“Asıl mesele çerbetân, nargile tütüyor henüz. Duman neyi söyleyebilir ki kıvrıla kıvrana? Bal gibi biliyoruz aslında; bir aşk bitebilir, tütün tükenebilir, milyonlarca çocuğa babalık edebilir bir insan. Unutmak da mümkün belki ama hayat bitmese iyi olur değil mi, böyle kıvrıla, kıvrana!”

Yücel Balku

Yücel Balku uzun bir aranın ardından, bu kez Ketebe Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu. İlk kitabı Sükût Ayyuka Çıkar ile ilk kez 2001 yılında okuyucularla buluşan Balku, özellikle 1990’lı yıllarda kaleme aldığı öykü ve denemelerle kendisinden bahsettirmiş, erken vefatı ile ardında yarım kalmış bir külliyat bırakmış, hep genç kalacak bir yazar ve şair olarak bugün dahi kendisinden söz ettiren özel bir isim.

Doğu’nun birçok karakteristik özelliğini öykülerinde birleştiren Yücel Balku, devrinin ön plana çıkmamış ama varlığını her zaman hissettiren yazarlarından birisi olarak değerlendirilebilir. Öykülerinde sokakları, ağaçları, şehirleri, kaleleri, kentin yoksullarını, dilencilerini, dervişlerini, ağalarını, hanımlarını, taşını toprağını dile getiren, kaleme aldığı her bir metne kendisinden bir şeyler ilave etmeyi başaran Balku, içerisinde yaşadığımız bu kadim toprakları dile getiren, bu kadim toprakların kültürünü, coğrafyasını, tarihini metinlerinde nakış nakış işleyen bir anlatıcı olarak düşünülebilir. Kısa süren ömründe iki önemli öykü kitabı kaleme alan, Sükût Ayyuka Çıkar’ın ardından Goncanın Üçüncü Günü’nde de kendi anlatı ormanını genişleten Balku, ardında bıraktığı metinlerinde tutarlı, ne yapmak istediğini açıkça ortaya koyan, gösterişten uzak ve sakin bir yapı sunar.

Birçok hikâyesine merkez olarak Bursa’yı seçen ve yola çoğu zaman Bursa’dan çıkan Yücel Balku, bir yazar olarak her zaman geniş bir öykü coğrafyasına seslenir. Onun için mekân, kent ve coğrafya herhangi bir sınır ile kuşatılamaz. O da, hayal gücü de kahramanları da bitimsiz, sonsuz ve uçsuz bucaksız bir coğrafyada her zaman dörtnala hareket eder. Bursa’da kimi zaman bir paşa konağı, kimi zaman terk edilmiş bir kervansaray, kimi zamansa ıssız bir köyde bir dağ evi… Anlatıcı öyküyü nereye sürükler, dile getirdiği hikâyeyi nasıl biçimlendirirse Balku da o yöne doğru hareket eder, hiç soluklanmadan anlatısını biçimlendirir. “Onlar da özledikleri masalları ve cengaverlik hikayelerini okuya okuya şehrin yüreğine her gün biraz daha yaklaşıyorlar.”

Yücel Balku, Anadolu’ya, daha geniş bir ölçekte ise Mezopotamya’ya seslenen bir yazardır. Sükût Ayyuka Çıkar ve Goncanın Üçüncü Günü’nün coğrafyasına bakıldığında bu durum rahatlıkla görülebilir. Bursa’dan Arguri’ye kadar uzanan geniş bir fiziksel alan söz konusudur bu öykülerde. Örneğin kaleme aldığı bir öyküde, Arguri’de 1840 Depremi ile yok olan bir Ermeni manastırının izini süren yazar, bir diğer öyküde kayıp bir kitabın peşine düşerek Doğu’nun yüksek dağlarına, zirvelerine ve bitimsiz ovalarına doğru uzanır. Hep bir gizemin peşinden gider ve kendisiyle birlikte okuru da bu arayışın, bu sisli dünyanın parçası kılar. Metinlerini hep bir ozanın ağzından dile getiren, akışkan ve hızlı okunan bir yapı ile kurgulayan yazar, böylelikle kendisine has öykü dünyasında herkesin büyük bir hayranlıkla yaklaştığı özgün, çok sesli ve merak unsuru yüksek bir zemin meydana getirir: “Doğrusu ben de öyküye şaibeli tipler, fikri çelişkiler ve küçük ihanetler serpiştirerek onun korkularını körükledim, şüphelerini besledim.”

Yücel Balku öykücülüğünün en dikkat çeken yanlarından birisi olan finaller, okuru hem alabildiğine şaşırtan hem de onu şaşırtırken hikâyeyi alt üst eden bir değer ifade eder. Okuyucuyu çoğu zaman ters köşe yapan yazar, “iyi öykülerin kimyası”na çoğu zaman “bölünmüş kişilikler” ve “cevapsız sorular” dâhil eder. Kendi öykü evrenini daima büyük bir merak unsuru ile biçimlendiren Balku, bu bölünmüş kişilik ve cevapsız sorularla okuru da peşinden sürükler. “Serpentarius” gibi öykülerinde kendisi ile anlatıcı kahraman arasındaki sınırları ortadan kaldıran, zamanla bir öykü kahramanına dönüşen yazar, bölünmüş kişilik olarak tanımladığı bu meseleye kendisini dâhil ettiği gibi metinlerarasılık ile başka yazarlara gönderme yapmayı da ihmal etmez. Cortázar’ın “Geceleyin Sırtüstü” ve Jorge Luis Borges’in “Yolları Çatallanan Bahçe”si, Balku’nun “Serpentarius” öyküsü ile birlikte düşünülebilecek, akla ilk gelen metinler arasında yer alır. Balku’nun öykü evreni ile bu yazarlar birlikte düşünüldüğünde aradaki yakınlık da daha iyi anlaşılabilir.

“Abruşak” ve “Sisten Sonra” gibi öykülerinde okur ile bir tür masal anlatıcısını karşı karşıya bırakan Yücel Balku, bu tür metinlerinde metni bir hikâye olmaktan çıkarır, yaşanan, varlığını her daim hissettiren, yaşayan bir varlığa çevirir. Gücünü dilinde saklayan bu öyküler, okurda bir metin okuyormuş hissinden çok bir hikâye dinliyormuş izlenimi uyandırır. Bu gibi öykülerinde özellikle Doğu’nun hikâye anlatıcılığının izini süren Balku, tıpkı Ahmet Midhat Efendi romanlarında olduğu gibi okur ile ilişkisini sıcak tutar. Sürekli okurla konuşan, ona hem bir hikâye hem de bu hikâyeye paralel dersler anlatan yazar-anlatıcı, nihayetinde ortaya ibretlik metinler çıkarır. Her bir öykünün bittiği yerde gün yüzüne çıkan bu mesajlar, okura elindeki metnin salt bir eğlence unsuru olarak bilinçsiz bir şekilde kaleme alınmadığını hatırlatır.

Sükût Ayyuka Çıkar ve Goncanın Üçüncü Günü’nde kendisine özgü bir öykü evreni geliştiren Yücel Balku, 34 yaşında dünyadan ayrıldığında ardında yarım kalmış bir külliyat bırakmıştı. Bugünlerde Ketebe Yayınları’ndan yeni baskıları yapılan bu kitaplar, umarım bu yarım kalmış külliyatın yeniden okurla buluşmasına ve yeniden gündem olmasına vesile olur, Balku isminin farklı yönleriyle yeniden çalışılmasına olanak sağlar.

Büşra Tan