Nefise Abalı’nın “Havva’nın Düşü” adlı öykü kitabı Öteki Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitapta yer alan “Kavanozda Yaşayan” adlı öyküyü tadımlık olarak sunuyoruz.

“seni bir gün en yakının ele verirse eğer,
öğren susmasını ve ağlamamasını.
bir kavanozun içinde mavi bir gül
yetiştir her gün daha çok yaşayan.”
Lale Müldür, “He Shot You Down Bang Bang”
Bahçe… Kapıyı araladım. Bir çığlık… Kadının avuçlarında ölü bir cenin… Vermem onu. Biraz seyredeyim, kollarımda uyutayım. Sonra belki… Olmaz, ya baban görürse. Saklarız. Nerede? Kavanoza koyup buzdolabında saklarız. Ağlayınca da çıkarır, gezdiririz.
En son nerede gezdirmiştim ki onu? Şu ağacın altında mı? Yoo, hayır, orada babacığımın usta elleriyle yaptığı tahta sedir duruyordu. “Sana diyorum kız, duymuyor musun? Çekici versene!”. Tamam babacığım, buyur. “Git, bir bardak su getir. Annene de söyle, yemeği hazırlasın. Kime diyorum ben! Deyyusun kızı, koşsana! Bak hâlâ duruyor, almayayım seni ayağımın altına!”
Ne olduğunu anlayamadığım bir şekilde eve doğru koşuyorum. Suyu hemen götürmeliyim. Aman Allahım, kapı kapalı. Yumrukluyorum.
-Buyrun hanımefendi.
-Annem, annem nerede?
-Anlamadım, kimi aramıştınız.
Kapıyı annem değil, bir yabancı açtı. Eski evimizin yeni sahibi.
-Şeey… Affedersiniz. Bir bardak su alabilir miyim?
– ….
Şaşırmakta haklıydı. Ona eskiden bu evde oturduğumu, yıllardır yurt dışında olduğumu ve büyüdüğüm evi görmeye geldiğimi söyledim. İçeri davet etti beni. İçeri girmekle girmemek arasında bocaladım. Cesaretim yoktu henüz. Yıllar geçmişti oysa. Duvarların rengine baktım göz ucuyla. Değişmişti, hadi bir cesaret… Önce sağ ayak, sonra sol… Oldu mu?
-Buyurun suyunuz. Hanımefendi iyi misiniz? Oturmak ister misiniz, şöyle şu koltuğa geçin lütfen.
-Olmaz, oraya oturamam.
-Neden?
-Orası…
Gözlerimi kapatarak koltuğa bıraktım kendimi. Şömineye sırtımı döndüm, göz göze gelmek istemiyordum onunla. Karşımdaki mindere oturdu. O zaman fark ettim ne kadar genç olduğunu. Genç ve yakışıklı… Tıpkı onun gibi…
Suyu içmemi bekledi. Soran gözlerle inceliyordu beni. Babacığımın amcasının oğluydu. Uzaklardan okumaya gelmişti bu şehre. Ben okumuyordum, kitaplarına imrenerek bakıyordum. Her sabah okula gidiyor, akşamları hava kararmadan dönüyordu. Tam da babacığımın istediği gibi… Onu oğlu gibi görüyor, okul masraflarını karşılıyordu. Hiçbir zaman onunla oturup konuşmaya fırsatımız olmadı. Ne zaman konuşmaya yeltensek babacığım nereden geldiğini anlamadığım bir şekilde üzerimize çöküyordu. Sadece bakışlarımızla varlığımızı hissettiriyorduk birbirimize.
-Kimi aramıştınız hanımefendi?
Kimi mi arıyorum? “Ne arıyorsun kız burada! Sana kaç kere söyledim bu koltuğa oturulmayacak diye. Ne o elindeki, saklama göster bakayım! Vay terbiyesiz, demek kitap okuyordun ha! Başımıza hoca mı kesileceksin? Utanmaz! Bir de oğlanın kitabını almış, okuyor.”
Şöminenin kenarında asılı olan demir çubuğu alıp ocakta kızdırdı. “Hayır babacığım, n’olur bir daha okumayacağım. N’olur babacığım. Geçen sefer çok canım yandı”. Tüm yalvarmalarıma rağmen öfkeli kızgın demir sırtımdaki diğer izlerin yanında yerini aldı. Annem ve o, yukarıda bir köşeye sinmişler, seyrediyorlardı. Bense şöminenin önünde yığılıp kalmıştım.
Birden demir çubuğun, şöminenin içindeki korları alevlendirdiği gördüm.
-Hayır babacığım, n’olur, bir daha okumayacağım. N’olur!
-Efendim?
-N’olur, canım yanıyor, yapma.
-Hanımefendi, iyi misiniz?
İrkildim.
-Sağ olun, iyiyim. Bir bardak daha su alabilir miyim?
-Tabii ki…
Gencin bakışlarından kurtulan gözlerim, evin her köşesini geziyordu. Her yere babacığımın sesi sinmişti sanki. Titriyordum, sanki birazdan bağıracak ve … “Nerede ha! Nerede o kahpe!”. Mutfaktan sesler geliyor. Buldu demek sonunda. N’olur babacığım. “Neredesin ha! Buraya gel çabuk!”. Gitmemeliyim. Öldürür beni. Yoo… Gitmeliyim. Gitmezsem daha beter… Mutfağa koştum hemen.
Buyur babacığım. “Bu ne ha!” Kavanozu gösteriyordu havada sallayarak. Üzerinde Portakal Reçeli yazıyordu. Bu oydu. Annem masanın arkasında üstü başı darmadağınık, büzülmüş, ağlıyordu. Bilmiyorum babacığım. “Kahpenin dölü. Demek bunları da yapacaktın ha!” Babacığım… “Bir de utanmadan evde saklıyorlar elin piçini”.
Kavanoz babacığımın ellerinden kayıp mutfağın kirli zemininde parçalandı.
Hayıııııııııır…
Evin her yerini ağlama sesleri kapladı. Ağlıyordu. Susturamıyorduk bir türlü. Altı temizdi, yeni emmişti. Neden ağlıyordu peki?
Babacığım üstüme yürüdü kavanoz parçalarını çiğneyerek… Kolumdan sürükleyip şöminenin önüne götürdü.
-Duymuyor musun, ağlıyor!
Mutfak kapısının önündeyim. Yabancı genç oldukça tedirgin.
-Hayır, hiçbir şey duymuyorum hanımefendi.
Ağlıyordu. Buz gibi mutfak zemininin üzerinde. Üşümüş besbelli. Onu sarıp sarmalamalı, saklamalıydım.
-Saklayacağım onu, babacığım görmemeli. Burada olduğunu öğrenmemeli.
-Hanımefendi!
Bahçede bir oraya, bir buraya koşturuyorum. Onu saklamak için bir yer arıyorum. Babacığımın asla fark edemeyeceği bir yer. Eninde sonunda bulacaktı. Tahta sedirin altı…. Hızla kazımaya başladım. Üstüm başım toz toprak içinde, tırnaklarımla kazıyordum.
Seni artık evimde istemiyorum. Tamam, onu gömeyim, gideceğim zaten. “Sana diyorum rezil, anladın mı? Bütün bunlardan sonra yüzünü görmek istemiyorum. Almanya’ya, arkadaşımın yanına gidiyorsun, ona karılık edeceksin.”. Ama babacığım… “Bir de babacığım diyor utanmadan. Kes sesini artık! Yarın eşyalarını toplayıp defolup gidiyorsun.”
Son bir gayret… Ağlama, n’olur!
Onu gömeceğim bir yer…
“Bir daha bu evde onun adı anılmayacak. Ona ait ne varsa hepsini yakacağım”. Ha ha, tahta sedirin altına bakmak aklına gelmez ki.
Ağlama…. Bitti artık… Tırnaklarımda son bir gayret, son bir acı…
Avuçlarımda ölü bir cenin… Sustu.