“Ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. Çünkü yaşam dirençtir. Kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz.”[1]
Ulus Baker

Düşünce, yaranın tenselliği üstüne, yaşam yükünün patetik oyuklar açarak gövdeye işlenişi üstüne, madde gerçeğiyle metafizik deneyim arasındaki duyusal ilişki üstüne çok şey söyledi. Beden ve organlar, yıpranmış sinirler, ten değişiminde izlenen gerilimler, kan, doku, hücre, yara… Ve elbette Spinoza’yla birlikte gündemimize oturan “Bir beden ne yapabilir?” sorusu.
Gövde, kuvvetlerin savaş alanıdır, deriz. Niteliği henüz tüm boyutlarıyla açığa çıkmayan biyolojik dizgelerin, evrimsel kırılmaların, geniş manada dünün yığışım alanıdır, deriz. Bir bedende yoğunluklar izlenir. Gerilimli bir söylem uzamını kat eden saf enerji izlenir. O yoğunluklar tarihin herhangi bir ânında, coğrafyaların herhangi bir uğrağında, bir gerçekleşmeler düzeninde yakalar bizi. Anlamları kökenseldir, parçalıdır, değişkendir onların. Sonra derinlere çekilirler, kaçış güzergâhlarına / gölge ufuklara / alt boyutlara doğru süzülürler.
Ten hakkında konuştuğumuzda, bu deneyimlerin sınırını ölçmekteyizdir aslında. Yaşamda bir şeyler olup bitmekte, olup bitenler gövdeyle ilişkilenmekte ve zamanın kokusunu bir anti-eğretilemeler bütününe çekerek serpilmektedir. Tüm bu olasılıklar içinde bize düşense, fırlatılmışlık hissinin, hazırlıksızlığın, yaşam körlüğünün üstesinden gelmeye çalışmak ve ölüme doğru giden organizmanın doygun bir dizgesini kurmaktan ibarettir.
***
Francis Bacon, “Şüphe yok ki biz etten oluşmuşuz, güç halindeki iskeletleriz; kasaba gittiğimde neden orada, o hayvanın yerinde olmadığım sorusu beni hep şaşırtmıştır.” der.[2]
Gövdenin mahiyetine yaklaşmak, özsel bir eksilmeyi, kırılganlığı, uçuculuğu hesaba katmayı şart koşar. Gündelik rutin, tendeki sayrı işaretlerin örtülmesi üzerine kurulu olduğuna göre, onun değişimini ve uzlaşı reddini kavramak için özel bir dikkate sahip olmalıdır kişi. Deleuze’un belirttiği gibi, Francis Bacon bu eşiği sessizce kat etmiş ve tensel kategorilerin gizli dilini yakalayıp “oluş”u bir ölüm-kalım sadeliğine indirmeyi başarmıştır. Bilgi araçlarının hayatın en olağan durumları karşısındaki geçersizliği, acı ve haz ikilemine, çıplaklığa ya da kendini sürdürme problemine dek oyulan zemin…
Gövde, bu ümitsiz debelenmede, bizim için uzun süre anlaşılmaz olarak kalan “asıl mesele”nin en yakın nesnesi oldu. Kederin, yıkımım, zulmün, çıkmazın, belirsizliğin, endişenin, vecdin, mutluluğun, erincin, ümidin izlerini taşıdı üstünde. Ete dokunduk ve yaşam ürkümüzün ardında hangi kötücül, buyurgan, kibirli kuvvetlerin saklı olduğunu keşfettik. Bu evrensel ve bitimsiz dehşetle başa çıkmanın yolu, bizleri “oyun”a katmak isteyen bütünle didişme halinde olmaktı. En açık ifadeyle, aslında yaşamı olumlayan bir tür yıkımdı kurtuluş.
***
İki olguyu birbirinden ayıralım: haris / saplantılı / şedit bir bilincin aşırılık ısrarıyla, şeyleri görme yetisine sahip bir öznenin olumlayıcı tutumunu. Bunların ilki, bir sisteme, ilişki düzlemine, mutabakata karşı edilgen bir öfkeyle besler düşüncenin ve duyumun hatlarını (Nietzsche’nin tepkisel kuvvetleri); ikincisi, yaşam katmalarındaki olası çizgileri son eşiğine kadar aşındırarak yaşamı boğan sesleri ve o seslerin müritlerini kendi felaketleriyle yüz yüze getirir (Artuad, Beckett, Bacon). Bedenleri içinde bulundukları ataletten, mevcudiyetlerinin maddeselliğinden çıkarmak. Onları etten ve kemikten sıyırmak.[3] Ya da onlara, giderek özerk bir işlev yüklemek. Yeni bir içgüdüyle buluşturmak onları. Yer değiştirme, kaçma, sıyrılma yeteneği kazandırmak hepsine.
Büyük fikir, büyük söylem, büyük estetik tavır etteki bu dalgalı hareketle, mucizevî dönüşümle ilgilendi şimdiye dek. “Normal”in konforunun bir tür içsel titremeyle bozulduğu süreçlerle. İşte yüzeydeki doku farklılığı, işte alışkı bedbahtlığı, işte ümitsizlik, elem ve sanrı. Söz konusu yaşam kesitleri etrafında ısrarla dönüp duruyorsak, tüm bu gerileme pratiklerinde eşelenmeyi sürdürüyorsak, bunun nedeni tam da hayat ve insan hakkındaki incelmiş bilgiyi o yoğunluklarda yakalayabilmemizdir. Bedene dayatılan kirli disiplin, bizlere var oluşun ruhunu sunan kırılmaları örtmekle kalmaz, yarayla kurulan ilişkiyi de tehlikeli bir “yoldan çıkma” girişimine indirger. Öznenin gövdeyi kurtarma çabası bu düzlemde okunabilir.
Aslında bir kurtuluş reçetesi yoktur ortada. Yaşam kuvvetlerine ve o kuvvetlerin temsil ettiği şeylere karşı tavır almıştır kişi. Benliğini sıkıştıran yoğunluktan arınmaya uğraşır. Giacometti’nin heykelleri gibi küçülür, Beckett kahramanları gibi zayıflar, Bacon figürleri gibi deforme olur, arkaik öze yaklaşır. Nesne üstündeki titiz arkeoloji, patolojik müdahale, parçalama / bölme / sınıflama işi tersine döner böylece. Tekniğin ve kültürün dünya temellüküne karşı güçten ve niceliksel bir kalabalıklaşma arzusundan feragat edilir. Etin tecridi, tüm “sefil” yaşam pratiklerini sınırlı bir ifade alanına sıkıştırmak isteyen örtülü iradeyi imliyor gibidir.
***
Hayat biteceğini bildiği zaman, üslup değiştirir.[4]
Aynı şey “kötü”nün yerine bir “iyi” koyma becerisi geliştiremeyen, yılgın aydınlanışlarla ve bitimsiz oyalanmalarla şeylerin kıyısında tükenen özne için de geçerli. Ama bu değişim, olumlu denebilecek bir yöne evrilmez her zaman. Kendi oluşunu doğrulamanın dışında bir eğilime de sahip olmayabilir. Değişim, “ben” için, bir duyumsama / algılama farklılığını şart koşuyorsa, kendi adımıza konuşmak hevesinde kaybolmamamız da gerekir. Zira “ben”imizi ancak o geçişli çoğullukta ve “eylem”in neticesinin artık duyusal bir nitelik kazandığı bir eşikte yakalarız. Gerek nesnel, ölçülü, sakınımlı dil gerekse ben-ağız’ın içten döküntüleri, çeşitli yapısal paradoksları bir üslup değişimi talebine çevirirken bu yolu izler. “Ses” kendine içkindir ama yankılanma biçimiyle yaşamın birçok kategorisiyle ilişkilenir. Öyleyse gövdeyi ses’in kendisini doğurduğu bir ışıma uzamı olarak düşünmek de mümkün. Kuşkusuz bu açıklığın öznesi, yaşamdan gelen bazı etkileri ötede bırakmak, onları nesnesinden koparmak, onlara egemen olmak, bazılarını ise kasıtlı müdahalelerden arındırmak, serbestleştirmek, hareket gücüne kavuşturmak ister. Yaralı ve temkinli zihin kendini korumayı öğrenir, öteki gücü, öteki sesi, öteki iktidarı susturmayı becerir. En dibe sürüklenirken bile, çevresindekilerin sevincini bozmadan, bir yarayı taşıma onurluluğunu gösterir.
Kadim vurgu: içeride olan içeride kalmalı. Sorun orada halledilmeli. Bedeli ne olursa olsun, gövde üstündeki erincin ya da ıstırabın tekil kıpırdanmaları başka düzeylere taşınmamalı. Bu yönelim, varlığı öteki’nin ezilişi üzerine kurulmuş olan mevcut dünya hayatının temel yapısıyla büyük bir karşıtlık oluşturuyor. Kişi, bir çeşit yıkıcı-özsel müdahaleyle, aslında söz konusu işleyişin saçmalığını, kötücüllüğünü açığa çıkarmış oluyor. Gövdeye yönelen yıkım, başka tür bir sağlığın, hayata dönük yeni bir talebin, yaşanan çirkinlikten aslında rahatlıkla vazgeçilebileceğine dair bir sezginin gündemimize yerleşmesini sağlıyor.
***
Şu yerküre, bir zamanlar, saf bir doğrudanlığın esintisiyle ferahlayan göçebelerin toprağıydı. Zaman zaman “kim bilir, belki hâlâ öyledir” demeye yeltensek de çağın zalim ve buyurgan sesleri tarafından susturuluruz hemeninden. Temiz bir yurt, bir nesne, bir uğraşı bulma / kurma işinin sonu ise vahimdir: yalnızlık, melankoli, susku ve avarelik.
Ama sadece o berraklığın ve erincin imgesi bile, kişiyi şuhâne ufuklara çekmeye yeter. “Öteki” adına utanmayı, öteki olmayı, ben’deki sağlam dayanakları kemiren bir bağlama yaklaşmayı deneriz böylece. Bu sürtüşme ve kopuş tarihsel bir doku-uymazlığının da ifadesidir. Bir yanda bilgi, hükümran hayat, arkasına sığınılan inanç / değer / tasarı / içtihat; diğer yanda yaşam yolunun çoktan bozulmuş olduğunu, insanın neredeyse uçurumun kıyısına vardığını ve onun bir daha asla başkalarıyla ortak bir iyide buluşamayacağını düşünen bilinç. Ya da ortada bir dönüş imkânı bulunmasa da, kişiye, en azından daha öte bir yıkıma/çılgınlığa doğru ilerlememeyi salık veren içgüdü.
İşte, böyle bir darboğaza bir kez giren özneye göre dünya, tüm olası çizgileriyle sallantıda durur. Delişmen bir potansiyele sahiptir o. Henüz olmamış, kurulmamıştır ve bu olmamışlığıyla, gövdeye kendi kökeniyle ve yöneleceği hakikatle yüzleşme fırsatı verir. Hangi yolun izleneceğini sezer ucundan, kıyısından. Yanılgısını, yeteneğini neye çevireceğini bildirir ona. Nesnenin ışığı teni yakar. Taşıdığı, biriktirdiği, kendinden bile sakındığı cevheri döker önüne. Bir cansavaşımı gibi budaklanır yaşam: “Her günkü ilgilenmelerin yarattığı huzurlu itidal bir yanda, diğer yanda bu ilgilenmelerin tutuk memnuniyetsizliği, ondan buna bundan ona kayıp gitmeler…”[5]
***
Bekleyiş mi bu? (Ama neyi?)
Öyle anlaşılıyor ki hiçbir vakit tam / tamam olmayacağız.
Diyelim ki en uygun ifade yolunu tuttu kişi, o uğurda harcadı ömrünü. Maddi ve ruhsal bir doyuma da erişti bu şekilde, hatta başkalarını ümitlendirdi, yaşamak gücü verdi başkalarına. Öz-ben’inde, yaraya ve hiçliğe, sağlam bir taşıyıcı alan açamamışsa o kimse, öyle ya da böyle kefaretini öder bu sahte inceliğin/savrukluğun/açıkgözlülüğün. Nosce te ipsum şiarının bencillikten ayrıldığı hassas çizgi üstünde gezinmek.
Ama bir şeyleri kurmaya, iletmeye, duyurmaya çalışan özne, kendi yaratıcı çaresizliğinin dışına çıkıp bir diyalog alanı çatmanın peşine de düşmüş değil midir? İlle de ruhsal bir eksikliği, tüm-olmayış’ı mı yansıtır onun gerçeği?
Mantıksal gerekçelerden kaçamayız. Üstümüze akan dünyevî yoğunluktan da. Söz konusu yoğunluk, en anlaşılır hale geldiği noktada, en rahatsız edici kıvamı da alabilir kişi ben’inde. Onu kuşatır, serseme çevirir, bitkin düşürür.
Çok açık ki yaşamda bulunmak, bir konumun ve bağlamın parçası olmak, özel bir toplamın (yani bir tarih / kültür / duyum bileşeninin) karmaşık düzenini kat etmeye çağrılmaktır aynı zamanda. O serpilme içgüdüsü, öznelliğimizin de motor gücüdür. Karar noktaları belirleriz, hayranlık nesneleri keşfederiz, bütüncül kuvvetlerin hakkından gelebileceğimiz geçiş yolları açmaya girişiriz; şu dünyada olup bitenleri kavradıkça semantik bir bocalamanın, bilgi ve tecrübe yetersizliğinin, bir tür kökensel bitkinliğin içinde buluruz kendimizi. Arayışımız ve büyüyüp serpilme çabamız, tahripkâr bir uyarıcı-iz ya da dipsiz genişlik tarafından gölgelenir. Gayretimizin sonrası yılgıdır belki; ortak algıya, tanıdık sese, güvenli koridora, kitle sığınağına dönüştür. Yahut anlamak / kurmak / yaratmak çabasından kopmaktır bir süreliğine: “Dizge değiştirmek istiyorum; artık gerçeği ortaya çıkarmamak, yorumlamamak, bilinci bile bir uyuşturucuya dönüştürmek ve böylece gerçeğin ardılı olmayan görüsüne, büyük aydınlık düşe, ön bilisel aşka erişmek istiyorum.”[6]
***
İki karşıt yönelim, iki farklı veçhe, aynı nesneye başka kıvrımlardan uzanan iki dolaşık ses… Bunlardan biri yaşam kuvvetlerini tarihsel / sınıfsal / politik bir tavırla anlamak / çözümlemek ister. Büyük ölçekli yapıları / ittifakları / gerçekleşmeleri kavramak çabasındadır. Gövdenin sırtlandığı dünyanın şerhine durur ve o dünyanın dönüşümüyle “alt” katmanlardaki krizin çözülebileceğine inanır.
İkinci dinamik ise yarayı, erinci, ıstırabı, elemi, kırgınlığı, ümidi mikro çizgilerde / duyusal aralıklarda yakalamak ister. Bir ön varsayım yoktur. Öğreticilik kaygısı yoktur; bilişsel hazırlık, tutarlılık arayışı, mukayese ihtiyacı yoktur o yönelimde. Yalnızca olma hali, maruz kalınanın duyurduğu şey: ses, koku, sinirsel titreşim, izlenim, kalıntı… Ve etteki anamorfoz.
Modernite hiç kuşkusuz bu ikinci söylemi büyüttü… İktidar, yapı, kutsiyet kavramlarının altında adeta bir böcek gibi ezilen bireye şans vermek istedi. Hatta kışkırtılmış öznelliğin, belli ölçülerde, kendi kurduğu sistemi besleyebileceğini düşündü. Ancak ne disiplin ve otokrasi toplumlarındaki baskıcı tutum ne her şeyi alçakça bir fayda nesnesine düşüren neo-liberal değerler dizisi ne de gerçek bir eleştirel perspektife sahip olmayan aydınlanmacı tavır, öznellik hakkında esaslı bir vurguya sahip olabildi.
Asıl derinlikli müdahalenin sanattan geldiğini çok iyi biliyoruz. Bir Francis Bacon tablosu etin topographie’si hakkında, Bach’ın bir fugue’ü aşkın imgelem ve tanrısallık hakkında, bir Dostoyevski kahramanı nevroz ve sanrı hakkında çok daha fazla şey söylüyor. İç içe geçmiş seslerin ritmik tınısını çınlatıyor bu verimler. Oluştaki karmaşayı, gerçekliğin içsel bir bağlamda nasıl yeniden üretildiğini, nesne dünyasının bu alt birikim üstünde hangi biçimde yükseldiğini gösteriyor / duyuruyor / anlatıyor.
***
Yüksek uyanış. Can sıkıntısı. Bayağılık ve kutsiyet.
Bu mümkünde, olma huzursuzluğunun ihtimallerini deneyimlerim. Bir disiplin olarak kendime dayattığım yalnızlık, zamanla özsel bir kuruluğa / eksilmeye yol açar. Kaçış noktam yine başkalarıdır. Seslere ve kalabalıklara savururum kendimi. “Anlamak” ve “duymak” söz-imleriyle bağlantılandırdığım bir ufka göçmek mecburiyetinde kalırım. Zihnimi işleten tüm dinamikleri (yetiştiğim kültürü, bağlı olduğum dili, etkilenişlerimi, rastlaşmalarımı, gördüklerimi, görmemeyi seçtiklerimi, beceri ve kusurlarımı, yanılgılarımı, kanaatlerimi ve tüm bunların dünyasallığını) anlamlandırmanın dışında fazla bir seçenek yoktur önümde.
Ama bu yoğunluktan usanacağım bir an da gelecektir. “Saçma”nın güçlü tesirine kapıldığım bir boş vermişlik zamanı… Bedende saklı olan hoyratlığın örtük dili, o korunaklı yurdu ele geçirir. Yaşam konumumda içsel, gizli, belki biraz da çarpık bir ontolojinin serpilmesine izin verir. Gövdeyi uçuruma sürüklemektir elbette bu. Issız derinde ağır ağır demlenen arkaik izin yıkıcı gücünü evetlemektir.
Bir çöl artığı gibi parlayan biçim, sanrı / cinnet / melankoli ve huzurlu uyuşukluğumuza dönük cehennemî müdahale.
Bu eşiğe varan özne için görünür dünyanın bir ehemmiyeti kalmaz. Bir öteki bilinçte uyandıracağı etkiyi / etkileri kestirebilmek, kötülük dilinin sınırlarında yitmekte olan olumlu / parlak özü yeşertebilmek, tüm açmazlarına, tüm yapısal sorunlarına rağmen, hâlâ, tek gerçek imkân olarak varolan yaşamı olumlamak gündeminde değildir artık onun. Sadece etkisinden kaçılamayan ruh halleri, ışığın ve sesin değişimi, kozmik kesinlik ve bunların kaydını düşmeye izin veren biçimle ilgilenir.
Taner Gülen
[1] Ulus Baker, Ölüm Orucu – Notlar, Birikim 88, Ağustos 1996.
[2] Aktaran: Gilles Deleuze, Francis Bacon: Duyumsamanın Mantığı, Çev: Can Batukan, Ece Erbay Nahum, Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2009.
[3] A.g.e., s. 56.
[4] Didier Anzieu, Beckett, Çev: Nesrin Demiryontan, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s. 177.
[5] Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Çev: Kaan Ökten, ALFA Basım-Dağıtım, İstanbul, 2020, s. 230.
[6] Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar, Çev: Tahsin Yücel, Metis Yayınları, İstanbul, 2019.