14.Ekim.22
Çok fazla şey var. Çok fazla dizi, çok fazla kitap, çok fazla yazar, çok fazla dert, çok fazla aptallık, çok fazla kibir… Bu kadar fazla “şey” arasında insanın kendini duyması imkansız. Daha sade, daha az “şey” içeren bir yaşam kurmak gerek. Nasıl olacak bilmiyorum. Olabilecek mi?
18.Ekim.22
Ümit Bayazoğlu’nun “Hatırda Kalmaz Satırda Kalır” adlı portreler kitabındaki insanların çoğunu ilk kez tanıdım, biliyor sandıklarımı ise meğer hiç tanımıyormuşum zaten (misal Erol Güney). Bayazoğlu, kitaptaki 58 portreyi ele alırken bunu “bir çeşit sivil ansiklopedi teklifi” olarak tanımlıyor ve tanımın hakkını veriyor doğrusu.

Bu 58 portreyi okudukça farklı kitaplara da gidiyor insan. Bendeniz, söz gelimi, Atatürk’e 12 yıl uşak olarak hizmet vermiş olan Cemal Granda’nın portresini okuyunca, hoop Cemal Bey’in “Atatürk’ün Uşağı İdim” adlı kitabına geçtim. (Zaten Bayazoğlu, adresi işaret ediyordu.) 12 yıl Çankaya köşkünde konaklamış ve hizmet vermiş biri olarak Granda’nın (Çelebi’nin mi demeli?) anıları çok değerli, içerden bir tanıklık.
20.Ekim.22
Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” hakkındaki pek edebi yorumum:
Keşke Kongolu “ilkel yamyamlar” fildişi ticareti için oraya üşüşen Batılı beyaz erkekleri çiğ çiğ (ya da tercihe göre pişirerek) yeselerdi. Kendisi de bunlardan biri olan Conrad’ı, bari onu, yiyebilselerdi. Zulmedenin, bütün o zalimliklerinden sonra, kendini eleştirmesi kadar mide bulandırıcı bir şey yok şu hayatta.
1.Kasım.22
Merce Rodoreda’nın “Güvercinler Gittiğinde” romanını okudum yenice. Birkaç yıl sonra, belki o kadar bile sürmeyecek, romandan geriye hiçbir şey kalmayacak muhtemelen. Ne var ne yok hepsini unutacağım. Fakat bir yer, bir sahne var ki sanırım onu unutmak mümkün olmayacak.

Romanın kahramanı Natalia’nın (namı diğer Colometa’nın) kocası Quimet, İspanya İç Savaşı’nda milistir. Arada cepheden eve döner, yiyecek getirir yanında ve biraz da hikaye. Natalia’nın ağzından dinleyelim:
“Savaşa gittiği için Quimet’i bir daha göremeyeceğimi düşündüğüm sıralarda, bir pazar günü çıkageldi, toz toprak içinde ve yiyecek yüklü. Paketleri, revolveri ve tüfeği masanın üzerine bıraktı. (…) Siperlerin çok iyi olduğunu söyledi, karşı tarafla bazen siperden sipere konuşuyorlardı fakat biri dalar da kafasını çıkarırsa, karşı taraftan ateş edip yere seriyorlardı.” (Güvercinler Gittiğinde, s. 127)
2.Kasım.22
Gün adlarının, ay adlarının küçük harfle yazılması gerektiğini kim uydurdu bilmiyorum ama bendeniz bu kuralı kesinlikle kabul etmiyorum ve uygulamıyorum. Böyle biline.
***
Hiçbir konuşmayı uzun süre takip edemiyorum. Hiç kimseyi layıkıyla dinleyemiyorum. Her şey fazla uzun ve sıkıcı geliyor. Sohbetler yavan ve monoton. Hep aynı şeyler. Biri konuşurken ilgimi hemen kaybediyorum. Kendim de sıkıcılığın öncülerindenim tabii, beni de kimsenin pek dinlediğini, okuduğunu, ciddiye aldığını sanmam. Birbirimizi dinlermiş, birbirimizi anlarmış gibi yapıyoruz hep birlikte.
Öyküler, şiirler kötü. Yazarlarla yapılan söyleşiler vasat. Filmler fazla uzun, yapay. Diziler geveze. Herkesin bildiğini yeniden (üstelik yavan mı yavan biçimde) anlatan makaleler katlanılmaz. Kibirli miyim? Elbette. Nihayetinde hepimiz şeytanın evlatlarıyız.
Balkonda üşüyerek sigara içerken işte bunları düşünüyorum. Tam o anda bir yıldız kayıyor. Şeytan’ın göz kırpışı bu, başka bir şey değil.
***
“İyi bir hikâye nasıl anlatılır?” değil doğru soru. Şu: Bir hikaye nasıl iyi anlatılır?
Bir hikaye anlatmak da değil mesele. Bir hikaye yaratmak. Hatta soru şu: Bir hikaye nasıl icat edilir?
Çünkü bir şey icat etmiyorsa bir hikaye, neden var?
***
Notos’un yeni, Çehov’lu sayısında (sayı 94), İvan Bunin’in yazısı dikkate değer. Bunin’in demesine göre, 1895 yılının sonlarında Çehov ile ilk kez görüştüklerinde, Çehov ona şöyle bir şey söylemiş:
“Bence bir insan bir öykü yazmayı bitirince baş tarafını ve sonunu silmeli. İşte biz kurmaca yazarlarının hata yaptığı yerler çoğunlukla buralarıdır. Ve kısa yazmalıdır, mümkün olduğunca kısa…”
Bunin, yazının başka bir yerinde şöyle bahsediyor Çehov’dan: “Günlük hayatta bile sözcükleri dikkatle seçerek, az sayıda kullanarak konuşurdu.”
***
Başka bir yerde de okumuştum (büyük ihtimalle “Kutluk’un Evindeki Konuşma”da), fakat orası bulanık. Çoğu zaman olduğu gibi. Neyse ki İlhan Durusel’le yaptığımız bir söyleşide, lafı oraya getirmişti Bay Durusel, şöyle demişti:
“Yıllar önce Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Cumhuriyet Kitap Eki için (Bekir Tarık’la birlikte) bir söyleşi yapmıştık. Dağlarca o söyleşide ‘Ben özellikle yabancı dil öğrenmedim, yabancı bir dilin Türkçemi bozmasını istemedim. Türkçem katıksız kalsın diye, hiçbir şeyin karışmasını istemedim’ demişti.”
Bazen Dağlarca’yla aynı yere varmıyor değilim. Çok bir şey bildiğim de yok aslında, biraz İngilizce o kadar, fakat o bildiğimi de unutmak isterdim.
Ve bir çeviri kitap okuduysam, onun hemen ardından Türkçe yazılmış bir kitap okumak isterim muhakkak. Çeviri ne kadar iyi olursa olsun (iyi olup olmadığını bilmek de pek mümkün değil zaten), ağzıma cismini görmediğim bir şeyler tıkıştırılıyormuş hissine kapılıyorum. Tadı iyi belki, ama ne yediğimi görmediğim için daimi bir tedirginlik!
***
Hayatı, hayatımızı en iyi özetleyen kelime: sası.
***
Yazarlık halleri – 1
“Ben,” dedi, “hiç sevmem erik yemeyi.”
Bir poşet dolusu toplamıştım o sabah, masanın üzerine yaymıştım. Bazıları çok sertti daha, ama dalında bir gün fazla kalsalar, yere düşüp ziyan oluyordu.
Hepsini yedi. Hepsini!
“Ben,” dedi, “aslında hiç sevmem erik yemeyi.”
Kalkıp gitti.
Yazarlık halleri – 2
“Ben,” dedi, “barış olsun isterim.”
Ve hiçbir şey yapmadı.
Ha unutuyorum nerdeyse: İmza verdi.
Yazarlık halleri – 3
“Ben,” dedi. Sonra yine “ben.” Sonra yine…
Yazarlık halleri – 4
“Bu ülkede yaşanmaz artık,” dedi ve ekledi: “Gidiyorum ben.”
Ama gitmedi.
***
Yurtdışına çıktığında, “Artık yaşanmaz bir yer olmuştu, orada kalmama olanak yoktu,” dedi. Oysa tatile gitmişti.
Yazarlık halleri – 5
“Edebiyat dergileri çok önemli,” dedi, “mutfağıdır onlar edebiyatın.”
Hiç mutfağa girmedi, o mutfaklardan çıkan hiçbir yemeği ağzına sürmedi.
Yazarlık halleri – 6
Bir marangozdu o. Eline çekiç, rende, matkap, zımpara, testere almamıştı hiç. Tek bir sandalye bile yapmamıştı bugüne kadar ama iyi bir sandalyenin nasıl yapılacağını her nasılsa bilirdi.
Hiç çıraklık etmemişti, kalfalığı da yoktu, ama ustaydı.
3.Kasım.22
“Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu” kitabında yer alan 20 Haziran 1991 tarihli günlüğünde Salâh Birsel, Sait Faik’le yaşadığı bir hadiseyi anlatır. Hazır mısın ey okur, 1952 yılına gidiyoruz!

Salâh Bey, 6 Ağustos 1952 tarihli günlüğünde Bekir Sıtkı Kunt’un öykülerinden açar, aynı günlükte MŞE, Sadri Ertem gibi isimleri de anarak bunların Ömer Seyfettin öykücülüğünü 1940 kuşağı yazarlarından çok daha önce “dürtüklediklerini, yerinden kımıldattıklarını” yazar. Olay da buradan patlak verir.
Yenilik dergisinde yayınlanan Birsel’in günlüğünü okuyan Sait, birkaç gün sonra Salâh Bey’i bir kahvede bulur, yanında Ferit Edgü de vardır ve Birsel’in demesine göre Ferit Edgü, “İstanbul kahvelerine ilk o gün antresini yapıyordur.”
Sait, Birsel’i görür görmez lafı kınından çeker ve iki gözüm Salâh Bey’in suratına fırlatır: “Sen beni öykücü saymıyor musun?”
Salâh Bey durumu çakozlar, Sait’in öfkesinin yukarıda sözünü ettiğimiz günlükten neşet ettiğini şıp diye anlar. “Aman Sait, yaman Sait” diyerek yatıştırır onu. Hararet bir şekilde sönmüştür, iş tatlıya bağlanmış gibidir, Salâh Bey’in demesine göre Sait, “o her zamanki ıslıklı ve vikvikli gülmelerinden birini savurmuştur.”
Salâh Bey, öyle sanıyordur. Sait’in ölümünden sonra evinde bulunan ve hiç yayımlamadığı bir yazıdan ortaya çıkar ki Sait, tam da o günlerde, Birsel’i tiye alan bir yazı karalamıştır. Nedir, Sait bunu ortaya çıkarmamış, hiçbir yerde yayınlatmamıştır. (Salâh Bey, Sait’in ölümünden sonra bu yazıyı yayımlayanlara bozuk çalar biraz. Fakat bendeniz bu yazıyı bulamadım henüz.)

Öyle ya da böyle… Olan olmuştur. Salâh Bey, Sait Faik’in söz konusu yazıyı, sağlığında yayınlatmamasından memnundur fakat şu satırları döktürmekten de geri durmaz:
“Bilmem buraya geçirmek doğru olur mu, olmaz mı? Sait, gerçekte çok alıngandı. En küçük bir yazıdan türlü anlamlar, türlü cin çarpıkları çıkarırdı. Kendinden başka birinin övülmesine de dayanamazdı. Hele, Türk öykücülüğüne çullanan eleştirilerde Sabahattin Ali’nin kendi adından önce anılmasına hiçmihiç katlanamazdı. İşin tuhafı da, o yıllar (1940-1950) hemen her yazıda Sait’in adı Sabahattin’inkinden sonra gelirdi.” (Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu, Remzi Kitabevi, s. 46)
Sait’in Salâh Bey’i hedef alan yazısını bulamadım fakat aynı Sait Faik, Varlık’ta (01.06.1952) yayımlanan “İki Münekkit Tipi” adlı yazısında şöyle inciler dökmüştür ortaya:
“Methedilmeyi isteyenin Allah belasını versin! Yerin insan gibi. Mırın kırın etmeyin.”
“Şunun şurasında işte böyle, birkaç kişiyiz. Azıcık överlerse seviniriz. Çok överlerse anlarız pis numaralarını. Merak etmesin kimse, yutmayız.”
Yazarlar, gerçekten anlaşılmaz yaratıklardır.
4.Kasım.22
Doğrusu, yetişkin bir homo sapiens’in ömrü boyunca ettiği anlamlı ve üzerinde düşünülmüş cümlelerinin hepsini toplasak bir bavula sığdırabiliriz. Öte yandan, boş, anlamsız, gevezece edilmiş ve saçma sapan cümlelerini yere göğe sığdıramayız.
Çok fazla lüzumsuz söz var, sırtımızda taşıyoruz onları, kamburumuz biraz da bu yüzden.
Onur Çalı