Bedia Vasıf imzalı “30 Asırlık Bir Sevda Macerası: Mumyanın Muaşakası” adlı öyküyü, Bilal Acarözmen’in sunuş yazısıyla birlikte ilginize sunuyoruz.

Türk edebiyatında Antik Mısır mumyalarını konu alan ilk metinlerin tarihi 1920’li yıllara kadar uzanıyor. Tespit edebildiğim ilk eser, Suat Derviş’in 1929 yılında “Hareket” gazetesinde yayımladığı “Mumya”başlıklı uzun öyküsü. Yazar daha sonra bu öyküden ilham alarak, 1934’te “Son Posta” gazetesinde tefrika edilen “Dirilen Mumya”romanını yazıyor. Sinema tarihine, fantastik ve gotik edebiyata eşsiz katkılar sunan Giovanni Scognamillo’nun, 1999 yılında Jean Genarro ismiyle çıkardığı “Mumyanın Mezarı” başlıklı romanına kadar –çeviri eserler dışında– Türkçe yazılmış, basılı bir mumya romanından söz edilmiyordu. Scognomillo da bir mülakatında, eserinin Türkiye’de yayımlanan ilk mumya romanı olduğunu iddiasındaydı. Ancak “Dirilen Mumya”nın geçen yıl İthaki Yayınları tarafından kitaplaştırılmasıyla bu iddia geçerliğini kaybetti.

Bugün, edebiyatımızdaki bilinmeyen ilk mumya anlatılarından birini paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. “30 Asırlık Bir Sevda Macerası: Mumyanın Muaşakası”, Suat Derviş’in iki eseri gibi fazlasıyla egzotik ve ürkütücü… Hikâye, Bedia Vasıf imzasıyla 1931 yılında “Küçük Hikâyeler Koleksiyonu” dergisinde yayımlanıyor. Ne yazık ki Bedia Vasıf’la ilgili edebiyat tarihlerinde ufacık bir kayda dahi rastlayamadım. Muhtemelen geçimini gazetelerde yazarak sağlayan –belki de ismini iyi bildiğimiz– dönemin yazarlarından birinin müstearı…

“Küçük Hikâyeler Koleksiyonu”ndaki hikâyelerin çoğu daha önce gazete ve dergilerde yayımlandığı için –bu metnin de eski harfli dönemde yayımlandığını düşünerek– arşiv taraması yapıyorum. Hem hikâyenin tarihine hem de yazarına dair izlere rastlayabilmeyi umut ediyorum.

Keyifli okumalar!

Bilal Acarözmen

İskenderiye’den İstanbul’a hareket eden EGE vapurunun kamaralarından birinde Hasan Rüştü Bey seyahat ediyordu. Kırk yaşlarında ve asabından son derecede muzdarip bir asarıatika mütehassısıydı.[1] Ona bir hasta bakıcı nezaret ediyordu. Yanındaki kamarayıysa bazı ilmi tetkikat[2] için Mısır’a gitmiş ve Hasan Rüştü’nün kırlarda baygın bulunarak hastaneye nakil olunduğu sabah tesadüfen orada bulunmuş, yaşlı bir asabiye mütehassısı[3] işgal ediyordu. Doktor Şükrü, Avrupa’nın her tarafında tanınmış muhterem bir zattı. Hastasına hürmetle karışık bir merhamet hissi duyuyor, onun hezeyanları arasında, bir hakikate temas eden izler buluyordu. Bu asarıatika mütefennininin[4] şuurunu iade için nasıl büyük bir kuvvet tesiriyle muhtel olduğunu[5] tetkik etmek, bütün hakikate vakıf kuvvet bulurum, onu düçar olduğu[6] azaplardan nasıl kurtarırım ümitleriyle İstanbul’a, kendi muayenehanesine götürüyordu.

Vapur hareket edeli yedi sekiz saat olmuş, gece yarısı yaklaşmıştı. Şükrü Bey, hastasını teskin ettikten sonra onu yatağına yatırdı. Kendi de istirahat etmek üzere kamarasına çekildi. Bir müddet sonra hasta bakıcı telaşla kapıya vuruyordu. Hasta bakıcı uykuya daldığı bir sırada, hasta yeni bir kriz geçirmiş, hezeyanların en büyüğüne tutulmuş, perişan bir hâlde söylenmeye başlamıştı:

“Aziz dostlarım yetişin, yetişin! Beni bu zalimlerden kurtarın. İşte oraya bakın… Demin o çiçeğin üstünden kaçtılar. O menhus[7] mumya orada, Raife de oradaydı! Bana inanın, şimdi yine gelirler. Siz de göreceksiniz, yine gelecekler. O çiçeği bana vermesinin sebebini şimdi anlıyorum!”

Bu sırada odaya girmiş bulunan Şükrü Bey, bu çiçeğe hayretle baktı. Bu, ince bir sap üzerinde birçok sarı taneli latif kokulu bir çiçekti. Eski Mısırlılarda olduğu gibi, bugün bile Hintlilerde geceleyin bazı ruhların bu çiçekler üzerinde istirahat ettiklerine dair bir itikat[8] vardır. Doktor, Hasan Rüştü’nün iddiasını tetkike başladı.

Pencereden içeriye giren elektrik ziyası[9] kamarayı hatifçe aydınlatıyordu. Pek uzun sürdüğü zannolunan birkaç dakika intizardan[10] sonra, eski Mısırlıların ölülerine çaldıkları matem havasının, hazin ahenkleri duyuldu. Çiçekler üzerinde tüle benzeyen ince bir bulut peyda oldu. Bu sahne karşısında doktor, hasta bakıcı ölüm terleri döküyorlardı. Yavaş yavaş bu tüle benzeyen bulut, tam bir mumya şekline girdi. Mumyanın simsiyah kuru ellerinin etleri parça parça sıyrılmış, kemikleri yarı yarıya dışarıya fırlamıştı. Tunç renkli vücudunun diğer kısımları, üzerinden geçen asırlara rağmen letafetini[11] muhafaza etmişti. Bu, bir kadın mumyasıydı. Gecenin zulmeti[12] kadar korkunçtu. Gözlerindeki parıltılar etrafa ölüm raşeleri[13] saçıyor, simsiyah saçlarının yarı örtebildiği üryan vücudu, kıvrana kıvrana rakslar ederken, odanın içinde rüzgârlar yaratıyordu.

Bu korkunç sahne çok devam etmedi, birkaç saniyede kayboluverdi. Hayalin artık odada bulunmamasından cesaret alan doktor, derhâl kendine hâkim oldu ve çiçeği kapınca denize fırlattı. Pencereyi süratle kapadı. Bu meşum[14] çiçeğin denize düşmesiyle müthiş bir fırtınanın kopması bir oldu.

Şimdi mumyanın bütün dehşetiyle pencerenin dışında görülen siyah elleri, cama kırarcasına vuruyordu. Bu ani fırtına, vapuru denizin dibine çekmek ister gibi dehşetle sarsıyordu. Büyük dalgalar güverteyi yalıyordu. Bu sırada cama şiddetle çarpan bir dalga, o meşum elleri oradan alıp götürmüştü. Bir müddet sonra hiç ümit edilmeyen bir tarzda, fırtına birdenbire kesildi. Deniz, sakin bir göl hâlini aldı. Nurlu bir ay, berrak bir semada parlıyordu. Biraz evvel Azrail’in ziyaretinden kurtulanlar, şimdi birbirini tebrik ediyorlardı.

Doktor, Hasan Rüştü’nün başından geçen bu vakayı dinlemek, bu esrara vakıf olmak için sabırsızlanıyordu. Hasan Rüştü, etrafa dalgın dalgın bakındı, pek perişandı. Hafızasını toplamaya çalıştı. Doktora bütün samimiyetiyle ruhunu öldüren, zihnini altüst eden bu vakayı anlatmaya gayret etti.

***

Ağustos sıcağının yorucu harareti altında bütün gün meşgul olduktan sonra, hafriyattan iyi bir netice elde edilmiş olması hepimizi memnun etmişti. Topraktan çıkarılan bir kadın mumyasıydı. Herkes büyük bir tecessüsle[15] mumyanın etrafına toplanmıştı. Ben de tetkikatla meşguldüm. Bu mumyanın, asırların yükünü omuzlarında taşıya taşıya adalatı[16] tahaccür etmiş[17] bir div[18] hissini veren ağır tunç kapağı ancak ölü sandıklarından çıkan müphem[19] bir sedayla açıldı. Etrafa yayılan hava, asırlarca evvel mumyaya son vazifelerini yapan bir sürü insanın bakışlarının, nefeslerinin, göz yaşlarının mütekait[20] esrarlı bir havasıydı. İşte bu hava, bu dakikada etrafa dağıldı; hazır bulunanların üzerinde esrarengiz tesirini yaptıktan sonra, ağır ağır göklerin hudutsuz derinlikleri içinde kayboldu.

Sargılar tedricî[21] açıldıkça görülüyordu ki cansız, kansız, taşlaşmış hâliyle, kuru bir ağaç kütüğünü andıran bu mumya, vaktiyle güzel, çok güzel bir kadına aitmiş.

Asırlardan beri tunçtan sandukasında esaret çeken mumyanın omuzları, kolları müziç[22] sargılardan kurtuldukça hemen hemen gerinecek, hareket edecek zannolunuyordu. Dünya yüzüne, serbest havaya, güneşin hararet ve nuruna mütehassir[23] kalan, çukura geçmiş gözleri hemen açılıverecekmiş gibi tebessüm ediyordu. Sıra ellerinin sargılarına gelmişti. Bu ana kadar her şeyi tabii bir gözle seyredenler, şimdi müthiş bir manzara karşısında kaldılar. Vaktiyle pek güzel olduğu anlaşılan bu kadın ellerinin, bu yaralı bereli, etleri kemiklerinden sıyrılmış şimdiki vaziyeti cidden şaşılacak bir şeydi. Birçok âlimler mumyaların başlı başına tetkike şayan bir ilim ve bütün bir tarih olduğunu iddia ederler. İşte bu hadise de onu ispat etmiyor muydu? Lahitten aynı zamanda bir de kitabe çıkarıldı. İhtiva ettiği[24] işaretlerin çokluğu, bilhassa cesedin üzerinde görülmesi matlup[25] bir surette bırakılışı, bu kitabeyle epey meşgul olunacağını anlatıyordu. Şüphesiz kitabe, mumyanın hayatına aitti. Mumyayı iyice sardıktan sonra nöbetçilerin nezaretine terk ettik.

Amele ve mütehassıslar kulüplerine dönüyorlardı. Ben geride kalmıştım. Mısır’da taharriyat[26] yapılan bu mıntıkada akşam bambaşka oluyor. Güneş kayalıkların arasında sahranın ağaçsız, manzarasız kum dalgaları içinde yavaş yavaş sönüyor, gurup[27] manzarasının heybetini arttırıyor. Koyu kan renkli bulutların arasından görünen kırmızı sema, cehennemin ateşlerine numune olacakmış gibi parlıyor, bir tarafından öbür tarafına uçuşan çöl kuşları, bambaşka bir âlemin bambaşka mahlukatına benziyordu.

Kulübeme avdet[28] için yola çıktım, arkadan bir otomobil geliyordu. Yol tehlikeli ve dar olduğundan otomobille yan yana yürümek mecburiyetinde kaldım. Fakat bu hâl benim için şayanı memnuniyet bir hadise oldu. Çünkü otomobilin içinde gördüğüm kadın, benim hayalimde yaşayan bir kadındı. Ben ufak tefek maceralar müstesna,[29] bu yaşa kadar aşkı iyice tatmamıştım. Şimdiki kadınlar ve bu kadınların kolay satılık muhabbetleri, benim tahayyül ettiğim, bedii hislerle yoğrulmuş esatirî[30] bir aşka tekabül edemiyordu.[31] Kadınları yalnız havailik, hercailik, gönül avcılığı için yaratılmış farz ediyordum. Onların cazibeleri, neşeleri, tahsilleri bütün hassasiyet ve incelikleriyle alakadar değildim. Muhayyilemde,[32] eski zamanlarda hayat sürmüş, ciddi, vakur kadınlar yaşıyordu. Mevzun[33] vücutlu kadın heykellerini derin bir hürmetle seyrederdim. Bir gün, asırlarca evvel yaşamış böyle bir kadına mutlaka tesadüf edeceğimi bilmem nasıl bir hisle her zaman ümit ederdim.

İşte otomobildeki kadın bütün bu düşüncelerime, bütün hayallerime tevafuk edebilecek[34] kadar latifti. Gözlerime inanamayacak derecede şaşırmıştım. Onun Fidias’in[35] heykellerine müşabih[36] bir büstü, vakur etvarı,[37] heybetli bir başı vardı. Altınla beyaz ipeğin karıştırılmasından hasıl olan saçları, şüphesiz meleklerde bile nadir görülen bir zarafetteydi. Hututu veçhiyesi[38] bariz bir ciddiyet ifade ediyordu, iri gözleri berrak bir semaya, hayır daha doğrusu uçuk renkli kır menekşelerine benziyordu. Kızıl gurup, saçlarının altınlarına başka bir renk, başka bir güzellik serpmeye muvaffak olmuş fakat onun benzinin uçuk rengini değiştirmemişti. Bu yüz, mumyanın tunç rengi kadar sararmıştı. Otomobili böyle ağır ağır kullandığı için, şoföre ne kadar müteşekkirdim. Bu kadının her hâli beni şaşırtmıştı. O da bunun farkına varmış olmalı ki yol genişleyip otomobile sürat verilebildiği zaman başını çevirdi, o tunçtan yüzünün ortasında yıldırımlar saçan gözlerde bana bir tebessüm yolladı.

Asarıatikacıların barınmalarına mahsus, muvakkaten[39] inşa edilen kulübelerden biri de bana aitti. Genç kızın üzerimde bıraktığı garip tesirler altında hem memnun hem müteheyyiç[40] ağır ağır kulübeme yaklaşıyordum. Penceremde parlayan ışık, akşamın siyah karanlığı içinde iri bir devin büyük gözleri gibi bakıyordu. Kulübeme girdiğim zaman, beni munis, müsterih[41] bir yuva karşıladı. Uşağım her türlü istirahatimi temin etmişti. Fakat beni hiçbir şey oyalayamıyordu. Bir akşam perisi gibi güzergâhıma çıkan genç kızın latif çehresiyle uzun asırların esrarını saklayan mumyanın korkunç hayali düşüncelerimde hep beraber canlanıyor, büyük bir tezat teşkil eden bu iki hayal birbirine tesadüf ettikçe müspet-menfi bulutlardan hasıl olan iki muhtelif kuvvet gibi şimşekler, yıldırımlar peyda ediyordu. Bütün geceyi, bu hayaller, bu kâbuslar arasında kısmen uykuda kısmen uyanık geçirdim.

Sabahleyin arkadaşlarla yine iş başında buluştuk. Gün yine yorucu ve pek uzun mesailerden sonra akşama yaklaşıyordu.

“Telepati” denilen manevi kuvvetin mevcudiyetine inanmayanlarda, her hâlde bu his iyi teşekkül etmemiş olmalıdır. İşte bu akşam, ben bu manevî telepatiden istifade ediyordum. Yirmi dört saatten beri hayalimden çıkarmadığım o mesut tesadüf vakası, beni mütemadiyen meşgul ediyordu. Fakat bu kuvvetli düşünceler, nihayet mesut bir neticeye vardı.

İleride, güneşin güçlükle aydınlatabildiği ağaçlıkların arasında genç kızın muhteşem hayali belirdi.

O, genç bir sporcu gibi muntazam ve sert adımlarla yürüyordu. İpek ve altınla karışık saçlarının letafeti altında güzel başının mehabetli[42] vaziyeti, her erkeğe ona hürmetkar olmayı âdeta emrediyordu. Üzerinde pembe bir gülün süslediği siyah bir tayyör, boynunda iri inciler, ellerinde beyaz eldivenler vardı. Genç kız metin adımlarla yaklaştı. Ben de ona doğru yürüdüm. Tebessüm ettiğini görünce cesaret aldım.

“Affedersiniz hanımefendi… Bir şey mi arzu buyurdunuz? Belki size bir hizmette bulunabilirim.”

Teşekkür etti. Buraya ne maksatla geldiğimi, taharriyatımın neticelerini anlattım.

Bundan memnun olan genç kız, bana samimiyetle kendi ahvalinden[43] bahsetmeye başladı.

“Babam İzmir’de doğmuş, büyümüş olduğu hâlde ben, Amerika’dan buraya yeni geliyorum. Babam gençliğinde Amerika’ya halı, afyon, incir, üzüm götürerek orada milyonlar kazanmış. Annem Mısırlı zengin ailelerden birine mensuptu. Şimdi onlar vefat ettiler. Ben de annemin buradaki zengin arazisini bulmaya geldim.”

Çantasından birtakım haritalar çıkararak bana gösterdi. Bu yerleri beraberce aramamızı benden rica ediyordu. Ben, bu teklifi büyük bir memnuniyetle kabul ettim. Ben de kendimi ona takdim edince hayretle:

“Evet, deminki sözlerinizden asarıatika mütehassısı olduğunuzu anlamıştım. Bu sabah pek erken, henüz kimse yokken hafriyatınızın önünden de geçtim,” gibi müphem cümleler kullandı. Ben, bu cümlelerin memnuniyetine mi yoksa ademimemnuniyetine[44] mi delalet ettiğini anlamak maksadıyla genç kızın gözlerine baktım. Bu büyülü nazarların tesiri altında kaldığım esnada beynimde şimşeklerin çaktığını, ateş seyyalelerinin[45] bütün vücuduma dağıldığını hissettim. Bu buhranı geçirdikten sonra tekrar bunların cazibesine kapıldım. Bir az sonra tekrar o gözlere baktığım zaman, onlarda, fırtınadan sonra denizlerin sükûnet dakikalarının istirahatini, güzel mavi rengini keşfettim.

Bir müddet yürüdük, sonra tenha yoldaki kayalıkların üstüne oturduk. Bu kızla bulunduğum dakikalar benim için, bir cengâverin serdarından[46] iltifata nail olduğu dakikalar kadar cana yakındı. İsminin Raife olduğunu öğrendim. Annesinin arazisini bulmaktaki gayesini de anlattı. Bu arazide, Amerika’da ölen ebeveynine mahsus kabirler inşa ettirerek, kemiklerini buraya defnettirecekmiş. Haritaları uzun uzadıya tetkik ettik. Vakit gecikmişti. Ertesi sabah birleşmek üzere ayrıldık. Merkez oteline ineceğini bildiren genç kızı otomobiline kadar teşyi ettim.[47] Otomobil gözden kaybolunca ben de kendimi rüzgârın oyuncak ettiği yaprak gibi kararsız buldum.

Yolda tesadüf ettiğim ağustos böcekleri, akşam kuşları hep yürek ezici nağmelerle bir şeyler okuyorlardı. Akşam rüzgârı bile, büyük bir kuşun gam saçan kanadı gibi, bana acı acı temas ediyordu. Bütün geceyi genç kızı düşünmekle geçirdim. Hayatımda ani bir tebeddül[48] yapan bütün kalbimi, ruhumu istila eden ve pek tesirli izler bırakan bu aşk, acaba nasıl bir kudrete malikti?[49]

Sabah pek erkenden hazırlandım. O günkü vazifemi arkadaşlarıma terk ederek randevu yerine geldim. Bir müddet sonra otomobil göründü. İçinde o, sevgili… Fakat akşamki mütebessim[50] çehre bu sabah daha vakur ve pek ciddileşmişti. Yalnız “Buyurun,” diyerek beni yanına çağırdı. Otomobil süratle, dağların arasındaki yoldan yürüyordu. Haritaları açtık; şimdi ikimiz de yan yana, tabiatın güzelliklerine susamış gibi yalnız etrafı seyrederek bayırlardan tepelerden yürüyorduk. Bu sabah, Nil sahillerine yaklaşan bu yerler, cennette numune olabilecek bir letafetteydi. Vasi[51] kırlar, inişli çıkışlı tepeler, tabiata âşık olanlara büyük bir saadet hissettiriyordu. Uzaktaki dağlardan gelen hafif sabah rüzgârı, insanın ruhunu bedeninden ayırarak beraberce uçuracakmış gibi esiyordu. Uzakta bir harabe göründü. Bu harabe kuytu ve karanlık bir sırtta bina edilmişti. Vahşi hayvanata, çölün kralına saray vazifesini görebilecek bir şekildeydi.

Oraya yaklaştık. Her iki cephesinde birer menfez vardı. Ancak o, vahşi bir hayvan tarafından kovalanan bir insanın sığınabileceği bu menfezden içeri girmek isteyince ben hayrete düştüm. Bu fikrinden vazgeçirmek istedim, o ısrar etti. Nihayet içeri girdik. Burası, duvarlarından su sızan, yerlerinde su birikintileri bulunan korkunç bir harabeydi. Duvarlardaki ufak deliklerden biraz aydınlık gelebiliyordu. Biz içeriye girince ziyaretimizden ürkerek gizlenen birtakım hayvanların fısıltısını işittik.

Bu fısıltıları bir yılanın ıslığı, bir baykuşun feryadı ve birçok kanat sesleriyle etraftaki hayvanların zıplamaları takip etti. Duvarda büyük bir kertenkele, kuyruğunu iki yana kıvırarak ürkek nazarlarla bizi tetkik ediyordu. Herkesin korkacağı, tevahhuş edeceği[52] bu yerden Raife hoşlanmıştı. Bir su birikintisinin kenarındaki taşa oturdu. Bu ziyaretten rahatsız olan su kaplumbağaları, sırtlarındaki yükü taşımaya üşenerek tembel tembel kaçışmaya başladılar.

Bu kız ne garip bir hilkatti![53] Hem güzel ve munis hem korkunç ve soğuk…

Saçları, yine o sarışın ve aydınlık saçları, bu harabeyi aydınlatan bir altın külçesi gibi, etrafa nurlarını saçıyordu. Böyle esrarengiz ve güzel bir peri nereden gelmiş ve nasıl benim yoluma tesadüf etmişti?

Ben artık gayrikabili[54] tedavi bir hastalığa tutulduğumu anlıyor ve bütün vücudumda öldürücü bir aşkın zehirlerini hissediyordum. Uzun seneler mumyalarla, korkunç heykellerle uğraşmanın neticesi, son derece asabi mizaçlı bir insan olmuştum. Bu harabede durdukça sinirlerim takallüs etmeye[55] başladı, âdeta boğulacağımı zannediyordum. Ona:

“Artık buradan sıkılmadınız mı Raife Hanım?”

“Hayır Haşan Rüştü Bey… Sizinle her nerede olursam olayım sıkılmıyorum. Siz üzerimde gayet iyi bir tesir yaptınız. Beni teshir ettiniz.[56] Bilmem nasıl oldu, sizi seviyorum Hasan Rüştü Bey… İşte bu kelimeleri, bu duvarlar ilelebet tekrar edeceği için… Kendime burada bir mezar yaptıracağım için… Buranın korkunç hayvanatı da kendilerine tevdi ettiğim[57] bu vazifeyi daima yeni nesillerine tekrar edecekleri için… Benim mezarımın sadık bekçileri olacakları için, burada en gür sesimle tekrar ediyorum…”

“Sevgilim siz ölmeyeceksiniz, uzun müddet beraber yaşayacağız. Tanıştığımızın ilk gününde ölümden bahsetmek doğru mu? Arzu ederseniz evleniriz…”

“Hayır Hasan Rüştü Bey! Ben hiçbir zaman evlenmeyeceğim.”

Gönlümden onu zorla kucaklamak geçti. Fakat yüzüne baktığım anda bütün azmim kırıldı. Yüzünde anlayamadığım ve beni damarlarıma kadar soğutan bir fevkaladelik sezdim.

“Raife Hanım, rica ederim artık bu korkunç harabeden çıkalım. Bu hayvanlar üzerimize ordularla hücum edeceklermiş gibi bana vehimler geliyor. Bu duvarlar üzerimize yıkılarak enkazı arasında kalacakmışız gibi titriyorum. Çıkalım Raife Hanım, bu meşum yerlerden kaçalım!”

Biz harabeden çıkınca içerideki hayvanlar da rahata ermiş olacaklar ki baykuş yüksek perdeden haykırdı. Dışarıdaki hava ciğerlerime doldukça bir kabuslu rüyadan uyanır gibi oluyordum. Ve buradan uzaklaştıkça vasi tarlaların sükûneti ruhumu tazeliyordu.

Raife’ye baktığım zaman, onun sükûnetle akan göz yaşlarını gördüm. Başını göğsüme çekmek istedim. Fakat onun o vahşi ve tunçtan mizacını düşünerek bu arzudan vazgeçtim. O, pelerinine sarılmış önden yürüyordu. İmal ettiği[58] heykelin güzelliğini seyre doymadan ölüme mahkûm edilen bir heykeltıraş gibi ben, arkasından sevgilimi takip ediyordum.

Akşam, siyah örtülerini etrafa sermeye başlıyordu. Uzaktan güneşin son nurları, çölün namütenahiliği[59] içinde yavaş yavaş sönüyordu. Bir tepeye tırmanınca karşımıza Nil çıkıverdi. Sahilden epey mesafede bazı küçük bahrî merakibin[60] sular üstünde ilerledikleri seziliyordu. Raife bu sefer de Nil’in etrafını gezmek istedi. Ben artık onun her emrini ifaya[61] hazır, manyetizmalı bir adamdan farksızdım. Oraya gidecektik. Fakat sahile gitmek pek kolay olmadı. Bin müşkülâtla suyun kenarına indik. Nehrin yakınında bulunan bir adacığın üzerinde bir deniz feneri vardı. Parlak ziyasıyla gemilere yol gösteriyordu. Raife feneri gezmek istedi fakat bu arzusunu isaf[62] için münasip bir vasıta bulamadık. Raife’ye merbutiyetimi[63] ispat hevesiyle “Fener bekçisiyle konuşayım,” diyerek soyundum, nehre atlayarak fenere kadar yüzdüm. Çarşamba gecesi sevgilimle orasını gezmek için fener bekçisiyle anlaştım. İhtiyar adam sandalla bizi sahilde bekleyecek ve fenere götürecekti. Bu meseleyi hallettiğimi Raife’ye söyleyince memnun oldu.

Onunla bir müddet daha yürüdük. Akşam olmuştu. Otele kadar teşyi etmek istedimse de o buna mâni oldu. Ertesi gün hafriyat yerinde buluşmak üzere vedalaştık.

Bütün geceyi penceremin önünde esen rüzgârdan onun nefesini duymak ister gibi, baygın bir hâlde geçirdim. Asabım tedricen[64] bozuluyor ve günden güne şaşkın vaziyetlere düşüyordum.

Ertesi gün işimin başına gittim. Uzun mesailerden sonra gene akşam oluyordu. Herkes istirahat için dairesine dönerken ben, sabırsızlıkla sevgilimi bekliyordum. O, gene kayaların arasından göründü. Üzerinde bir tayyör, gene tayyörü renginde eldivenler, boynunda aynı inciler vardı ve güzel saçları gene açıktı. Onsuz bir hiçten ibaret olduğumu anlıyordum.

Koştum ve gözlerinin derinliklerinde bir müddet kendimi kaybettim. Hafriyat esnasında çıkarılan kıymetli parçalarla dolu ufak bir müzeyi andıran taş binanın önüne geldik. Burası asarıatikanın muvakkaten muhafazasına mahsus bir yerdi. İçeri girdik. Ben ona atik eserler hakkında malumat veriyordum. Onun bunlarla fazla alakadar olduğunu görünce bunlar hakkında uzun uzun tafsilat verdim. Bu akşam sevgilim pek neşeliydi. Nazarları her zamankinden daha munisti. Şimdiye kadar pek mağmum[65] ve ağır başlı cereyan eden aşkımızın, bundan sonra mesut bir şekle inkılap edeceğini[66] ümit ederek seviniyordum. Sevgilime neşeli hikâyeler anlatıyordum. O bunları kahkahalarla dinliyordu.

Nihayet yandaki odaya geçtik. Duvarları, zemini çiniyle döşeli bu oda baştan başa mumyalara tahsis edilmişti. Devasa lahdi içinde yatan bir mumyayı, beyaz çarşafla örtmüşlerdi.

“Nasıl,” dedim, “mumyalar sizi alakadar eder mi? Bunların insana şeamet[67] getirdiğine inanmayacağınızı bilsem, şayanı tetkik olan bu kadın mumyasını size göstermek isterdim.”

“Mumyalardan gelebilecek şeametlerden daha büyük ve daha pek çok vasıtaların insanları her zaman bedbaht ettiklerini düşünecek olursak, bu faraziye[68] tesirsiz kalmaz mı?” dedi.

Mumyaya doğru eğildik. Ben örtüyü açınca ne oldu bilir misiniz? Menhus mumyanın korkunç fakat şimdiye kadar kuru bir hâlde bulunan elleri, yeni tefessüh etmekte olan bir leşin elleri gibi cılık[69] ve müteaffin[70] bir hâle ricat etmemiş miydi?[71] Mumyanın gerek çehresi gerek sair aksamı[72] o eski tahaccür etmiş[73] hâlini muhafaza ediyordu. Bu manzara karşısında ölüm raşeleri hissettim. Raife’yse, büyük bir avizenin taşlar üzerine düşerek bin bir parça olduğu zaman çıkardığı billurin seslere benzeyen bir sedayla öyle müthiş sayhalar[74] çıkardı ki o esnada sağır olduğumu zannettim. O müthiş sayhaları şu amirane[75] çığlıklar takip etti:

“Örtün o elleri, Hasan Rüştü Bey! Örtün o elleri… Yoksa sizi…”

Kapıyı kırarcasına açarak yıldırım süratiyle koşmaya başladı. Hem koşuyor hem de ellerini başına götürerek saçlarını yoluyormuş gibi vaziyetler alıyordu. Ben de kendimden geçmiş şaşkın ve bitkin bir hâlde ona yetişmek için koşuyordum. Fakat ben yetişmeden o ağaçların arasına daldı ve otomobiline hareket emrini verdi. Beş dakika sonra oradan tesadüfen geçmekte olan bir otomobile de ben atladım. Otomobil dağlardan koşarken, menhus mumyanın kanlı elleriyle beni kovaladığını zannediyor ve titriyordum.

Merkez oteline geldim. Raife henüz gelmemişti. Bir müddet sonra geldi. Mağmum çehresi felaket ve matemin canlı bir numunesi olmuştu. Onu nasıl teselli edebilirdim? Ben ki elan[76] titriyordum. Onu göğsüme basarak teskin etmek için bir ihtiyaç hissettim. Fakat yüzüne baktığım zaman, gözlerime çarpan soğukluğu beni ta ciğergâhıma kadar üşüttü. Geciktiği için merak ettiğimi söyledim.

“Ben her akşam Nil sahiline iner ve saatlerce orada yalnız başıma dolaşırım.”

Tayyörünü süsleyen ufak sarı taneli bir çiçeği bana vererek: “Bunu sahile yakın bir tepede buldum. Bu çiçeği daima göğsünüzde saklayınız olmaz mı?”

Bu güzel kokulu çiçek kalbime şifalar verdi.

Yarın gece buluşacağımızı tekrar ederek ayrıldım.

Şimdi yapılacak ağır bir vazife vardı. Mumyanın üstünü açık bırakarak kaçmıştım. Onu örtmek lazımdı. Tekrar oraya gitmek, cehennemde kapıcılık etmekle müsaviydi.[77] Nöbetçilerden birini yanıma alarak müzeye gittim. O önde ben arkada, meşum odaya girdik. Bende korkuyla beraber tecessüs hisleri de uyanmıştı. Titreyerek o ellere tekrar baktım. Hayret… Eller, topraktan çıkarıldığı zamanki eski hâlindeydi. Derhâl örtüyü üzerine attım ve buradan çıktım, kulübeme geldim. Gerek şahit olduğum bu dehşetengiz manzara, gerek Raife’ye karşı duyduğum kâh kıskançlık ve adavet,[78] kâh merhamet ve muhabbet hisleri asabımı son derece sarsmıştı. Elektriği açık bırakarak yatağıma uzandım.

Korkular ve buhranlar içinde kıvranırken kendimden geçmişim. Uykumun arasında sanki bir el göğsümü delerek kalbimi tırmalıyor, boğazımı sıkıyordu. Üstümü başımı parçalayarak yine uykuya daldım. Sabahleyin uyandığım vakit fanilama kadar her şeyimi yırtmış ve çıplak olarak uyuyakalmış olduğumu gördüm.

Raife’nin bana verdiği ve koynuma sakladığım sarı çiçekler de yere düşmüştü. Göğsümde tırnak izleri vardı. Bunları gece kâbuslar arasında kendimin yapmış olduğumu zannettim.

Hafriyat sahasında işimin başına gittim. Dün akşam şahit olduğum mumyanın korkunç hâlini arkadaşlarıma anlatmak istedim. Fakat bana bir çılgın nazarıyla bakacaklarını düşünerek vazgeçtim. Ben, elan korkudan titriyor ve mumyanın bulunduğu tarafa gidemiyordum.

Akşam kulübeme döndüm. Raife’yle buluşacağımız saati sabırsızlıkla bekliyordum. Mumyanın o müthiş hâli gözümün önünden bir türlü gitmiyor, etrafımda fena ruhların uçuştuğunu hissediyordum. Sevgilimle buluşacağımız saatin yaklaşması beni fena ruhların hücumundan kurtardı. Yerimden fırlayarak kalktım. Guruptan sonra bulutlanan havada bir değişiklik görülüyordu. Şimşek çakıyor ve uzaktan gök gürlemeleri işitiliyordu. Bir müddet sonra şiddetli bir kasırga ortalığı birbirine katmaya başladı. Fırtına kulübemi temelinden sökecekmiş gibi şiddetini arttırmaya başlamıştı. Nihayet biraz sükûnet buldu. Ay, korkunç bulutların arasından kâh çıkıyor kâh kayboluyordu. Bu korkunç havaya rağmen randevu yerine gittim. Fırtına tekrar şiddetini arttırıyor, ağaçlar uğulduyordu. Kalbimin fırtınası o kadar büyüktü ki bu fırtınaları onunla kıyas ediyor onun yanında bu uğultuları en yüksek bir musiki ahengi addediyordum.

Nihayet Raife geldi.

Raife siyah bir pelerine bürünmüş, fırtınaya karşı lakayt tebessüm ediyordu. Şimşek ziyaları arasında görülen gözleri, her zamanki gibi güzel fakat pek garip manalar ifade ediyordu.

“Raife sen bir meleksin ve ben de sana perestiş[79] için yaratılmış bir mevcudiyetim,” dedim.

Fırtına mütemadiyen şiddetini arttırıyordu, Nil sahiline yaklaşmıştık. Fırtına bütün şiddetiyle nehrin sularını altüst ediyor ve dağ gibi yükselen kum dalgaları, su dalgalarıyla karışarak bir sahilden ötekine uçuyorlardı.

Bu manzara ve fırtınalara pek alışık olan ihtiyar fener bekçisi, alacağı bahşişi düşünerek sözünü tutmuş bizi bekliyordu. Dalgalar, koskoca balıkçı sandalını sahile fırlatacakmış gibi hoplatıyordu. İhtiyar bir elinde kocaman bir fener, öteki elinde bir kanca, sandalı zorla zapt ediyordu. Bizi görünce sabırsızlandı ve amirane seslendi:

“Çabuk olunuz, kollarımda kuvvet kalmadı.”

Maceraperest ve cesur kız, en tehlikeli zamanlarda bile benim muavenetime[80] tenezzül etmiyordu. Elini bile bana vermeye lüzum görmedi, büyük bir çeviklikle sandala atladı.

Bu dakikada vahşi bir fırtına, vahşi bir nehir, vahşi bir manzara ve bütün bu vahşetler içinde de vahşi bir kız görüyordum. Bütün bunlar artık bende de bir takım vahşi, behimi[81] hisler uyandırdı. Her ne pahasına oluna olsun, diyordum, bu kızı bu akşam muhakkak kollarıma alacak ve onun perestiş ettiğim saçlarını koklayacak, ellerini kalbime basacak ve onu öpecek, sıkacak, hırpalayacaktım.

Bu öyle şiddetli bir azimdi ki bunu ancak kalbinde cehennem ateşleri yananlar hissedebilirler.

Raife kalbimle dimağım arasında teati[82] olunan bu ahtı hissetseydi, buradan kaçmak için belki bir lahza[83] tereddüt etmeyecekti.

Sandal kâh suların dibine çökecekmiş gibi alçalıyor, kâh bulutlara erecekmiş gibi havaya kalkıyordu. Üstümüz sulardan sırsıklam olmuştu. Bir an oldu ki ihtiyar fener bekçisi bile ürkmeye başladı. Nihayet adacığın kuytu bir sahiline yanaşabildik.

Bir minareyi andıran fenerin büyük demir kapısı, ihtiyarın belinden çıkardığı anahtarla, eziyetle açıldı. İçerisi zifiri karanlık, simsiyahtı! İhtiyar adam hiç lakırdı söylemeden elindeki fenerle yandaki dar ve yıkık merdiveni aydınlattı. Dikkat edilmezse buradan düşüp parça parça olmak muhakkaktı. Adam önde yürüyordu. Şimdi kulenin yıkık fakat geniş ve dolambaçlı bir yerine gelmiştik. Burasını duvara asılmış bir meşale aydınlatıyordu. Bu meşaleden çıkan duman ve titrek ziya duvarda bir takım korkunç şekiller tersim ediyordu.[84]

İhtiyar bize fener hakkında bazı malumatlar vererek buradan geri döndü, odasına çekildi. Bu korkunç yerden bir an evvel kurtulmak için sevgilimle daha yukarı çıktık.

Bir ikinci meşale de burasını aydınlatıyordu. Geldiğimiz yer kısmen yıkık… Taşlı, topraklı, dolambaçlı geniş bir merdivendi.

Yine yürüdük.

Artık fenerin en yukarısına, asırların esrarıyla dolu Nil nehrine hâkim balkonuna çıktık. Buranın manzarası, korku ve güzelliğin imtizaç ettiği[85] bir sahneydi. Vahşi hayvanların sedasını andıran uğultular, gök gürlemeleri, şimşekler en cesur insanları bile yıldıracak, en düşüncesizleri düşündürtecek bir mahiyetteydi.

Gecenin zulmeti arasında yükselen beyaz dalgalar, karanlık bir gökte uçuşan kar yüklü bulutlar gibi insanı üşütüyordu.

Raife, siyah pelerinine sarılmış, vahşi hayvanlara secde ettiren bir mabude[86] gibi hareketsiz, kulenin balkonuna dayanmış, tunçtan nazarlarla ufku seyrediyordu.

Şimdiye kadar geçen bütün bu vakayi,[87] kalbimi parçalayan bu aşk… Bu dakika beni yaşayan değil, yalnız hisseden bir varlık hâline koymuştu. Genç ve güzel kıza baktım. Artık kendime hâkim değildim. Onun soğukluğu, vakarı, tehditkâr nazarları, benim behimiyetim[88] karşısında bir hiç hükmünde kalmıştı.

“Raife, artık sana değil, seni sıyanet eden[89] mukaddesata, taptığın halika[90] bile isyan ediyorum! Seni kollarımda sıkıp öpeceğim!”

Bu kati, vahşi ve korkunç kararımı işitince Raife, titremeye, âdeta ulur gibi sesler çıkarmaya başladı. Ben bunların farkına varmıyor, duymuyordum. Onun üzerine bir kaplan gibi atıldım, sımsıkı sarındığı pelerinini zorla açtım. Bugüne kadar açıkta görmediğim ve hâlâ eldivenli duran ellerini yakaladım, var kuvvetimle çekerek eldivenlerini balkonun topraklarına fırlattım. Bu dakika sürekli bir şimşek etrafı nurlandırdı!

Bu müthiş anda ne gördüm bilir misiniz? Bu eller! Evet, bu eller müzede Raife’yle beraber gördüğüm mumyanın tefessüh etmiş, kemikleri meydana çıkmış, kanlı, irinli, leş kokulu elleri değil miydi? Korku ve asabiyetten çıkardığım avazeler[91] onun ulumasına karıştı. Kendimden geçerek yere yuvarlandım. O da bir yıldırım süratiyle kendini Nil’e fırlattı. Bu baygın, bimecal[92] ve bişuur[93] hâlinde insanlara mı yoksa ervaha[94] mı mensup olduğunu anlayamadığım o korkunç mahlukun, nehre atılmasıyla beraber, kayalara çarpan ve bin parça olan kemik yığınlarının çıkardığı tarrakanın[95] akislerini ancak rüyalara gelen müphem sesler gibi işitebildim!

Gözlerim kararmış, kalbim durmuş, nefeslerim kesilmişti! Artık ölümün yaklaştığını, Azrail’in benimle alay ettiğini anlıyordum. Vücudum demir kadar soğumuş, kanım damarlarımda incimad etmişti.[96] Bu esnada gökten mi, nehirden mi gelen ve yüzüme serpilen serin su damlaları beni biraz diriltti. Yavaş yavaş kendimi toplamaya çalışıyordum. Güç hâlle yerimden kalktım. O korkunç, o sihirli kadının bin parça olduğu kayalara titreye titreye baktım. Fenerin ziyalandırdığı bu sularda cesede benzer hiçbir şey görmedim. Buraya düşen bir insan değil, bir ordu bile olsa bir saniyede mahvolacağı muhakkaktı.

Gayzın, korkunun tevlit ettiği[97] bir asabiyetle bu nehre tükürdüm. Artık tamamıyla çıldırmıştım. Feci bir hatıra olan bu kuru kemikler ve lime lime dağılmış et parçalarıyla mülemma[98] müteaffin eldivenleri, yerden aldım, cebime koydum ve buradan kaçmaya başladım.

Meşalenin güç aydınlattığı o bozuk merdivenlerden bilaperva[99] koşuyordum. Kâh bayılmamak için duvara dayanıyor, kâh Raife’nin beni kovalayan, benimle istihza eden hayalinden kaçıp kurtulmak için merdivenlerden yuvarlanarak vücudumu kanatarak iniyordum!

Nihayet Raife’yle birlikte pek büyük emellerle geldiğim bu fenerin alt merdivenine geldim. Bekçi dairesinde horluyordu. Nehrin suları üzerime saldıracaklarmış gibi azmıştı. Nil’in iki sahiline dizilen, kefenlerini yırtmış binlerce mumya, korkunç nazarlarıyla bana bakıyorlardı.

Artık bu kabustan kurtulmalıyım diye haykırdım.

***

(Burada Hasan Rüştü bir müddet sustu, gözlerini kapadı. Nil’in derinliklerine dalar gibi… Sonra heyecanını teskin ederek zayıf dimağında kalan hatırayı da anlatmaya başladı.)

***

Nihayet suların oyuncak ettiği sandala atladım. Mecalsiz kollarımla küreklere sarılarak bitap sahile çıktım.

Raife, işte gene orada, sahilde çürümüş ellerini yıkıyordu. Beni görünce sevindi. Takibe başladı. Ben koştukça o da önümü kesiyordu. Şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor, taşlar, kumar, nehrin suları birbirine karışıyordu. Bu sırada devrilen bir ağacın gövdesinden çıkan bir mumyanın hayali, Raife’nin hayaliyle kucaklaştı. İkisi de tefessüh etmekte olan o iğrenç ve korkunç ellerini bana gösteriyorlar, onlardan sızan kanları sanki üzerime serpmek istiyor gibi vaziyetler alıyorlardı. Ben yüzümü ellerimle kaparken onlar da kahkahalarla gülüyor, gülüyorlardı. Ben korkumdan koşamaz, hatta yürüyemez olmuştum. Nihayet biri bir tarafıma, öteki öbür tarafıma geçtiler. Şimdi üçümüz birden sürekli şimşeklerin en kuytu yerlerini bile nurlandırdığı, gök gürlemelerinin meydan okuduğu, yıldırımların cirit oynadığı bu cehennemî çölde yürüyorduk. Biri çıplak ve esmer, gür saçlı öteki sarışın ve latifti. Ben bir kahraman kumandan gibi ortalarında olduğum hâlde, bu üç muharip[100] bir ağızdan marşlar söylüyorduk. Yıldırımlar düştükçe benim de neşem artıyordu. Öyle marşlar söylüyor, öyle bağırıyordum ki nihayet neşemden bağıra bağıra kendimden büsbütün geçmiştim. Artık ötesini muhterem üstat, siz benden iyi biliyorsunuz!

***

Hasan Rüştü, hikâyesinin son safahatını[101] anlatırken müthiş azaplar hissetmişti. Kâbus arasında doktora mevzubahis eldivenlerle, kitabenin bir tercümesini verdi ve şunları ilave etti:

“Bu kitabeyi arkadaşım Fazıl, büyük müşkülatla deşifre edebilmiş. Hastaneye beni ziyarete geldiği zaman kitabenin tercümesini göstermesini rica ettimse de o katiyen vermek istemedi. O kadar ısrar ettim, o kadar yalvardım ki nihayet dayanamadı, vermeye razı oldu. Onu okuyunuz, aziz dostum ve bedbahtlığıma bir kat daha acıyınız.”

Doktor kitabeyi büyük bir hayretle okudu.

Şunlar yazılıydı:

“Mısır asilzadelerinden … kızı … sevdiği cengâverle nişanlandı. Bir müddet sonra harp ilan olunmuştu. Birbirinin aşkına doymayan bu iki sevgili pek acıklı bir surette ayrıldılar. Genç kız sevgilisinin ölüm haberini alınca gayrikabili tedavi bir illetin, ellerinin etlerini kemirerek kemiklerini meydana çıkardığını dehşetle gördü. Nişanlısının ölümüne, letafetinin bu suretle bozulmasına, hastalığının ızdıraplarına tahammül edemedi. Nihayet intihar etti.

Biz Mısır papazları, bu isyankâr hareketinden dolayı telin edilen[102] bu genç kızın, mumya hâlindeki cesedinin, tam otuz asır sonra bir tesadüfle açılacağını ve o zamana kadar azap çeken ruhunun serbest kalarak tekrar bir genç kız kalbine girerek sevdiği cengâverin ruhunu taşıyan diğer bir delikanlının ruhuyla buluşarak bir aşk macerası geçireceğini ilahların ilahı …dan bilvasıta[103] öğrendik!”

Bedia Vasıf


[1] Eski, tarihi eserler uzmanı.

[2] Bilimsel araştırma.

[3] Sinir hastalıkları uzmanı.

[4] Fen bilgini.

[5] Bozulmak, karışmak.

[6] Uğramak, tutulmak.

[7] Uğursuz.

[8] İnanç.

[9] Işık.

[10] Bekleme.

[11] Güzellik, hoşluk.

[12] Karanlık.

[13] Titreyiş.

[14] Uğursuz.

[15] Görme, anlama merakı.

[16] Kaslar, adaleler.

[17] Taşlaşma.

[18] Şeytan; dev.

[19] Belirsiz.

[20] Emekli.

[21] Derece derece, yavaş yavaş olan.

[22] Bunaltıcı, rahatsız edici.

[23] Özleyen, hasret kalan.

[24] İçinde bulundurmak.

[25] İstenilen.

[26] Araştırmalar.

[27] Gün batımı.

[28] Dönmek.

[29] Dışında, hariç.

[30] Efsanevi, mitolojik.

[31] Bir şeyin yerini tutmak.

[32] Hayal gücü.

[33] Ölçülü, düzgün.

[34] Birbirine uymak, uygun gelmek.

[35] Fidias (ö. MÖ 430): Antik Yunanlı heykeltraş.

[36] Benzer.

[37] Tavırlar, hâller.

[38] Yüz hatları.

[39] Geçici olarak.

[40] Heyecanlı.

[41] Kaygılarından kurtulmuş, içi rahat olan.

[42] Gösterişli.

[43] Durumlar, hâller.

[44] Memnuniyetsizlik.

[45] Akım, cereyan.

[46] Başkumandan.

[47] Uğurlamak.

[48] Değişme.

[49] Sahip olma.

[50] Gülümseyen.

[51] Geniş.

[52] Ürkmek.

[53] Yaratılış.

[54] Çözümü olmayan.

[55] Kasılmak.

[56] Büyülemek.

[57] Vermek.

[58] Ham maddeyi işleyerek bir mal üretmek.

[59] Sonsuz olma durumu.

[60] Gemi, vapur, kayık gibi deniz taşıtları.

[61] Bir işi yerine getirmek.

[62] Birinin isteğini kabul edip yerine getirme, yapma.

[63] Bağlılık.

[64] Giderek.

[65] Gamlı, sıkıcı.

[66] Bir durumdan başka bir duruma dönüşmek.

[67] Uğursuzluk.

[68] Varsayım.

[69] Bozuk, çürük.

[70] Kokuşuk, pis kokulu.

[71] Geri dönmek.

[72] Kısımlar.

[73] Taşlaşmak.

[74] Bağrış, çığlık.

[75] Emredercesine, amirce.

[76] Hâlâ, daha.

[77] Eşit.

[78] Düşmanlık.

[79] Tapınma, delicesine sevme.

[80] Yardım.

[81] Hayvanca, hayvana yakışır bir biçimde olan duygu.

[82] Karşılıklı alıp verme.

[83] An.

[84] Resmetmek.

[85] Bağdaşmak, uyuşmak.

[86] Çok tanrılı dinlerde kendisine tapınılan dişi tanrı, tanrıça, ilahe.

[87] Vakalar, olmuş şeyler.

[88] Hayvanlık.

[89] Korumak.

[90] Yaratıcı.

[91] Avaz, nara.

[92] Mecalsiz, güçsüz.

[93] Şuursuz, bilinçsiz.

[94] Ruhlar.

[95] Gümbürtü.

[96] Donmak, katılaşmak.

[97] Sebep olmak.

[98] Bulanmış.

[99] Korkusuz, pervasız.

[100] Savaşçı.

[101] Safhalar, evreler.

[102] Lanetlemek.

[103] Dolaylı olarak.