Claire Keegan’ın ilk kez 2020 yılında raflarda yerini alan, geçtiğimiz aylarda da Jaguar Kitap tarafından Umay Öze çevirisiyle yayımlanan novellası Böyle Küçük Şeyler, İrlanda’nın küçük bir kasabasındaki küçük insan hayatlarından birine oldukça duru bir üslupla yoğunlaşırken bir yandan da o dönemde yaygın bir uygulama olan Magdalene Çamaşırhanelerinde yiten hayatlara dikkat çekmekte.

Kitap, New Ross kasabasının kasvetli, soğuk, yerlilerine mutsuzluk yayan havasının tasviriyle başlar ve bir kömür tüccarı olan Bill Furlong’un hikayesiyle devam eder. Müşterileri tarafından sevilen ve saygı duyulan Bill Furlong, beş kız çocuğu babasıdır ve bilindik kaygılarla dolu, düzenli bir yaşam sürdürmektedir. Yoksul bir çocukluk geçiren Furlong, hamile kaldıktan sonra çevresi tarafından dışlanan fakat yanında hizmetçi olarak çalıştığı Bayan Wilson’ın himayesi altına giren bir kadının gayrimeşru oğludur. On iki yaşında annesini kaybetmesinin ardından Bayan Wilson ve onun çiftliğiyle ilgilenen Ned adındaki bir çalışan dışında kimsesi kalmaz. Furlong her ne kadar okul yıllarında dışlanan, itilip kakılan bir çocuk olsa da özverili ve çalışkan yapısı bu yılları başarıyla bitirmesini sağlar ve Bayan Wilson’ın maddi ve manevi desteğiyle yetişkinliğe kadarki süreçte kendini güven içinde hisseder. Nitekim karısı Eileen ile nişanlı oldukları dönemde yine Bayan Wilson’un desteğiyle kendi işini de kuracaktır.

Zorlu geçen yıllara rağmen Furlong geçmişini geride bırakmayı tercih eder. Kendini karısının ve kızlarının ihtiyaçlarını gidermeye adamış örnek bir babadır adeta. Özellikle oldukça akıllı ve becerikli olan kızlarına çok düşkündür; kızlarının duygusal ihtiyaçlarına karşı da son derece duyarlıdır.

Bunların yanı sıra Furlong’un yalnızca ailesine değil, çevresine karşı da bir o kadar duyarlılık sahibi olduğu görülebilir. Özellikle yoksul ve şanssız insanlara karşı beslediği merhamet, başka insanların çektikleri sıkıntıları da içten içe, büyük bir içtenlikle dert edindiğini gösterir. Her fırsatta kasabadaki ihtiyacı olan insanlara para yahut yakacak vermesi zaman zaman karısıyla ufak tefek sürtüşmeler yaşamasına neden olsa da zaten Furlong, onu derinden derine tasalandıran bu gibi meselelere yönelik başka bir iyileştirici girişimde bulunmaz.

“Ülkenin daha ücra köşelerinde, herifçioğlu birdenbire onlarla ilgilenmeyi bırakıp gemiye atladığı gibi İngiltere’ye gitmiş olduğundan, sağılmak için böğüren ineklerin olduğunu da biliyordu Furlong. … Ve yine, başka bir sabahın köründeyse küçük bir erkek öğrenciyi papazın evinin arka tarafında, kedinin tasındaki sütü içerken görmüştü.” (s. 17)

Furlong aslında nitelikleri ve hayattaki yeri bakımından oldukça sıradan bir adamdır, ancak çok iyi bir gözlemcidir ve bu özelliği içinde bulunduğu şartlarda zamanla onu mutsuz edecektir. Aslında çoğu zaman bir şeyleri sorun etmemesi, sorun etmek istememesinden kaynaklıdır. Günlerinin tekdüzeliğini tehdit ederek huzurunu kaçırabileceğinden, gözüne çarpan sorunların üzerinde durmayı tercih etmez. Onun bu tutumu iyi huyluluk olarak değerlendirilebilir olsa bile daha derinlerde Furlong’un birtakım şeylerden kaçmakta olduğu sezilir. Nitekim yazar da kitabın başında onu oldukça geniş bir çerçeveden ele alır, her ne kadar okuru onun yaşamına dahil etse de Furlong’u olabildiğince sıradanlaştırarak yapar bunu. Fakat ilerledikçe okur onun küçük rutinlerine –sabahları uyandıktan sonra elinde kupasıyla dışarıyı, sokak köpeklerini, savrulan boş teneke kutuları ve berduşları seyre dalması gibi– ve düşüncelerine daha çok yaklaştırılır. Ancak o zaman, kırk yaşına merdiven dayamış bu adamın hayatını sürdürüş biçimiyle ilgili soru işaretlerine ve endişelere sahip olduğu anlaşılır.

Hayatlarını geçirişlerinden, zamanın öylece akıp gitmesinden ve her eylemlerine, her anlarına hâkim olan yarın kaygısından bunalmış, bütün bu gelip geçici şeylere verilen değeri yadırgamaya başlamış ve farkında olmadan başka bir anlam arayışı içine girmiştir. Bir şeylerin değişeceği giderek daha çok hissedilir, Furlong uyuşuk farkındalıkla öfkeli karşı koyuşun arasındaki o araftadır artık.

“Her zaman böyle diye düşündü Furlong; bir saniye ara vermeksizin hemen yapılacak bir sonraki işe geçiyorlardı hep. Olup bitenler üzerine düşünüp kafa yoracak zamanları olsaydı, diye düşündü, hayat nasıl olurdu acaba? Farklı bir hayatları mı olurdu, üç aşağı beş yukarı aynı mı; yoksa sadece yollarını kaybetmekle mi kalırlardı?” (s. 21)

Onu hayatının tatlı telaşının dışına çıkarak huzursuz edebilecek her türlü meseleyi düşünmekten kaçınan bu adamın tutumu bir noktada yön değiştirecektir. Hikâyenin iki kırılma anından biri, Furlong’un manastırın kömürlüğünde genç bir kız bulmasıyla biçimlenir. Bu karşılaşma Furlong için öyle şaşırtıcı ve beklenmediktir ki, o ana değin bildiği ve benimsediği bütün değerleri sarsacağını hissetmiş gibi, kendisinin anlam veremediği bir sıkıntı ve ince bir korku boy gösterir.

Kömürlükte bulduğu genç kızın hikayesi, aslında yazarın değinmek istediği asıl meseleyi gözler önüne serer. Kasabadaki manastırın rahibeleri tarafından işletilen çamaşırhane ve ıslahevinin hikayesidir bu. Furlong, genç kızı kömürlükte bulmasının hemen öncesinde yine manastırda aynı derecede yürek burkan bir sahneyle karşılaşır: Ayakkabısız, hasta görünümlü bir sürü genç kız canları çıkarcasına yerleri cilalıyordur. Gördüğü bu sahne karşısında son derece sarsılan Furlong’un aklına çamaşırhane ve ıslahevi hakkında daha önce bir safsata olduğunu düşündüğü söylentiler gelir. Nitekim söylenenlere göre ıslahevindeki kızlar olması gerektiği gibi ders görmek yerine bütün gün çamaşır çitileyen “hafifmeşrep” kızlardır ve günahlarının bedelini bu şekilde ödüyorlardır. Bir başka söylentiye göre, bu kızlar evlilik dışı doğumlarından sonra aileleri tarafından bizzat oraya yerleştirilmişler, rahibeler de bu kızların bebeklerini yurtdışındaki ailelere vererek oldukça büyük paralar kazanmaktadır. Furlong yerleri cilalayan kızlardan birinin kendisini oradan alıp nehir kenarına götürmesi için yalvarmasından ve üstelik manastırın bu bölümlerinin rahibeler tarafından sürekli kilitli tutulmasından, kızların orada istekleri dışında tutulduğunu anlar ve akşam konuyu karısına açar. Karısının tepkisi ise bu gibi işlere burunlarını sokmamaları ve “doğru insanların safında yer almaları” gerektiğini söylemekten ibarettir. Nitekim kasaba halkının tutumu da bu doğrultudadır.

Bütün bu olanların üzerine manastırın kömürlüğünde bulduğu genç kız bardağı taşıran son damla olacaktır. Genç kız pislik içinde, perişan haldedir. Furlong ne yapacağını bilemeyerek onu manastıra götürür fakat rahibeler Furlong’un bu sahneye tanıklık etmesinden dolayı oldukça panikler. Nihayetinde kızın yatağında olması gerektiğini ve sabahtan beri onu aramakta olduklarını söyleyerek konuyu kapatmaya çalışırlar. Furlong içten içe durumun göründüğü gibi olmadığını bilse de evine döner.

O günden sonra Furlong için hiçbir şeyin tadı kalmaz. Her ne kadar gördüklerini unutup hayatına devam etmek istese de bunu başaramaz. Görmezden gelip unutmayı tercih ettiği her şey üzerine çullanır. Çocukluğu dahil. Kömürlükte bulduğu genç kızın istediği ilk şeyin bebeği olması da aklına annesini getirir. Kendisi de babasız büyüyen Furlong, ister istemez Bayan Wilson olmasaydı annesinin de buna benzer bir duruma düşmüş olabileceğini düşünerek kızı annesiyle ilişkilendirir, üstüne üstlük kızın adının annesininkiyle aynı olması buna tuz biber eker.

Claire Keegan

Bütün bunların üzerine bir de zamanında annesiyle birlikte Bayan Wilson’ın yanında çalışan Ned’in babası olduğunu anlar. İyice allak bullak olan Furlong bir süre kendinde değilmişçesine aylaklık eder, yürüyüşe çıkar, her zamanki işlerini yapar fakat bir türlü evine dönmek istemez. Ailesi dahil herkesten ve her şeyden uzaklaşmış hissediyordur kendini. Tanıklık ettiği bu suçun herkesçe bilinip görmezden gelindiğini anlamaya başlar ve bu ikiyüzlülüğe katlanamaz. Bir yandan da içten içe, olan bitenlerin hiçbirinden haberinin olmadığı, her şeye yalnızca uzaktan seyirci kaldığı haline dönmek ister.

“Henüz şafak sökmemişti ve Furlong aşağılara, karanlıkta ışıkları yanan kasabanın nehir kenarındaki kısımlarını akseden ışıltılı nehre baktı. Çok yakınında olmayınca ne çok şey olduğundan daha hoş görünmeyi beceriyordu. Furlong, kasabanın manzarasını mı yoksa bu manzaranın sudaki yansımasını mı yeğlerdi bilmiyordu.” (s. 48)

Nihayetinde aklına gelen son çareye başvurur, ki bu da kitaptaki ikinci kırılma anıdır. Furlong manastırın kömürlüğüne döner ve kızı yine orada bulur. “Şimdi birlikte eve gidiyoruz Sarah,” diyerek o ana kadar kendisinin de emin olmadığı niyetini dile getirmiştir. Sonrasında başına ne geleceğini bilmese de günlerdir içine çökmüş halde duran ve her geçen gün daha da ağırlaşan sıkıntıdan, ancak kızı oradan çıkarınca kurtulur:

“Bu kızla yan yana yürürken öyle hafif, öyle harikulade hissediyordu ki kendini Furlong, yüreğinde öyle ferah, yeni, bilinmedik bir sevinç yükseliyordu ki… Varlığının en iyi parçası olanca ışıltısıyla dışına taşıyor olabilir miydi? Hayatı boyunca, sıradan, alelade hayatı boyunca bir kez bile, kızlarını ilk kez kucağına aldığında, sağlıklı ve inatçı o ilk feryatlarını duyduğunda bile mutluluğun böylesini tatmamıştı.” (s. 83)

Kitabı “İrlanda’nın anne-bebek bakımevleriyle Magdalen çamaşırhanelerinde acı çekmiş kadınlara ve çocuklara” ithaf eden Keegan, gerçek bir yarayı gözler önüne serer Böyle Küçük Şeyler’de. Magdalen çamaşırhaneleri pek çok acıya neden olmuş; genç kadınların, dindarlık perdesinin kurtuluş vaatleri ardında sömürüldüğü bir yer olarak tarihe geçmiştir. Sonuncusu 1996 yılında kapatılan çamaşırhaneler İrlanda’nın en büyük kara lekelerinden biridir. Keegan, oldukça sade fakat son derece dikkat çekici üslubuyla ustaca kurguladığı kitabında insanlığın iki yüzlüğü ve rahatlığına düşkünlükleri sebebiyle aslında alenen ortada olan gerçekleri görmezden gelmenin yol açtığı bir toplumsal yaraya dikkat çeker.

Ezgi Nur Şahin