
Hızla akıp giden ışıkların ardında kalan ağaçların gölgeleri belirginleşiyordu. Camdan yansıyan kafamı görmezden geliyor, dışarıdaki renk cümbüşüne karışıyordum. Bir tadı vardı gözlemin, şimdiki zamandan yazıyorum, kaçıyorum gibi. Kovalayan kimse yok. Gurbette değilim. Kırk kişilik bir şehirlerarası otobüsün en arka koltuğunda yalnızım: Tekliği ifade ediyorum, keder aranmasın. Önümde veya ardımda biri yoksa şayet, aklım kaçışı irdelemek ister, niye bir noktadan diğerine gitmekteyim? Cevaplarım olsaydı yeryüzüne mıhlanırdı bedenim. Birkaç soru, önümde veya ardımda, yaşam olduğu sürece geçmişin köklerinden geleceğe filizlenecek, herkes gibi. Beyaz gömleği sıkıca kavrayan kemerdeki delikler incecik, eğreti bir belin deliliydi: Muavin, otobüste ivecen adımlarla volta atıyor, yaklaşan durağın sinyalini veriyordu. Tıslamaya başlayan otobüs yorulmuş bir ihtiyar; özenle kesilip taranmış, beyaz saçlı, yüzündeki tombul pembelik sevecenlikten ziyade zararlı bir çıkarı anımsatan şoförün katı ellerinde. Onu sadece otobüs hareket etmeden önce koltuğuma yerleşirken gördüm: Sayım yapan muavine üstten konuşan tavrını, yerine geçerken, geldiği gibi, ağır adımlarla ve süzerek baktığı kadın yolcudan kendince almış olduğu bakışın erkeksi gururunu gördüm, o kadar, daha fazlasını istemedim. Şimdiden kopmak, beş altı saat önceki bir hadisenin kıvılcımı olsa dahi, donuklaştırıyor beni. Farkına varmak rahatlattı, su serpti bir nebze. Birkaç kıvılcım daha çıksa, beş dakika öncesi dâhil, koparır beni. Şu anda kalabilmek, yüzebilmek mühim. Muavin, yarım saat, dedi, zor duydum, hareketlenme oldu, paltomun cebinde iki tane mandalina var, soğuk havayla beraber yemek istedim. Kalan birkaç kişiye baktım, boyunları kırılmış, ağızları açık uyuyorlardı tüm havayı içlerine çekiyormuşçasına, kendimi orta kapıdan dışarı attım. İnsanlığı unutturan bir sis karşıladı, bir saniye sürdü. Boğuk bir ses patladı kulaklarımda. Yüzüme vuran soğuk alt dudağımdaki kabukları biliyordu. Ellerimi ceplerimden çıkarmadan sola döndüm. Mandalinaları yemeyi hayal ettiğim her köşede yığınla insan, hepsinin ağzında yanıp sönen sigaralar… Yakındaki benzin istasyonunun beyaz, mola yerinin eskimiş, renk renk, göz yoran parlak ışıkları olmasa bile etrafı aydınlatacak kadar sigara vardı. Bu sisten kaçmak isteyip içeri daldım. Bozuk kokular salan yemek bölümünün birkaç adım ötesinde sınırlar olmadan oluşmuş, pahalı raflarında gereksiz tonca eşya satan markete sığındım. Yarım saati düşünmeye başladım tozlanmış raflara bakarken, saklanırken. Bir tepsi çay dışarı çıkıyor, akabinde boş dönüyordu. Kahve makinesinden geç cevap alan bir çocuk makineyi sarstı ve güldü. On beş dakikada şarj, yazan aletin tüm kabloları söküktü. Tuvalet (WC) çığlık atan yeşiliyle parlıyordu çaprazımda, ağır kokusuyla. Dışarıdan gelen sigara buradaki sidikle birleşiyordu. Tuvaletten çıkan bir adam kumaş pantolonunun fermuarını çekiştiriyordu. Yürümeliyim, diye düşündüm. Yiyen insanlar arasından geçiyorum. Her an ben de müşteri olacakmış gibiyim, hislerimi yüzüme yansıtmıyorum. Kör biri bana bakıyor, ağzına koparıp attığı poğaçayı çiğnerken, bir eliyle de masadaki kırmızılıktan eser kalmamış, siyaha dönen çayı arıyordu. Bu denli görünmekten hoşlanmadım. Kaçamıyorum. Ardımda kimseyi hissetmiyorum. Daha geniş zamanda herkes. Sarılmışım; hem ben hem onlara. Avuçlarım terliyor, ince parmaklarımı görmelerinden çekiniyorum. Sanki çıkardığım an kırılacakmış teker teker. Halbuki öğrenmekten çekinen biri değilim, her bir parmağın hesabını vermek isterim. Ama burada çıkaramam ellerimi. Yanımdan geçen esmer kadının yüzündeki donukluk, kararmış göz altları, saçındaki cırtlak sarı, dar kotundan sarkmış beli, nereye gittiğini bilen kararlı ama bir o kadar telaşlı adımları, omzundaki çantanın düşmesini engellemek adına eğilmiş vücudu bir azabı andırıyordu. Acı bir koku geldi burnuma. Yıkanmamışlık veya bakımsızlığın doğurduğu kirli bir acılık değildi. Yüreğimi hoplatan, çekilen ve görülen eziyetlerden sonra var olan alışmışlık kokusuna şahit olmuştum; sıska kollardan fışkırmış sularla yıkanan otobüsün dalgalanan camları, bardaklara vuran kaşıklar, madeni paraların elden ele geçişi, büyük küçük aralanmış dudaklar, ayılmamış insanlar bir noktada birleşiyordu, bir cam şişesinde, yarım saatlik bir cam şişesi.
Ayıldığımda kayboldum. Yanımdan geçen birine saati sorduğumda on dakikayı yok ettiğimi fark ettim. Etrafta duvara asılı koca saatler vardı ama hiçbirine güvenmiyorum. Hâlâ birkaç dakika öncesine gidip gelmelerim var, bunları birazcık ağırdan alsam kayboluyorum. Hatırlatmalarım direşkenliğimi perçinliyor, paltomun cebindeki mandalinaları sıkıyorum hafifçe. Benzin istasyonu sakin duruyor fakat az önce beni de uyandıran havlamalar o taraftan geldi. Sigara içen iki genç bana bakıyor dışarıdan. Sabitlik her zaman görünür, hareket edeni yakalamak için gözlem gerekir. Tuvalete doğru tekrar dönüyorum. Çocuklarının kıyafetlerini çekiştiren, çıkan atletleri yerine sokmak için diz büken annelerin çeşitli telaşlarının gölgesinde hareket ediyorum. Bu anneler duldur, yakınlarında bir tanıdık olmaz hiçbir zaman. Kimi eğildiğinde açılan belini bir eliyle kapatır, diğer eliyle hareketsiz oğlunu çekip çevirir. Bir diğeri katlanan pardösüye aldırmadan oğlunu en ince ayrıntısına kadar düzeltir, miyop biri uzaktan baksa hırpalanan bir çocuk resmi görebilir, hızlıdır elleri, önde beliren saç tellerini başörtüsüne sokup tekrar döner çocuğa, bu arada çocuk annesinin elinden kurtulmamıştır, ince bir zaman dilimi. Öteki korkar, yetiştirmeye çalışır oğlunu otobüse, dağınık bırakır çocuğu fakat bırakmadığı elleri tedirgin birine nazaran fazla güvenlidir. Gördüklerimi genişlettiğim zaman hikâyelere tanık oluyorum, şimdileri çoğaltmıyorum, yayıyorum, yayıldıkça derinlikler gün yüzüne çıkıyor, doğrusu yanlışı ayırt edilmeden, hatta olmaksızın. Annelerin kümesinden çıktığım vakit iki cinsiyeti ayıran, üstün körü silinmiş tezgâh ile karşı karşıyayım. Tuvaletten çıkan insanların peşine takıldım, girersem gördüklerimi unutmak için birçok kıvılcım çıkacaktı zihnimde. Terleyen avucumdaki mandalinaları elimden geldiğince koruyorum.
Dayanamadım ve tuvalete girmek zorunda kaldım, bir buçuk lira verdim.
Hiçbirini beğenmedim. Karanlık pis delikler. Sonu yok. Olmamak değil. Gözle görülmeyen. Pislik yığını. Her kabinde düşmemek için dayanıyorum. Zoraki. Kısa sürüyor. Temizleyemiyorum bile. Tıklanan kapılar var. İtiş kakış içinde ıslak zemine basıyoruz. Kirli su ayakkabımın içinden akıyor. Uyuştuğumu hissediyorum. Üşümekten öte bir uyuşma. Elimi yıkıyorum. Soğuk su, fakat uyuşukluğumu gideremiyor. Aynaya bakmak istemediğimi biliyorum. Herkes ellerini bir makinenin aralığına bırakıyor. Bitmeyen uğultu. Yükselmiyor. Çarpıyor.
Kaçtım, tuvaletçinin şüphesini çekecek kadar hızlı adımlarla. Evet, şu an kaçtığımı hissediyorum. Soğuk havaya aldırmadan hesabını nasıl yaptığım hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığım çaydan sıcak yudumlar alıyorum. Bu bende başka bir çatışma doğuruyor. Nereye gittiğimin bir önemi yok. Reddetmiyorum, arıyorum. Sabah nerede uyanırsam uyanayım şaşırmayacağım. Köpeklere rağmen mandalinalarımı yemek için ilerideki benzin istasyonuna yöneliyorum, üşüdükçe uyuşukluğumdan kurtulmak, bulunduğum resimden dışarı çıkıp nefes almak derdindeyim, sigaralar boğuyor, yürüdükçe anlıyorum. Köpekler oyun oynuyorlar, bir tanesi varlığımı hissetse bile yön değiştirip önemsemedi. Bir şişe su aldım ve bitene kadar yerimden kıpırdamadım. Durağa, dinlenme tesisine baktım gözlerimi kısarak. Ayrılmaması gereken bir kavga görüyorum. Üç beş kişi hatta herkes birbirinin boğazına yapışsa yabancı karşılanmayacak. Dip dibe. Gözlerimi kıstığımda ise sadece renkler var ve o renklerin ucunda sivri bir parmak. Gözlerimi açıp odaklandığım vakit bunun bir dal olduğunu anlıyorum. Uzun kolun gövdesinden emin olmak için tekrar gözlerimi kısıyor, en başa dönüp yavaşça aralıyorum. Bu oyunu birkaç defa tekrarladım. Kıvrımlarla, yere yaklaşmadan, benzin istasyonunun arkasına kadar uzanıyordu. Benzinliğin arka tarafına geçtim, ıssızdı. Renklerden uzaklaşıyordum. Her adımımda sis kendini daha çok hissettiriyor, çorak arazide kendini belli eden karartıya, gövdeye yaklaşıyordum. Heybetli ağacın karşısına dikildim. Büyüleniyorum görkemine, özeniyorum, bir güç doğmuyor, sadece bulunduğum yerdeki bir ağaca özeniyorum, olmak istiyorum. Gidip gelmelerin arasında kalmaktan köreldim. Bir geçmiş bırakmıyorum ardımda, dönüyorum, sınırlar belirginleşiyor. Kök salmaya başlasam şimdi. Önce bir korkuluğu anımsatırım, küçük bir çıkıntı olan göbeğim şişer, sertleşir, patlar, bağırsaklarım köklerimi güçlendirir, sarılırım. Saçlarımın her bir teli kalınlaşır, uzar, saçılır. Saç tellerimde kuşlar cıvıldasın, beklerim. Birkaç köpeğin dibime işemesine ses etmem.
Bir ses duydum. Korkumu hatırladım. Döndükçe yoğun sisten uzaklaşıyorum ve bana el eden pompacıyı görüyorum. Yanına vardığımda otobüsün kalkış uyarısını hatırlatıyor. Avucumda sakladığım mandalinaları çıkarıyorum ilk defa. Pompacıya uzattım. İstekli hareketi bir duraksamayla kesildi. Çürük olduğunu söyledi. Yüzünde anlam veremeyen bir şaşkınlık ve biraz öfke belirdi ansızın. Acımayı düşündü ama vazgeçti, sırtını dönüp ısınmak için benzinliğin marketine girip kasada çalışan arkadaşına hiçbir şey olmamış gibi ismini bağırarak takıldı. Otobüse yönelirken köpeklerin vahşiliğini hissettim. Yalnız bir karga gördüm ışığı sönmüş tabelanın tepesinde, uzaktan bir ses duymak için, kaybolduğunu haykırırcasına gakladı. Aksayarak gittiğimi fark eden pompacı köpeklerin ısırmayacağını söyleyerek yanıma geldi, zararsız olduğuna inandırmak adına birkaç adım eşlik etti, yetti.
Otobüste sayım yapmaya hazırlanan muavin, dışarıda kalan son yolcuyu yeni yaktığı sigarasından ötürü uyarıyordu. Boğuk, acı bir koku sarmıştı otobüsü, bir bebek uzun uzun ağlıyordu. Anne baba sessizce ve biraz utanarak susturmaya çalışıyor, birbirlerine çaresizce bakıyorlardı. Geniş bir dönüş yapan otobüs benzin istasyonunun yanından yavaşça ilerlemeye başladı. Uyumaya devam eden bir-iki kişi dışında herkesin soğuk havadan ve yoğun sisten dert yanması kulağıma çalınıyordu. Çaprazımda oturan teyzelerin arada seslerini yükselterek okudukları ayetel kürsi duasını işitiyordum. Cebimdeki mandalinaları çıkardım, çürük taraflarını ayırmaya girişiyorum. Bu durak tüm otobüs adına bir nefes olduğundan herkes yeniden başlamış gibi dinç, biraz sesli sohbet ediyordu, şimdilik kimse rahatsız değildi. Güçlü gözüküyoruz ama şu an nefes almak tek marifetimiz, her şeyi alabilecek kadar zenginiz fakat bir ağacın dalına dokunamayacak kadar karanlık, biz neyiz, bize vuran rüzgarın nereden geldiğini dahi anlamayan yokluklarız, bolluk içinde, yokluklarız.
Temiz hissettiğim tarafları yedim, çürükleri önüme serdim.
Serkan Demirhan
Güzel bir anlatım. Tebrik ederim
Yüreğine emeğine diline sağlık çok güzel yazmışsın devamını okumak için bekliyorum
Mükemmel eline sağlık 😊😁
Tebrikler👏👏👏👏👏👏👏👏
Yüreğine sağlık çok güzel yazmışsın
Öykünde şiirsel bir hava hakim, okuyanın zihnindeki estetik açlığı doyuracak kadar. Kalemine sağlık.