
Müge Anlı’yla annemin bu kez çözmeye çalıştıkları olay üç yaşında ölü bir kız çocuğuyla ilgili. Çocuk, anne ve baba Almanya’da yaşarlarken anne Tik Tok’tan birini buluyor, çocuğu da alıp Gaziantep’e kaçıyor. Aradan bir ay bile geçmeden Tik Tok’çu adamla anne, çocuğu çırılçıplak bir halde hastaneye getiriyorlar. Zavallıcığın scooterdan düştüğünü ve bayıldığını söylüyorlar. Sonuçta çocuk ölüyor. Bence Müge Anlı’nın programı tuhaf evrenlere açılan bir solucan deliği. Normal dünyada böyle şeyler olmaz.
Tiktok’tan birini mi bulmuş, dedim. Çok acayip.
Otopsi sonucu gelince belli olur her şey, dedi annem de.
Ellerini dua eder gibi kaldırmış ama ben biliyorum niye öyle durduğunu. Otopsi masasında düşlüyor kızı. Bir yandan kayıt tutuyor. Doktor İsmet Bey’in sesiyle. Üç yaşında. Kız. Beyaz tenli, kumral. On iki kilo, boyu doksan bir santim. Adı: Meryem. Kızın göğsünde Y şeklinde bir kesik. İncecik kaburga kemiklerinin altında küçük bir kalp. Doktor neşeli bir günündeyse Y şeklindeki kesiyi annemin yapmasına izin verirmiş. Elinin zerre titremeyişine bakar, Fevkalade cerrah olurmuş senden kızım, dermiş içinden, annem öyle tahmin ediyor.
Bir de tıbbiye öğrencisiymişim gibi boyuna sorgu sual. Hadi bunu bil bakalım: Bir bebeğin vücudunda 223 kemik bulunur, bu sayı yetişkinlerde 206’ya düşer. Nasıl?
Annem kaşlarını çatıp düşünüyor, eldivenli ellerini kendinden uzak tutarak havaya kaldırıyor, neşter hâlâ elinde.
Bu tuhaf düşünme alışkanlığıyla şimdi de elleri havada, sağ elinde neşter yerine yakın gözlüğünü tutuyor. Annem eski bir otopsi hemşiresi. Sağlam midesi, korkusuzluğu, çalışma şevki sayesinde ve İsmet Bey’in teveccühüyle gayri resmi olarak otopsi yardımcılığında görevlendirilmiş. İkisi de emekli olana kadar omuz omuza çalıştılar. Annem seksen bir yaşında. Yedi yıl önce ağrıları dayanılmaz olunca diz kapakları çıkarıldı, onların yerine Alman malı titanyum protezler takıldı. Ameliyattan üç ay sonra ağrısı kalmamıştı, henüz hoplayıp zıplayamasa da çok rahat yürüyordu.
Galiba yeniden doğdum, dedi.
Bastonları attığı gün ilk iş kredi çekti. On günlük Karadeniz turu için beş bin yedi yüz elli lira ödedi. Kapaklı telefonunu son model bir I-Phone ile değiştirdi. Instagram mahlası #meneksegozler41’di, Liz Taylor’ın yirmili yaşlarından bir resmini profil fotoğrafı yaptı. Maaşından her ay beş yüz yirmi yedi lira kesiliyordu, yaşadığı heyecanın yanında çok düşük bir bedel. Karadeniz Gezisinde tanıştığı Halit’le Messenger’dan yazışıyordu. Yazdıkça parmakları hızlandı. Geceleri yakın gözlüğünün camlarında televizyonun ışığı, onların altında da gözleri yıllardır parlamadığı kadar parlıyordu. Sağ kalça kemiğini en olmayacak yerden kırana kadar şahane bir altı buçuk yıl geçirdi annem. Ameliyattan sonra yanıma taşınmak zorunda kaldığı, sağ bacağını eskisi gibi kullanamadığı için feci mutsuz ve ne yazık ki artık canı kimseyle oynaşmak istemiyor.
Metal bastonlarının uçları üçayaklı, sağ bacağını bükmeden tuhaf bir yürüyüş şekli geliştirdi, artık insandan çok gri, büyük bir örümceğe benziyor. Tuvalete, mutfağa gitmek dışında pek bir şey yapmıyor, bütün gün televizyon seyrediyor. Daima düzenli bir insan olduğundan mutfaktaki mantar panoya izlediği programların gün/saat bilgilerini içeren listeyi astı. Bazen panoda, Müge Anlı’da o gün işlenen konuda bulduğu ipuçlarını yazdığı yapışkanlı not kâğıtları buluyorum.
“Köye giderlerken arabada üç değil, dört kişiydiler.”
“Çocuk kaybolduğunda kot ceket giymiyorsa ceket nerede?”
“Kadın eniştesine âşık!”
“Bu bir iftira olabilir, ama yakışan bir iftira.”
Annemin kanatlı karıncalara benzeyen harfleriyle dolu, can sıkıcı bir şeylerin habercisi gibi görünen kâğıtlar.
Müge Anlı ile Tatlı Sert programı hafta içi her gün sabah onda başlar. Annem o sırada kahvaltısını bitirmiş, ilaçlarını içmiş olur. Doktorun öğrettiği fizik tedavi hareketlerini yaptıktan sonra salona geçip beni çağırır.
Gel, ATV’yi aç.
Bunu kendisi yapabilir ama artık ben de dâhil doğru dürüst yürüyebilen hiç kimseyi sevdiğini sanmıyorum.
Ben salondaki masada yeni dönemin ders programını falan hazırlar ya da makalem üstünde çalışırken annem stüdyoda olan biteni anlatır. Bunlardan bize ne demiyorum artık çünkü zaten dinlemiyorum. Bayağı alıştım bu rutine ama yine de geceleri odasının kapısını üç kez kilitlemesi, bazen de orada karanlıkta tek başına konuşması tüylerimi diken diken ediyor.
Ben de gittim doğru, ama biz açtık aç, diyor. Altı ay çalışırsa altı ay yatar. Sorumsuz. Çocuklarımı kurtarmak için…
Karşısındaki de bir şey demiş gibi susuyor azıcık. Oracıkta, karanlık koridorda dikilip nefesimi tutuyorum. İçerideki annem değil de başka biri sanki. Sesi bile tuhaf geliyor.
Yok, diyor. Arif öyle biri değildi. Kahvaltıyı hazırlar, akşamları meyve soyar, ödevlerine yardım eder… Öğretmendi Arif. Matematik öğretmeni.
Yine sessizlik. Terliklerin içinde ayaklarım buz. Hırkama sarındım iyice. Artık konuşmayacak herhalde, gidip yatayım derken, Tek bir kere, dedi, itiraz eder gibi. Bir kere aklım başımdan gitti. Nöbetten döndüm. Sabahın yedisi ama evde çıt yok. Arif almış iki kızımı koynuna. Büyüklü küçüklü üç kuru fasulye gibi sırtlarını birbirlerine vermişler. Arif en kenarda, Dilek Arif’in önünde.
Sesi azaldı. Kapıya yapıştım iyice.
Omzundan dürttüm Arif’i, uyandı, beni görünce mahmur mahmur güldü, Gel, diye işaret ettim. Gerindi, pijamalarını çekiştirip kalktı. Baktım alıcı gözle. Sonra kızları yokladım. Kedi yavrusu gibi uyuyor ikisi de. Bir koku olur. Kokladım. Yok. Ama içim alıp veriyor hâlâ.
Kız çocuğu onlar Arif. Yakışık almaz, dedim.
Üzüldü, aç karnına içmez ama bir sigara yaktı. Üzülünce midesi tutar, başladı gık gık.
Soba tütmüş, ağlamışlar üşüdük diye.
Ayıp ettin şimdi, dedi Arif. Soba tüttü, ağladılar, üşüdük diye yanıma geldiler.
İyice kırgındı bana. Ölene kadar da geçmedi kırgınlığı.
Annemin bu gecelik Müge Hanım’a anlatacakları bitti herhalde, yatağının gıcırdadığını duydum. Delirmesin böyle böyle. Zihni pırıl pırıl ama delilik başka bir şey. Terliklerimi hiç sürümeden odama girdim uykuyu beklemeye. Sırtımda birinin sıcaklığıyla uyuduğum bir sürü gece geçti aklımdan, hepsinde de yetişkindim. Değilmişim demek.
Sabah, Anne, dedim.
Efendim, dedi.
Okulların açılmasına çok bir şey kalmadı. Evde yalnız yapabilecek misin?
Gözlerini peçeteyle sildi. Bu gece düzgün uyumadım hiç, dedi. Arif’i gördüm. Bir kapının eşiğinden bakıyordu, arkasında çatlamış topraklarla bir kuru ağaç. Gelsene bu tarafa, dedim. Ben gelemem, sen gel, dedi.
Çay bardağını itti. Açık olsun bu sefer, dedi. Sana bir şey soracağım, ama doğru söyle.
Bardağı masaya bıraktım, tatlandırıcıyı da önüne ittim.
Sor anne.
Sen Arif’i niye hiç sevmedin?
Hayda. Nereden çıkarıyorsun bunları şimdi anne. Çok severdim. Niye sevmeyeyim Arif’i.
Bak, öldü gitti, hâlâ Arif diyorsun. Bennu hep baba dedi. Sen bir kere bile… Doğru söyle, bir şey mi yaptı Arif sana?
Anne ne yapacak bana Arif, çıldırtma insanı. Ne yapmış olabilir?
İşte ben ne bileyim.
Saçmalama anne. Allah aşkına saçmalama. Korkutma beni.
Çayı öteye itti. Dudağı büküldü.
Niye ağlıyorsun şimdi anne, ağlayacak ne var. Seyretme şu abuk sabuk şeyleri diyorum, dinlemiyorsun ki.
Durduk yere tadımız kaçtı. Balkona çıkıp bir sigara yaktım, ne zamandır içmiyordum. Arif Bennu’yu benden çok severdi. Hanimiş benim küçük tavşanım. Bunu hatırladığıma göre, bir şey olsa hatırlardım demek ki. Sigarayı söndürmeden aşağıdaki kaldırıma attım, kimse görmedi.
Hafta sonunu sakin geçirdik. Pazartesi programdan sonra annem tutturdu, Meryem’in otopsi raporunu görecek illa. Hastaneyi aradı, kendisini tanıttı. Bilgi veremeyiz dediler. Müge Anlı’yı aradı, asistan kızlar çok kibardı doğrusu, annemi şahane savuşturdular. Hastaneye mi gitsek, dedi. Ben yüz yüze hallederim bu işi.
Yok. Delirmek işten değil. Ayağa fırladım.
Anne sen beni çıldırtmak mı istiyorsun? Tut ki gördün raporu, ne olacak anne. Herif kıza tecavüz ettiyse ne olacak. Bizimle ilgisi yok bunun. Anladın mı?
Pencerenin yanındaki koltukta oturmuş ona salladığım parmağa bakıyor. Çenesi titredi, ağlamaya başladı gene. Koltuk değneklerine uzandı. Ayağa kalkmaya uğraştı, yapamadı.
Özür dilerim anne. Sana kızmadım ki ben. Şu saçmalıklar kafanı karıştırdı diye kızdım. Benim de kafamı karıştırıyorsun. Arif dünyanın en tatlı adamıydı. Değil miydi? Şimdi bunca yıl sonra şu program üzerinden geçmişi yeniden yaşamak…
Annemin karşısındaki koltuğa çöktüm, o da arkasına yaslandı.
Bunaldın iyice, dedim. Çıkalım mı azıcık, hava alırız, ha?
Annemi arabaya bindirmek, hangisinin lazım olacağını bilemediğim için hem tekerlekli sandalyeyi, hem de metal bastonları bagaja yerleştirmek neredeyse on beş dakika sürüyor. İnadına yavaş davranıyor. Sonunda elimi poposunun altına soktum, koltukta öteye kaydırdım. Annem de koltuğa elini dayayıp gücenik bir bakış attı, ona çocuk muamelesi yapmamdan nefret eder ama bir şey demiyor çünkü hâlâ ağlıyor. İçinde iki şişe suyla annemin siyah hırkasının bulunduğu çantayı yan koltuğa attım, Şu ağlamayı bırakır mısın anne, trafiğe çıkıyoruz, lütfen ama hatırım için, dedim. Dikiz aynasında başını salladı.
Annemi arabadan indirmeye uğraşırken koşusunu tamamlamış, polyester kıyafetleri leş gibi ter kokan genç bir adam yardıma geldi.
Teyze bırak kendini bana. Tamam, şimdi bacağını azıcık çekebilirsen. Tamam, ben çekiyorum.
Ay ay.
Acıdı mı? Tamam, bak dokunmuyoruz anne, bağırma artık.
Peki, sandalyeyi itebilecek misiniz?
Tabii, tabii. Çok teşekkür ederiz.
Bir duraksama. Konuşmayı uzatmak için bir yol aradı adam. İyi günler öyleyse, dedim.
Ormana girdik. Hava yüzünü asmıştı iyice. Bulutlar çoktu, gökyüzü büyük bir el tarafından iyice karıştırılmış gibi duruyordu. Annemi yokuş yukarı sürdüm. Meşe palamutlarına bastıkça büyük sesler çıkıyordu. Başkaca da ses yoktu. Annem sandalyenin kolçaklarından sıkı sıkıya tutmuştu. Meşe ağacının tepesinde bir kaynaşma oldu, birkaç yaprak düştü. Sincaplar, dedim. Başını kaldırıp baktı. Artık ağlamıyor neyse ki.
Tepeye varana dek durmadım bir daha.
Serin mi biraz, üşüyor musun anne?
Konuşmadı. Dizine örttüğüm battaniyenin üstünde ellerini kavuşturdu. Dudaklarını serbest bırakmamıştı daha, her an ağlamaya başlayacak gibi duruyordu. Yapacak hiçbir şey kalmayınca elimizde kalan yalnızca bu oluyor demek ki, diye düşündüm. Sandalyeyi çevirdim. Bütün o muhteşem orman örtüsünün, palamutların, yaprakların, sararmış ambalaj kâğıtlarının ve izmaritlerin üstündeydi tekerlekler. Ondan birkaç adım sonra beş metre boyunca hiç acımadan küt diye düşüyordu toprak. Frenleri yeniden kontrol ettim. Sağlam gibi duruyorlardı. Ama insanın içine şüphe düşmeyegörsün. Mandalları indirdim, sandalyeyi salladım şöyle bir. Kayıyor mu? Kendimi sandalyenin peşinden koşarken düşledim durduk yere. Yetişemezdim, dedim. Yüksek sesle söyledim galiba. Annem sağ kulağını bana döndürdü. Elleri havada gene. Düşünüyor.
Kadire Bozkurt
Her şey ormanda biter.
Ne yaşarsak yaşayalım bir yaprak gibi ormana düşeriz yine.
Yada ormandan bir parça, belki bir mektup bahçemize düşeriz.
Kadire Bozkurt’un kadere güzel bir ‘boz kurgu’ belki ‘bozkır’ hikayesi olmuş
Bu öyküyü iyi yapan nedir?
Öncelikle okuru hızla içine alıyor. Merak uyandıran somut bir hikayeyle, güncelden yakalıyor. Ve birkaç cümle sonra, uğursuz gelişmelerin bir ipucu çıkıyor karşımıza: “Bence Müge Anlı’nın programı tuhaf evrenlere açılan bir solucan deliği. Normal dünyada böyle şeyler olmaz.” Bu çocuk ölümünü anlatışındaki soğukkanlı dil, “normal” bir zihinle karşı karşıya olmadığımızı ima eder gibi. Kısa ve keskin cümleler hem bir sertliği sezdiriyor hem de anlatıcının annesinden bıkkınlığını, dilini onun üzerinde pek oyalamadan anlatıp geçme isteğini ifade ediyor.
Ekrandaki dehşeti henüz idrak etmişken annenin de gerilim yaratacak bir geçmişi olduğunu görüyoruz. Otopsi hemşiresi. Anne karakteri çok kısa kalem oynatışlarla, bazı çizgileri çok net ama genel silüeti esrarlı bir şekilde çiziliyor her paragrafta. Sonra bir ipucu cümle daha: “Galiba yeniden doğdum, dedi.”
Yazarın sade ve süssüz dilinin kendisini görünmez kılarak bizi bir sahneyle nasıl baş başa bıraktığına dair bir örnek: “Geceleri yakın gözlüğünün camlarında televizyonun ışığı, onların altında da gözleri yıllardır parlamadığı kadar parlıyordu.” Böyle gösteren bir dil kurmak, mekanikleşmeden, sasılaşmadan, işleyen bir dil kurmak, zordur.
Burada da hem gösterdiği, hem çağrıştırdığı hem de anlatıcı karakterin bakış açısını aktardığı bir cümle : “Metal bastonlarının uçları üçayaklı, sağ bacağını bükmeden tuhaf bir yürüyüş şekli geliştirdi, artık insandan çok gri, büyük bir örümceğe benziyor.”
Anne karakterinin doktorluk hevesini, büyüklenmeci karakterini ve kontrolcülüğünü anlatan bir detay: “Daima düzenli bir insan olduğundan mutfaktaki mantar panoya izlediği programların gün/saat bilgilerini içeren listeyi astı. Bazen panoda, Müge Anlı’da o gün işlenen konuda bulduğu ipuçlarını yazdığı yapışkanlı not kâğıtları buluyorum.” Bu gibi dokunuşlarla anne, silik bir tip olmaktan derinlikli bir karakter olmaya gidiyor. Hatları çiziliyor.
Anne kendi kendine konuşurken, anlatıcı onu bir kapının ardından, günah çıkarma dinleyen bir rahip gibi cübbesinin/ hırkasının önünü kapatarak dinliyor. Dil orada değişiyor ve kesikli bir zihnin geçmişten tutam tutam sahne koparmalarına benzeyen bir hal alıyor.
“Kız çocuğu onlar Arif. Yakışık almaz, dedim.
Üzüldü, aç karnına içmez ama bir sigara yaktı. Üzülünce midesi tutar, başladı gık gık.”
Bu da gene basit gibi görünen zor bir şey. “Üzülünce midesi tutar, başladı gık gık.” Dilin kısayolcu, halk yuvarlamasına uygun, doğal bir numunesi. Nesillerce süren arılaştırma sonucu bulunmuş bir kestirme ifade biçimi. Anne bu dille konuşarak Müge Anlı’daki insanlara, halka, geçmişe bağlanıyor. Hem de öyküye uygun
Bu dinleme sahnesi, anlatıcıda aslında daha önceden bir uyanışı daha da tetikliyor. İlk işaret solucan deliğiydi. Ve maktul kız çocuğu da geçmişe indiğimiz solucan deliğinin ucunda, anlatıcının çocukluğu olarak karşımıza çıktı.
Tetiklenen anlatıcı ve annesi nefis bir sorgulama diyaloğuna giriyor. Diyaloglar yine ustaca, sade ve ancak gereken yerleri ışıtacak şekilde yazılmış. Konuşmanın ucunu bazen biri çekiyor, bazen diğeri, böylece dinamizm kaybolmuyor.
Sonra ormana gidiyorlar/dönüyorlar. Arabanın içinde, bir solucan deliğinden geçer gibi. Orada “koşusunu tamamlamış, polyester kıyafetleri leş gibi ter kokan genç bir adam” çıkıyor karşılarına. Bu negatif tip anlatıcıya ilgi gösteriyor ve bu ilgi anlatıcıyı rahatsız ediyor. Annesiyle yaşayan bekar bir kadın olmasından ve annesinin geçmişteki “oynaşmalarından” da rahatsız olmasından yola çıkarak, bu sahneyle birlikte anlatıcının erkeklerle sağlıklı bir ilişki kuramadığını ya da en azından erkeklere güvenmediğini çıkarıyorum. Burada da akla Arif geliyor. Acaba küçük bir kızken yaşanan bir şeyden mi kaynaklandı bu?
Öykünün polisiye bir yapısı var. Merak uyandırıcı ve Müge Anlı gibi ipuçlarından yola çıkarak gerçeğe ulaşmaya çalışıyoruz. Ama bu kupkuru bir soruşturma değil. Kadire Bozkurt’un ancak en gerektiğinde kullandığı şiirsel dil becerilerini görüyoruz yer yer: “Ormana girdik. Hava yüzünü asmıştı iyice. Bulutlar çoktu, gökyüzü büyük bir el tarafından iyice karıştırılmış gibi duruyordu.” Burada, cephaneliğindeki şiirsel cümleleri seyrek kullan ki tesirli olsun, gibi bir ders görüyorum.
Zarif bir sonla, polisiye kurguya yakışır bir görsellikle bitiyor öykü. “Ondan birkaç adım sonra beş metre boyunca hiç acımadan küt diye düşüyordu toprak.”
Son kelime: düşünüyor. Düşüyor’a da çok benzeyen bir tercih.
Kadire Bozkurt’un bu öyküde bize pek çok ders verdiğini söylemiştim. Tekrar okuduğumda ne gördüm: Öncelikle somut, sert, ilginç bir konu bulmak. Burada çocuk tacizi konusu bir bakıma klişeleşme tehlikesi taşısa da, yazar bunu derinleştirdiği karakterlerle, harika işlenmiş bir teknikle anlatıyor. Karanlığı çok güzel kullanıyor Kadire Bozkurt. Hem temada, hem teknikte.
İkinci olarak karakter yaratımı ve diyalog. Kısa imalarla ve başka simgeler üzerinden karakterler kuruluyor. Annenin duygusuzluğu bir otopsi hemşiresi olması ve elinin titrememesi gibi detaylarla akla kazınıyor. Sadeleştirilmiş, akan, gerçekçi diyaloglarla karakterlerin birbirine karşı duruşları belirginleştiriliyor.
Görselleştirme. Anlatıcı kendi ağzından yazarak bize bir karakterin perspektifini sunsa da, sadece yanlı bir anlatıcı dil değil kullanılan. Karşımıza birkaç tane tablo gibi sahne çıkıyor. Net, çarpıcı ve hikayeye oradan tutunuyoruz, teknik bizim kopmamıza izin vermiyor. Kısa aktarımların ardından durakladığımız tablolarda bağlantılar kuruluyor. Otopsi sahnesi, televizyon karşısında mesajlaştığı sahne, bastonlu yürüyüş, koridorda, karanlıkta annesini dinlediği sahne, araba ve orman. Çok fazla görsellikle okuru boğmamayı öğretiyor Kadire Bozkurt bu öyküde. Biz acemiler genelde tasvirde kantarın topuzunu kaçırıyoruz.
Son olarak sembolik katman örülmesi. Çağrışım yoluyla ana temanın tekrarı ve kuvvetlendirilmesi. İlk başta bir kız çocuğunun öldürülmesini izledik Müge Anlı’da. Sonradan tekrar görüyoruz ki anlatıcı da kurban edilmiş bir kız çocuğu. Annesinin düzensiz ilişkilerinin ve bir adamın kurbanı. Anne, doktora hayran olduğu gibi Matematik Öğretmeni Arif’e de hayran ve onun ünvanı, objektif görüşünü engelliyor. Kızı da akademisyen olmuş anladığımız kadarıyla. Annesinin arzusunu gerçekleştirmek zorunda kalmış muhtemelen.
Bu öykü, bu kadar çok muhtevayı ancak ana hatlarıyla göstererek, gözü yormadan, akışı duraksatmadan, bir kalıp üstüne koyabildiği için başarılı. Dil ritmi aksamıyor, melodisi içeriğe uygun olarak yer yer tıkır tıkır, yer yer ezgili. Teknik sağlam ama görünmez. Üzerinde uzun uzun konuşulmayı, analiz edilmeyi hak eden bir öykü.
Tebrik ederim. Kurgu muhteşem. Olay örgüsü ve bağlantılar yerinde. Kaleminize sağlık ✍️✍️
Müge anlı dan muazzama
Tek kelimeyle muhteşem. Dilek’in unuttuğu şeyi annesinin zaten biliyor olması. Şüphesinden korkması, frenleri kontrol etmesi, kendine hakim olmaya çalışması. Müthiş bir anımsama ve unutma. Dilek bu şüpheyle…