“Dünyayı keşfetmek yalnızlık ister.”
Gabriel Josipovici

2018 yılında roman türünün sınırlarını zorlamaya cüret eden kitaplara verilen Goldsmiths Ödülü finalistleri arasında yer almaya layık görülen Barnes’taki Mezarlık, okurunu da başka türlü düşünmeye davet ediyor. Tüm eserlerinde “keşfetmek ve keşfettiklerini açıklamak” üzerine bir dünya kuran Josipovici’nin 2001 yılında çevirmen ve şair olan annesinden yola çıkarak kaleme aldığı “A Life” adlı eserinde çevirmenliği de bir tür kâşiflik olarak değerlendirdiği varsayılabilir. Bu varsayımdan hareketle başkarakteri bir çevirmen olan Barnes’taki Mezarlık adlı eserini Edebi Çeviri Geliştirme Derneği Başkanlığı da yapmış olan “çevirmenlerin en alâsı” diyerek onurlandırdığı dostu Fransız yazar ve çevirmen Bernard Hoepffner’a ithaf edişiyle başlayan keşif süreci daha anlaşılır olacaktır.
Çınar Yayınlarından Elif Ersavcı çevirisiyle çıkan kitabın kapak tasarımı Cüneyt Çomoğlu’na ait. Okurun bir kitabı okurken küçük bir tebessüm eşliğinde anlamlandırılabildiği tasarımlar ilham vericidir, paylaştıkça güzelleştirir.
“Merdivenler fanteziye kapı açar.” derdi. “İnip çıkmak serbest akışa bırakır zihni. Ne kadar sık inip çıkıyoruz hayatımızın merdivenlerinden. Piyanonun gamlarında inip çıkar gibi.”
Gabriel Josipovici, bir çevirmenin başka dünyaları keşfederken çıktığı içsel yolculuğa okuru çekerken kurduğu metinlerarası bağlar, kısacık bir kitabın ne denli derinleştirebildiğine dair etkileyici bir örnek oluşturur.
İlk eşini kaybeden çevirmenin sürekli dinlediğine şahit olduğumuz Monteverdi’nin “Orfeo”suyla, dizelerini paylaştığı Shakespeare’in ya da Fransız Rönesans şairi Joachim du Bellay’ın soneleriyle kurduğu bağ metni sıkıca kavrıyor. Yazarın yarattığı şiirsel dünya okuru çevirmenin tekdüze ama bir o kadar da tutkulu hayatının –kelimenin tam anlamıyla– orta yerine bırakıyor. Olayların kronolojik olarak verilmediği bir ortamda puslu anıların arasında çevirmenle okuru el ele gizemli bir iç yolculuğa çıkarıyor.
Barnes’taki Mezarlık çevirmenin üç ayrı şehirde yaşadığı üç farklı hayatı arasında gidip geliyor. Mutluluğun, iç huzurun ne denli kırılgan olduğunu çevirmenin içinde bulunduğu farklı ruh halleri içinde ustalıkla göstererek işliyor Josipovici. Mesela, çevirmenin bir kütüphaneden farklı zamanlarda aldığı kitabın görevli tarafından fark edilip “Okumak istediğiniz hiçbir kitap yok mu bundan başka?” diye sorulmasından duyduğu rahatsızlığı ve yaşadığı maddi sıkıntıya rağmen kendi kitabını edinmeye karar verişini dahi kahramanının ruhuna uygun bir incelikle kaleme alıyor:
“Zor zamanlardan geçiyordu ve azla idare etmek zorundaydı ama birinin onun özel hayatını bilmesi fikri hoşuna gitmemişti. Sadece kıymet verdiği kitapları bilmesi bile.”
Pere Lachaise ve Mountparnesse mezarlıklarına yaptığı uzun yürüyüşleri ve derin düşünceleri ile tanıttığı çevirmenle beraber okura da kahramanın hayranı olduğu sanatçıların mezarlarının izini sürdürüyor Josipovici. Yazar, çevirmenin ikinci karısı tarafından “marazi bir damar” olarak nitelendirilen bu alışkanlığını, hayranlık duyduğu sanatçılara hürmetini gösterme şekli olarak açıklıyor metnin sonlarına doğru: “Uzun sokaklarda avare avare yürüyüp aklına esince ara yollara sapıyor, bu medeni nekropoliste kendini garip bir şekilde evinde hissediyordu.”
Çevirmenin ruhuna dokunan –ki aslında yazarın ruhuna dokunduğu aşikâr olan– kim varsa adının geçtiği bu kitapta kahramanın sesine kulak verilirse, sözü geçen sanatçı ve eserlerin okurun ruhuna da dokunması kaçınılmaz. Hölderlin’le otuz altı yıl bir kuleye hapsedilen okur, mezarlıklarda Baudelaire ya da Oscar Wilde ile buluştuktan sonra saatlerce yürüyüp dizelerde soluklanıyor.
Neden bu kadar çok isme gönderme yapıldığını soracak okurlar için yazarın cevabını da metninde bulmak mümkün: “Tek bir hayattan pek çok hayat filizlenir.”
Cansu Selçuk Çağlar