Beş yıldır bir yayınevinde yayımlanmasını beklediğim bir çeviri var mesela. Akıl alır gibi değil, beş yıl! Mail yazıp aramaktan ben yoruldum, ama onlar işi savsaklamaktan, her seferinde sonsuz bahaneler üretmekten yorulmadılar. Yayınevi mahcup olan, özür dileyen bir oluşum değil çoğu kez ve maalesef. Bu konuda özenli olan, çevirmen telifini hiç aksatmayan, zamanlamaya mümkün olduğunca sadık kalan birkaç yayınevi var. Ama hepsi bu, birkaç!
Emeklerinin karşılığını alıyor mu peki çevirmenler? Elbette hayır, iğneyle kuyu kazıyorsunuz ama bir kitabın çeviri telifi, işin içinde olmayanların inanamayacakları kadar az. Yaptığınız çeviri sekiz on baskıya ulaşırsa ve sağlam bir yayıneviyle çalışıyorsanız, yani her telif için ödeme yapmayı size lütufta bulunuyormuş gibi algılamayan bir yayınevinden söz ediyorum, o zaman kayda değer bir telif almış oluyorsunuz.
Emeğin karşılığı meselesine gelince… Çeviride bu mümkün müdür bilmiyorum. Bu kadar zahmetli bir işi, iş olarak görmeyip dilin yarattığı haz, o muhteşem serüven için yapma lüksünüz varsa o zaman şanslısınız ki ben bu şanslı azınlıktanım. Çeviri dışında bir gelir kaynağınız yoksa çevirinin hazzından bahsetmek öyle sanıyorum ki mümkün değil. İnsanın aralıksız, sosyal hayatı neredeyse sıfırlayarak çeviri yapabilmesi insani olabilir mi ve insani olmayan bir eylem hazla buluşabilir mi?

Deniz Koç: Kitap çevirmek zihnen yoran, zaman isteyen bir iş. Hakkıyla yapmak demek ayrıntılara takılmak demek, araştırma yapmak demek, anlamaya ve doğru bir şekilde aktarmaya çalışmak demek. Basit bile olsa bir cümleyi çevirip geçmiyorsunuz, tekrar tekrar dönüp onunla uğraşıyorsunuz, bütünlüğü ve üslubu gözetiyorsunuz. Yayınevleri genellikle buna yetecek zaman veriyor fakat yalnızca çeviriyle geçinmeye çalışan birinin masraflarını karşılaması için elindeki işi bir an önce teslim etme derdi var. Çünkü parasını da çeviriyi teslim ettiğinde değil, aylar sonra alacak. Çevirmenler, sömürü düzeninin en altta kalanları olarak sırf edebiyata, kitaplara, dile olan manevi bağları sayesinde, çevirdiği kitabı bir gün elinde tutma hayaliyle yeni eserler üretmeye devam ediyorlar. Ekonomik şartların bu üretimi ve romantizmi giderek imkansız hale getirdiği kanısındayım. Bu bunaltan ortamda iyi ki ÇEVBİR var, en azından yalnız olmadığını ve her konuda destek alabileceğini bilmek bir umut kaynağı.

Seda Çıngay Mellor: Koşullar herkesin malumu tabii. Kitap çeviri sürecinde bu koşullar dolayısıyla bir değişiklik oldu mu sorusuna cevabım hayır, yine aynı şekilde sözleşme-çeviri teslimi-kitabın basılması diye ilerliyoruz. Değişiklik benim açımdan daha ziyade baskı sayılarında oldu. İlk baskı şimdiye dek genellikle 2000 adetken son altı ayda birkaç çevirim 1000 ya da 1500 adet basıldı. Aldığım ödeme de ona göre düştü elbette. Gerçi bir yayınevi 1000 basmasına karşın 2000 üstünden ödeme yaptı, onu da belirteyim. Başka bir kitabı başta düşündüklerinden daha düşük bir fiyatla satışa sundular, bu da yine çevirmen telifinin beklediğimden düşük olmasına yol açtı.
Zaman konusu benim için hiç sorun olmuyor, gecikmelerim daima anlayışla karşılandı şimdiye dek. Yayınevi için acil bir durum söz konusuysa, o zaman da ben gece gündüz çalışıp yetiştiriyorum, karşılıklı anlayış çerçevesinde hallediyoruz.
Bu işte emeklerin karşılığını almak mümkün mü, onu bilmiyorum. Şanslıysanız çok satacak bir kitap için telifli sözleşme yaparsınız, kitap peynir ekmek gibi sattıkça siz de para kazanırsınız. Her çevirmenin rüyası. Ama tabii kazın ayağı pek öyle değil. Yayınevlerinin tek ödemeyle çalışmak ya da yeni baskılarda çevirmene daha düşük orandan telif ödemek istemesi çok sık görülüyor. Ben bu açıdan şanslı olduğumu söyleyebilirim, yılların tecrübesiyle artık yayınevlerini çok dikkatli seçiyorum ve istemediğim koşullara mecbur kalmıyorum. Ama hanemizin esas geçim kaynağı benim işim değil, ev geçindirmeye kalksaydım tek başıma mümkün olmazdı. Öte yandan, pek çok çevirmen gerçekten üç kuruş denebilecek ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor, zaten o üç kuruşu almak bazen deveye hendek atlatmaktan zor oluyor. Tek seferlik ödemeyle çalışan ve çevirmene sayfa başı 15 lira teklif eden yayınevleri var mesela. İki yüz sayfalık bir kitap olsa, bir ayda çevrilse, çevirmenin alacağı para 3000 lira. Asgari ücret bile değil, ki çevirmen sosyal güvencesiz, sağlık sigortasını kendi cebinden ödüyor, evden çalışıyor, aylık yemek kartı yok, daha sayayım mı? Saymayayım, içim daraldı.
Benim için en büyük sorun, basılması geciken çeviriler. Bu yüzden artık sözleşmelere kitabın belli bir sürede basılacağına dair madde koydurmaya çalışıyorum, çalışacağım. Çeviriyi teslim edip ufak bir avans aldıktan sonra ödemenin tamamı için kitabın basılmasını beklemek ölüm. Hesabı şöyle anlatmaya çalışayım, henüz basılmamış on sekiz çevirim var. Kitap başına 5000 lira alacak olsam, şu anda kâğıt üstünde 90.000 liram var ama sadece kâğıt üstünde. Beşinden umudu zaten kestim aslında, emekler çöpe. Mesela bir yayınevi kitabı çevirtti, dört yıla yakın bir süre bekledikten sonra basmamaya karar verdi. Çeviri elimde kaldı mı, kaldı. Şimdi başka yayınevi arıyorum ama henüz bulamadım. Başka bir yayınevinde neredeyse üç yıldır bekleyen iki çevirim var, sürekli soruyorum, ha bugün ha yarın, hâlâ bekliyoruz.
Geçenlerde iki kitaplık bir teklif aldım, yalnız çevirilerin ne zaman basılacağı belli değil, bir de ödemeyi teslimden altı ay sonra yapıyoruz dediler. Reddettim elbette ama bunu reddedemeyecek durumda çevirmenler var maalesef. Başka bir yayınevinden çok satacağını sağır sultanın bildiği bir kitabın çevirisi için tek seferlik komik diyebileceğim bir ödeme teklif edildi, onu da kabul etmedim ama itiraf edeyim bu iki olayda da sinirlerim epey bozuldu.
Bana beş para verirsiniz konuşurum, on para verirsiniz susmam, o yüzden böyleyken böyle diyerek noktayı koyayım.

Çağla Taşkın: Merhaba Onur. Öncelikle soruşturmada bana da yer verdiğin için teşekkür ederim. Bu vesileyle senin ve diğer meslektaşlarımın geçmiş Dünya Çeviri Günü’nü kutlarım.
Senin de anıştırdığın gibi, çevirmenlerin koşulları ile basılan kitabın niteliği arasında doğrudan bir ilişki var. Bunu yayıncılıkta çevirmeni alıp başkalarından üstün bir yere koymak ya da süreçte bir şekilde emeği veya katkısı olan diğerlerini görmezden gelmek için söylemiyorum elbette. Ancak çevirmenleri –daha da önemlisi iyi çevirmenleri– çeviriye küstüren koşullar hüküm sürdükçe çeviri eserlerde edebiyat okurlarının aradığı niteliklerin karşılanmasının gitgide zorlaştığı da bir gerçek.
Çeviri süreçlerinin nasıl işlediğine gelirsek, genel olarak çevirinin yoğun zihinsel emek gerektirdiğini söylemek yanlış olmaz herhalde. Kişisel bir örnek vermem gerekirse, birkaç gün önce bitirdiğim bir çeviri için Hawaii mitolojisini araştırdım; ondan birkaç ay önce tamamladığım bir çeviri için de kripto para terminolojisine dalmak zorunda kaldım. Yani doğası gereği çeviri çoğu zaman metni doğru Türkçeleştirmenin yanı sıra –özellikle edebiyat çevirisi söz konusu olduğunda– yazarın, tek tek karakterlerin üslubunu hakkını vererek aktarma, bağlamın gerektirdiği araştırmayı yapma gibi çeşitli katmanları içinde barındıran bir iş. Bu zaman zaman süreci zorlaştırsa da sanırım çevirmenlerin bu işi yapmaya devam etmelerinin önemli sebeplerinden biri: Bilinmedik evrenlere girmek, bir süreliğine de olsa yeni bedenlerde yaşamak, bir başkasının dilinden konuşmak. Kitap çevirisinin bu çok yönlülüğü düşünüldüğünde yayınevlerinin –en azından benim şimdiye kadar çalıştığım yayınevlerinin– çevirinin tamamlanması için makul süre verdiklerini gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Hatta süre uzatma ricalarım da hep anlayışla karşılanmıştır.
Gelelim en can alıcı soruna: Çevirmenler emeklerinin karşılığını alabiliyor mu? Ben bu soruyu yanıtlarken çevirmeni kitap basma/satma işinin bağımsız bir parçası olarak görmemek gerektiğine inanıyorum. Elbette sorunun cevabı hayır, çevirmenler emeklerinin karşılığını alamıyor. Ama mevcut ekosistemde emeğinin karşılığını alamayan yalnızca çevirmenler değil. Yeni kitap teliflerinin dövizle alındığı, kâğıt fiyatlarının rekor seviyede olduğu, matbaadan dağıtıma, ambalajlamadan depolamaya pek çok kalemde maliyetlerin alıp başını gittiği bir ortamda yayınevi sahipleri de, genel yayın yönetmenleri de, editörler de, kapak tasarımcıları da, dizgiciler de emeklerinin karşılığını al(a)mıyor. Bayat bir “hepimiz aynı gemideyiz” edebiyatına düşmeden şunu söylemeye çalışıyorum: Külliyen yayıncılıkta bir iyileşme olmadığı sürece çevirmenlerin koşullarında bir iyileşme olması imkansız. Yayıncılıkta iyileşme için de maliyetlerde dramatik düşüş gerekiyor ki bu nasıl, ne zaman mümkün olur, olabilir mi, bambaşka bir soruşturmanın konusu. Bu süreçte çevirmen ile yayınevini iki ayrı cephede çarpışan taraflar şeklinde konumlandırmanın yapıcılıktan uzak olduğunu düşünüyorum. Elbette bazı yayınevlerinin üzerine konuşulması, reddedilmesi gereken, isyan ettiren uygulamaları, âdetleri var. Bunları görmezden gelelim, sineye çekelim demiyorum. Ancak bunları görmezden gelmez, sineye çekmezken ilk düşündüğümüz kimi nasıl harcarız değil de neyi nasıl kurtarırız olmalı görüşündeyim. Bunun için de müşterek iyi niyet ve anlayış gerekiyor. Bir de belki zaman zaman naifliğin sınırlarında dolaşan bir iyimserlik.

Mehmet Deniz Öcal: Bugün kendi ülkemiz bize bir meslek odasını çok görürken elin Katolik Kilisesi bize bir koruyucu aziz vermeyi uygun görmüş. 1953 yılında UNESCO, bu azizin ölüm yıldönümünü bize armağan etmiş. Biz yine de bu dilin ve bu ülkenin çevirmeni olmaktan gurur duyuyoruz, çevirmenler günümüz kutlu olsun : )
Yayıncılık sektörü çok zor bir dönemden geçiyor, memleketin ahvalinin sektörümüze yansımasından çevirmenler olarak biz de muaf değiliz elbette. Yayınevlerimiz çoğu zaman bizi el üstünde tutmaya, yaşadıkları sıkıntılardan olabildiğince az etkilenmemizi sağlamaya çalışsa da bir işletmenin belli öncelikleri olmak zorunda, biz de bu yüzden zaman zaman ikinci, üçüncü planda kalabiliyoruz. Kimi ödemeler gecikiyor, bu gecikmeler devalüasyonla bir olunca birkaç ay önce yaptığımız çevirinin maddi değeri neredeyse eriyip gidiyor. Yalnızca kitap çevirmenliğiyle hayat idame ettirmek, çok uzun zamandır, belki de hiç olmadığı kadar zor. Çeşitli ikinci işlere başlayan meslektaşlarımın haberlerini gün aşırı alıyorum. Çevirileri bir an önce teslim etmek, hem hesapta daha çabuk ödeme almak hem de bir diğer kitaba daha çabuk başlayabilmek anlamına geldiği için çeviri süreçlerine istemsiz bir acele dâhil oluyor ve bu acelenin çevirinin kalitesini düşürmemesi için aktif bir çaba harcamak gerekiyor.
Biz, istisnalar hariç, yayınevlerinin yönetim kurullarında ya da hissedarları arasında olan bir grup değiliz. Dolayısıyla yayınevlerinin ekonomik sıkıntılarına “Bizi nasıl etkiler, biz nasıl yırtarız?” diye düşünerek bakabiliyoruz, işletmeyi kurtarmanın yükü bizde değil. Bu yüzden beni bu zorluklardan çok, edebiyatın çoğu okur için en çekici yönü olan keşif zevkinin zarar görmesi dertlendiriyor. Her yayıncının, editörün, çevirmenin isteği, okurlara yeni yazarlar ve dünyalar kazandırabilmektir ancak keşif gemilerinin geri dönmeme riski de her zaman vardır. Mevcut durumda risk almak neredeyse imkânsız, gemiler midye bağlıyor. Yayınevlerine sunmak istediğimiz yazarlar, kitaplar var ancak bu reconquista bitene kadar çok daha garantici politikalar izlenmek zorunda. Sonumuzun keşifler çağı kadar bereketli olacağını umuyor ve sabrediyoruz, bunlar bizi küstürmeye yetmez.
Yalnızca gönül verdiğimiz mesleğimizi icra ederek hayatımızı kazandığımız günlerin geri gelmesini beklerken umutsuzluğa kapılmamaya çalışıyoruz. Bu zorluklar içinde bile çalıştığım yayınevlerinden ilgi ve saygı görmek, bana “İyi ki bu sektörü seçmişim,” dedirtiyor. Umarım tüm meslektaşlarım bu iyimserlik seviyesine ulaşacak azami koşulları sağlayabiliyordur. Bir kez daha, çevirmenler günümüz kutlu olsun. Biz çevirmezsek dünya dönmez!

Zeynep Öztekin Yıldırım:
Bir Çevirmenin Hayal Günlüğü
Ocak 2024
Yayıneviyle anlaşmaya varmışlar kargonun çarşamba sabahı geleceğini telefonuna düşen kısa mesajdan öğrenmişti. Bu sözleşme onun için zaferdi çünkü ilk defa on bin adetlik bir baskı için imza atacaktı. Yaklaşık on yıldır onlarla çalışıyor, telefona bakan genç çocuktan, editörüne, genel yayın yönetmeninden, grafikerine kadar herkesi tanıyordu. Kapı çaldığında kalbi küt küt atmaya başladı, işte yeni kitap, yeni bir yazar, yeni bir dil, yepyeni bakış açısıyla yeni bir günlük rutin başlıyordu. Ne kadar çok kitap çevirirse çevirsin, kitabı o ilk eline alışının heyecanı bitmiyordu. Kargo görevlisi gittikten sonra ağırca bir paket ile başbaşa kaldı. Tüy gibi hafif iki sayfalık sözleşmelere alışmıştı, bu da ne olaydı? Paketi ihtiyatla açtı, üstünde ismi yazılı kırmızı kurdele ile paketlenmiş bir kutu ile karşılaştı önce, devamında uzun ince beyaz bir zarfın içinden mektup çıktı, onu çevireceği kitabın orijinal baskısı izledi ve son olarak son model bir laptop.
“Sevgili çevirmenimiz,
Bu işi yıllardır aşkla yaptığını biliyoruz. Çevirini yaparken artık bu yeni laptopu kullanmanı ve öğlenleri evde yemek olmadığında dışarıda biraz soluklanıp yemeğini yemen için bir de yemek kartı ekliyoruz.
Daha nice çevirilere hep beraber ulaşmak umuduyla kolaylıklar diliyoruz.”
Şubat 2024
İlk aylar havalar soğuk olduğu için evden hiç çıkmadı. Programı aksasın istemiyordu, sabah sekizde çocukları okula yolcu ettikten sonra sırt ve boyun ağrılarına iyi geldiğinden yürüyüşünü aksatmıyor, güçlü bir kahvaltı edip dokuzda masasının başına geçiyor on beş dakikalık molalarda öğleye kadar çalışıyordu. İyi günündeyse sabah seansında üç sayfa çıkarabiliyordu. Ama çoğunlukla iki sayfada kalıyordu. Çünkü bazen tek bir kelime için saatlerce araştırma yapması gerekiyordu. Tek bir sözcüğü feda etmemek için kanının son damlasına kadar savaşıyordu. Sonra alışveriş, ev işleri, çocukları karşılama, onların okul maceralarını dinleme, sorunlara çözüm bulma, ödevlerinde yardımcı olma derken bir çırpıda akşam oluyor, el ayak çekilince bir sayfa daha çeviri yapmaya can atıyordu.
Mart 2024
Yayınevi şu yemek kartı işini iyi akıl etmişti doğrusu, süre daraldıkça, öğle yemeklerini zaman kaybetmemek için atlar olmuştu ya da bir yumurta kırıveriyordu. Yemek kartı olunca erkenden evden çıkıyor, hafif laptopunu çantasına atıp Kale senin, Cer Modern benim geziyordu. Hem işini yapabiliyor, hem güzel bir yemek yiyor hem de şehre gelen sergileri de kaçırmamış oluyordu. Sürekli evde kalmanın verdiği o karamsar ruh halinden de kurtuluyordu.
Haziran–Temmuz 2024
Kitabı geçen ay teslim etti. On beş günde düzeltmeler de bitti. Süper bir editör ile çalıştı. Sanki üniversiteden bir arkadaşıyla vizelere çalışıyor gibi zaman kaybetmeden, ayrıntılarda boğulmadan, hızlı hızlı çalışıp bitirdiler. Kuş gibi özgürdü artık. Çocukların okulu kapanır kapanmaz bir Yunan Adaları turu yapacaklar sonra ver elini İspanya. Yayınevi bir haftalık bir çeviri atölyesi ayarlamış, Valladolid’te meslektaşlarıyla hem İspanyol Edebiyatı’nın genç yeteneklerini keşfedecek hem de dilinin pası gidecek.
Ağustos 2024
İşte çevirmen kopyaları da geldi. Kapak çok güzel olmuş doğrusu. Gerçi ona da fikrini sormuşlardı ama bu konularda pek zevksiz olduğunu bildiğinden hiç yorum yapmamıştı. Ondan yeni bir çeviri yapmasını istiyorlar, daha önce Türkiye’de hiç yayımlanmamış iki farklı yazardan birini seçmesini diliyorlardı. Biraz süre istedi, hem yazarları hem de eserleri inceleyecekti.
Eylül 2024
Son çevirdiği kitabın yazarından övgü dolu bir mesaj aldı. Her ne kadar Türkçe bilmese de eserini yeni bir dile kazandırdığı ve binlerce yeni okuyucuyla buluşturduğu için onu tebrik ediyor, Frankfurt Kitap Fuarına katılırsa tanışmak istediğini ekliyordu. Onca yorgunluğa değmişti doğrusu. Doğru ya çevirmenler çevirmese dünya dönmezdi…

Püren Özgören: Onur Bey, merhaba. Sorularınızı yanıtlamak üzere bilgisayarın başına geçtim ve soruları okur okumaz şunu düşündüm: Ben hayatını kazanmak, çoluk çocuğunu geçindirmek için gecesini gündüzüne katıp çeviri yapan o değerli, çilekeş meslektaşlarımın sorunlarına elbette aşina olmakla birlikte, çok şanslı bir azınlıktayım ve bu meslekten para kazanmak zorunda değilim. Bu işe bir arkadaşımın önerisiyle, acaba becerebilir miyim merakıyla, adeta bir hobi olarak başladım, çeviri sürecine de, o son, basılı kitabı eline alma faslına da aşık oldum, bir daha da bırakamadım.
Sadece çeviri yaparak belli bir standartta yaşamını sürdürmek imkansıza yakın. Sözüm kurgu, edebiyat çevirmenlerine. Zaten çevirmen olmak isteyen, değer verip fikrimi soranlara da ilk tavsiyem bu oluyor. Mutlaka düzenli, yan bir işiniz/geliriniz olsun, çünkü teslim ettiğiniz çevirinin ne zaman basılacağı belli değil, hatta hiç basılmama ihtimali de var. Basıldıktan sonra ödemenin yapılmama ihtimali var. Her zaman düzgün, sağlam yayınevleriyle çalışamayabilirsiniz, işler ters gider, içeride üç kitabınız beklerken yayınevi kapanıverir, hatta son zamanlarda duyduklarıma göre, size sonraki basımlar için yüksek telif ödememek adına kitabı yeniden, bir amatöre çevirtebilirler, binbir bahaneyle paranızı ödemeyebilirler, vs. Benim şansım baştan beri yaver gitti, hep iyi, güvenilir yayınevleriyle çalıştım. Buna rağmen yıllardır bekleyen, basılmayan çevirilerim var.
Dediğim gibi, meslektaşlarımın yaşadığı sorunların farkındayım ve her şeye rağmen bu mesleği aşkla, sabırla sürdürdükleri için hepsine minnettarım, çünkü onları zevkle, beğenerek, minnetle okuyorum ve pes etmelerini, bu değerli meslekten vazgeçmelerini hiç istemiyorum. Öte yandan, koşulların düzeleceğine ilişkin bir umut besleyebilmek için kendimi çok çok zorladığımı da ekleyeyim.