
Cep telefonundan gelen bip sesiyle elindeki domatesi tezgâha bıraktı. Dirseğiyle suyu kapatıp domatesli ellerini yıkamadan, mutfak havlusuna alelacele kuruladı. Telefonunun şifresini girmeye çalıştı. Eli ıslak olduğu için tam basamadı. Sinirlendi. Koltuğa otururken ellerini şortuna iyice sildi. Oh! Beklediği mesaj, nihayet…
“Biraz gizemli, biraz şiirli bir şeyler göster insanlara; unuttukları, gömdükleri duyguları, duyarlılıkları, içlilikleri biraz kışkırt; ne zamandır geride bıraktıklarına inandıkları birtakım çocukluk korkularını, kaygılarını, çekingenliklerini karıştırıp bulandır; ondan sonra da istediğini yaptır onlara.”
Bir daha okudu. Cümlenin içine kendi hayatından bir kesit yerleştirmeye çalıştı. Ne demek istiyordu şimdi Sokrates? Bir kısmını kopyalayıp Google’a yapıştırdı. Bilge Karasu ismi çıktı karşısına. Bir süre kurcaladı. Kitaplarını, diğer sözlerini. Bunlara bakarken bir saat su gibi geçti. Sokrates sayesinde edebiyat ve felsefenin büyülü dünyasına dalmıştı. Bir arkadaşlık sitesinde tanışmıştı onunla. İlgi alanları benzeşen karşı cinsleri eşleştiren bir siteydi. Hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Profil fotoğrafı, içi kitaplarla dolu bir beyindi. Altında “Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez” yazıyordu. Bir aydır her akşam bıkmadan yazışıyorlardı. Bir keresinde, “Bu konuşmaları yüz yüze yapmayı çok isterim” yazmıştı Sokrates. Hem de romantik şiir gönderdiği bir akşamdı. Şiir, Cemal Süreya’dan olunca dayanamayıp en yakın arkadaşı Arzu’ya mesaj attı.
“Arzu dinle kızım, bana aşk şiiri gönderdi, sence âşık mı? Yoksa yatağa mı atmak istiyor?”
“Hangi şiir olduğunu söyle, sana niyetini söyliyim.”
“Bileğinden öptüm seni, kasığından öptüm, soluğundan öptüm diyor.”
“Vay ön sevişme var, demek ki âşık.”
Gizemli ve bilgili Sokrates. Her şeyi bilen adam. Yazışmalar başladığından beri aklında yalnız o vardı. Uzun boylu, biraz kilolu, kumral, dağınık saçlı bir adam olarak hayal ediyordu. Mutlaka sakallı ve derin bakışlı olmalıydı. Bunca şair ve yazarı bilen birinin gözleri, hayatın anlamını da çözmüş olmalı değil mi?
Geceleri o kadar uzun süre mesajlaşıyorlardı ki uyku düzeni bozulmuştu. Bazen sohbetlerinin en tatlı yerinde offline olurdu Sokrates. Elinde telefon, ondan mesaj beklerken uykuya daldığı akşamlar çok olmuştu. İşe kalkarken zorlanıyordu artık. Sürekli servisi kaçırıyordu. Sabah ilk iş eli telefona gidiyor, mesajlarını kontrol ediyordu. Eğer güzel bir şiir ya da alıntı geldiyse, gün doğumu gibi yüzü aydınlanıyor, işe gitmenin sıkıcı rutini ya da akmayan trafik o gün hiç sorun olmuyordu. Ama mesaj yoksa tüm gün neredeyse dakika başı eli telefona gidiyordu.
Dünyası Sokrates olmuştu. Sürekli onu düşünüyor, okuduğu her kitabı, izlediği her filmi onunla paylaşacağı için başka bir dikkatle takip ediyordu. Birçok yazarla tanıştırmıştı Sokrates onu. Önce kitapları okuyor sonra üzerinde tartışıyorlardı. Martı Jonathan’ı çok sevmişti. Bir çırpıda okudu. Sonra bir süre kendin gibi olmak, özgürlük, toplum baskısı üzerine sohbet ettiler. Devamında Arturo Bandini’ye hayran oldu. O tozlu otel odalarında geçen tutku dolu aşkı, ateşli sevişmelerdeki huzursuzluğu konuştular. Oradan Pessoa, Nietzsche, Proust, Mungan, Pamuk… Ama bir seçim yapması gerekseydi bunca yazar arasında en çok Oğuz Atay’ı sevdim derdi. “Tutunamayanlar” önce gözünü korkuttu. Sevmezdi bu kadar kalın kitaplar okumayı. Ama eline alınca kapıldı gitti. Bir ayda otuz yıldır almadığı kadar kitap almıştı. İlk zamanlar bunları büyük bir hevesle Arzu’ya anlattı. Ama “Saçmalama ya! Yemişim felsefesini. Kimmiş, neymiş, ne iş yapıyormuş, nerede oturuyor, yakışıklı mı, yatakta iyi mi?” soruları felsefenin önüne geçince anlatmayı bıraktı.
İçindeki merak o şiirden sonra iyice artmıştı. Küçük bir dağ evinde, şömine başında, ellerinde şarap kadehleri, okudukları kitaplar üzerine giriştikleri derin tartışmalar artık sevişme sahneleriyle bezenir olmuştu. Sokrates’le yerlerde, kapı eşiğinde, mutfak tezgâhının üzerinde, her yerde seviştiklerini hayal ediyordu. Adamın iri ellerini üzerinde hissederken içi bir tuhaf oluyor ve yine gözü telefonuna gidiyordu.
O akşam bir arkadaş davetinden geç bir saatte geldi eve. Ilık bir duş alıp hemen uyumayı planlıyordu. Banyoya girmeden önce mesajları kontrol etti. Evet, mesaj gelmişti. Hemen açtı. Kalbi hızlandı. “Artık tanışmanın vakti gelmedi mi?” yazıyordu. Saatine baktı. Mesaj gönderileli iki saat olmuştu. Belki de uyumuştu Sokrates. İçindeki coşku ve cesaret geçmeden cevap yazmak istedi. “Evet” dedi. Ertesi gün saat altıda Mecidiyeköy’de buluşmak üzere yazıştılar. “Seni nasıl tanıyacağım?” diye sordu. Sokrates cevap verdi: “Ben seni nerede olursan ol bulurum.”
Metrodan indi. Buluşmak üzere kararlaştırdıkları kafeye doğru hızlı adımlarla yürüdü. Bir yandan da vitrinlerdeki yansımasından saçını, makyajını kontrol etmeye çalışıyordu. İnce topuklu ayakkabıları, derin yırtmaçlı eteğiyle kendini fazla seksi buldu. Abarttım mı acaba diye düşünürken kafenin önüne geldi. İçeriye göz attı. Uzun boylu, kilolu, kumral, derin bakışlı güzel gözleri olan adamı görmeye çalıştığını fark edince kendi kendine gülümsedi. Saatine baktı. 18.15 olmuştu. Acaba gelmeyecek mi düşüncesi o an kaygı ve hayal kırıklığı yarattı. Öyle ya nihayet ruh eşini bulmuştu. Hem de “Yaş otuz beş yolun yarısı” denen bir yaşta. “Gelecek” diye mırıldanıp kapıya yakın bir masaya yerleşti. İki defa yanına gelen garsonu, arkadaşım gelince diyerek geri gönderdi. Bir süre cep telefonunu kurcaladı. Kapının önünde bir sigara içip rahatlamayı düşünerek tam kalkıyordu ki elinde çiçek buketi olan bir adamın, oturduğu masaya doğru yaklaştığını gördü. Sokrates! Bu olabilir mi? Kendisinden yaklaşık bir kafa boyu kısa ve esmer adam, diğer elinde poşete benzer bir çanta taşıyordu. Üstünde siyah mont, altında lacivert kanvas pantolon vardı. Beyaz spor ayakkabı giymişti. Saçları dökük, yüzü ince, burnu sivri ve uzundu. Önce üstüne alınmadı. Çevresine hızla göz gezdirmeye devam etti. Yok, adam direkt kendisini hedef almış ve ona doğru geliyordu. “Merhaba Banu” dedi, yanında durdu ve elini uzattı. Kebap benzeri bir koku aldı Sokrates’ten. Ne diyeceğini bilemedi önce. Tüm kitaplar ve hayaller hızlıca aktı gözünün önünden. Aklına dağ evi ve orada yaşadıkları gelince düşüncelerini hızla defedip nazik bir tavırla, “Merhaba,” dedi, “zahmet etmişsiniz çiçekler için.” Bir kahve içtiler. Pek de bir şey konuşmadan. Vardiyalı bir işte çalıştığını öğrendi, ocak başı gibi bir şeydi galiba. Dinleyemedi bile. Çayı hızla kafasına diktiğinde dili yandı. “Kahretsin,” dedi, “dilim yandı da.” Devamını da getiremedi zaten. Hatta hızlıca kalkmasına bir sebep bile uyduramadı. İçindeki öfkenin baş sorumlusu, biricik Sokrates’i elinden çalan, işte bu kim olduğunu bile bilmediği adamdı.
Eve giderken Arzu’ya bunları nasıl anlatacağını düşündü. Gelmedi buluşmaya desem inanır mı acaba? En iyisi mizaha vurmak mı? Sokrates işten çıkmış, markete uğramış oradan da bana gelmiş… Üstündeki kıyafetleri çıkartmaksızın salon koltuğuna uzanıp battaniyeyi başına çekti. Gözlerini kapatırken telefonu şarjının bittiğini haber veren dıtlamayı duydu.
Yemişim felsefesini! Evet ya evet, en iyisi böyle anlatmak diye geçirdi içinden uykuya dalarken.
Öznur Unat
Çok güzel 🙂
Teşekkürler. 🎈🙏
Bilincinize, kaleminize sağlık Öznur hocam.
Hayaller bazen de gerçek olmadığında güzeldir🌻Ne güzel bir öykü.Emeğinize dağlık🙏
😊 ben de yemişim felsefesini. Yazarin emeğine sağlık. Gülümsetti beni🌺🌺🌺
Merhaba, akışı çok sevdim. Ben de olsam Oğuz Atay’ı seçerdim tam orada dedim. (Aklım Proust’a epey kaysa da) Finali beklediğim yerden, ama epey lezzetli şekilde geldi. Elinize, zihninize sağlık sevgiler🍀💚
Emeğinize sağlık, güzel bir öykü olmuş, ciğer masasında Sokrates felsefesi güzel olurmuş;)))😆
Sonuç hüsran da görünüş o kadar önemli olmamaliydi.