Ahmet Karadağ

Paran varsa eğer
bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı,
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.

Nazım Hikmet

Mile Square Park’ın Brookhurst Caddesi tarafına düşen evimizin terasından, nazlı nazlı batmakta olan Kaliforniya güneşini izliyorduk karımla. Kaçarak terk edebildiğimiz ülkemize ait ürünlerin satıldığı civardaki yegâne marketten aldığımız Mehmet Efendi kahvesinin içimize tarifsiz bir yalnızlık duygusu yayan kokusu, bizi Amerikan arabalarının kibirli homurtularından olabildiğince uzaklaştırıyordu. Tam otuz küsur yıl çalıştığım Children Hospital of Orange County’den çocuk doktoru olarak emekli olmamın üzerinden neredeyse beş yıl, ülkemden kaçmak zorunda kalmamın üzerinden ise tam kırk üç yıl geçmişti. Güneş batınca bir süre ışıkları açmadan oturduk. Parkın etrafındaki yürüyüş yolunda henüz yaşamdan umudunu kesmemiş yaşlı Amerikanların, ellerinde Aquafina şişeleriyle ölümden kaçıyormuşçasına hızlı hızlı yürüyüşlerini izledik.

“İçimiz karardı be İhsan, istersen kapat fincanını da fal bakayım sana, neşemiz gelsin” dedi karım. “Boş ver falı Aynur, fallarda bize hep ayrılık çıktı bugüne kadar, sen güzel bir Cem Karaca plağı koy da dinleyelim.” Yavaş yavaş yürüyerek içeri geçti karım. Benden üç yaş küçüktü ama o bile yetmişine merdiven dayamıştı. “Deniz üstü köpürür” gramofonun cızırtısını bastırıp terasa kahve köpüğü gibi yayılmaya başladığında, karım da elinde tozlanmış bir fotoğraf albümüyle geri döndü.

“İhsan” dedi, “bak bu albümü geçen gün garajdaki kolilerin arasında buldum, New Jersey’den buraya taşınırken atmışız kutunun birine, öylece kalmış orda.” Kapağında Yosemite Park’ın siyah beyaz bir resmi bulunan sararmış bir albümdü getirdiği.

“A çok güzel, ne varmış içinde güzelim, bakabildin mi?”

“Hayır canım, seninle bakarız diye düşünmüştüm.” Yakın gözlüklerimi taktım. Cem Karaca eşliğinde albümdeki fotoğrafları incelemeye başladık. Türkiye’den getirdiğimiz siyah beyaz resimlerdi hepsi. Ankara’da tıp fakültesinin bahçesinde, içinde Aynur’un da olduğu bir grup arkadaşla çekilmiş bir resim dikkatimizi çekti. Hava çok soğuk olmalıydı ki parkalarımızın düğmelerini sıkı sıkıya kapatmıştık hepimiz, genceciktik. Aynur hemen yanıbaşımdaydı, ama el ele tutuşmuyorduk. Çünkü sevgili olmak olurdu da, laubali olmak asla yakışmazdı devrimciye. Sonraki sayfayı çevirdiğimizde neredeyse ikimizin de hatırlamakta zorlandığı bir resimle karşılaştık. İyice bakınca anlamıştık. Aynur’la Mamak Cezaevinin açık görüş salonunda plastik sandalyelere oturmuş, gardiyana gülümseyerek poz vermiştik. Evliliğimizin ikinci veya üçüncü senesiydi. Aynur Abidinpaşa Lisesinde çiçeği burnunda bir edebiyat öğretmeni miydi o sıralar, yoksa ben içeri girdim diye onu da atmışlar mıydı çoktan, hatırlayamadım. Tişörtün üzerindeki yazıyı Aynur fark etti önce.

 “İhsan, tişörtünün üzerinde bir şeyler yazıyor, okuyabiliyor musun?” Dikkatle baktım, okuyamadım, resim de iyice solup gitmişti yıllar içinde.

“Dur, ben de gözlüğümü getireyim de yakından bir okumaya çalışayım” dedi karım.

Bir taraftan resme derin derin bakarken bir taraftan da, “Bu tişörtü hatırlıyor musun İhsan, kışın girmiştiniz içeri, ilk altı ay hiç görüştürmemişlerdi, ne görüştürmesi, size kıyafet getirmemize bile izin vermiyorlardı. Haziran olduğu hâlde yün kazağından başka bir şey olmadığı için onu giyiyordun. Sonra Seydişehirli hemşehrimiz bir gardiyan, bir sabah apar topar kapımı çalmıştı, ‘abla birlikte hemen çıkalım, müdür izinde, sen İhsan abiye yazlık bi’şeyler al, ben gizlice ulaştıracağım ona’ demişti. Dolmuşla Ulus’a inmiştik. Param çıkışmadığı için mağazalara bakamamıştım. Posta Caddesindeki seyyarlardan almıştım bu tişörtü. Üzerinde yazılar vardı, o gün dikkat etmemiştim ne yazdığına ama şimdi okuyabildim sanırım, Never Stop Dreaming yazıyor.”

Birden her şey gözümde canlanıverdi. Arkadaşlarla koğuştaydık. Yaklaşık altı ay olmuştu. Karımla görüşmeme izin vermiyorlardı. Babam “devrimci evlatla işimiz olmaz, boynu devrilsin” deyip defterden kaydımı düşmüştü. Bir kez bile ziyaretime gelmemiş, mektup yazmamıştı. Saimekadın Sağlık Ocağında doktordum. Turgut satmıştı hepimizi, tam yirmi sayfa ifade vermişti emniyette. Sorsan toz kondurtmazdı devrimciliğine, ama işte puştluğuna satmıştı. Salmışlardı Turgut’u, onu salıp bizi toplamışlardı bir bir. Aralık’tı, Ankara’nın ayazı da ayazdı ha. Önce evi, sonra da sağlık ocağındaki doktor odasını didik didik etmişlerdi. Üç beş şiir kitabı dışında da bir şey bulamamışlardı. Tam on beş gün emniyetin bodrum katındaki nezarethanede tutmuşlardı. “Doktor” “demişlerdi, “konuş, konuşmazsan karını da alırız, yedi sülalenin anasını belleriz.” Susmuştum. Aynur’u almaya almamışlardı da, beni on beş günün sonunda dövmekten usanarak mahkemeye çıkarmışlardı. Sonra tutuklanıp Mamak’a gönderilmiştik hepimiz. Buz gibi koğuşta yün kazak iyi gelmişti başlarda ama havalar ısınınca kazak ısırgan otu gibi dalamaya başlamıştı. Haber göndermiştim Aynur’a yazlık bir şeyler göndersin diye. Haberim ulaşmıştı ama Aynur’u bana ulaştırmıyorlardı bir türlü. Haziranın ortalarıydı, bir gün koğuşun demir kapısı açıldı, “İhsan Özer kapıya gelsin” diye bağırdı hemşehrimiz olan gardiyan. Selam vermeye, hatır sormaya bile korkmuş, alelacele poşeti bırakıp gitmişti. İçinden iki üç tişört ve Aynur’dan bir mektup çıkmıştı. Tişörtlerin üzeri yazılıydı, o zamanlar yeni yeni moda oluyordu üzeri yabancı yazılı tişörtler. İçeride epeyce bir dalgası olmuştu mevzunun. “Hey koca devrimci doktor İhsan, böyle emperyalist tişörtler de mi giyecektin sen” diye şakası yapılıyordu. Alınmıyordum bu şakalara, Aynur’umun eli değmişti ya, ne olsa giyerdim. Zaten giymesem ne halt edecektim, yün kazaktan başka şansım mı vardı sanki? Sonraki hafta da açık görüş olmuştu. Aylar sonra ilk kez karımla görüşmüştüm. Görüşte hatıra olsun diye, bize yapılanları hiç unutmayalım diye hepimiz resimler çektirmiştik fotoğrafçı gardiyana. İşte bu resimdeki tişört oydu.

“Ah İhsan, hiç sorma, ben de ne zorluklar yaşadım. Tam beş yıl, sen çıkana kadar kapımı kimse çalmadı. Arkadaşların hepsi içerideydi, dışarıda kalanların kimi sattı, kimi de korktu. Bir selamı bile çok gördüler. Seydişehir’den de arayan soran olmuyordu. Ne yerdim, ne içerdim, kira, kömür parası nasıl ödenirdi kimse sormuyordu. Sen içeriye girdikten bir ay sonra benim de okuldan ilişiğimi kesmişlerdi. Özel ders buldum birkaç tane ama iş para ödemeye gelince ağızlarını doldura doldura ‘anarşist karısı’ deyip ya parayı vermiyorlar ya da dersi kesiyorlardı. Sana da fazla para gönderemiyordum hatırlıyor musun? Tam beş yıl, sen çıkana kadar geçen beş yıl, elli yıl gibi geldi bana İhsan.”

“Çıkınca da sanki bitti mi gülüm? Çıktım, ikimiz de beş parasız, işsiz güçsüz… Değil doktorluk hamallık bile yaptırmıyorlardı siyasi hükümlüyüm diye. Bir taraftan da tekrar tutuklamalar, gözaltılar başlamıştı. Suç uydurmaya kolay ne vardı, tutup tutup atıyorlardı cezaevlerine. Tek çaremiz yurt dışına kaçmaktı. Yeni bir hayat kurmaktı. Ama ikimizin de ne yabancı dili ne de parası pulu vardı. Dayanamıyorduk, bıçak kemiğe değil, ümüğümüze dayanmıştı. Önce bir Rus yük gemisiyle kaçak olarak Romanya’ya, oradan da yine gemiyle tam otuz beş gün süren bir yolculuğun sonunda New York’a gelmiştik. Garsonluk yapmıştık birlikte, pizza dağıtmıştık, postanede çalışmıştık. Doktorluktan iyiden iyiye umudumu kesmiştim. Sonra Murat bulmuştu bizi, eski arkadaşlardan Murat. “İki yıl sonra doktorluk yapar hâle gelirsin, bırakma kardeşim kendini, çalış sınavlara” demişti. Bırakmamıştık, hayal kurmayı hiç bırakmamıştık. Yorgun argın işten gelip anatomi çalışmıştım, tuğla kalınlığında cerrahi kitaplarını devirmiştim. Sonuçlar açıklandığında New Jersey’de çocuk doktorluğu ihtisası kazandığımı öğrenmiştik. Hayatımızın en güzel günüydü Aynur’um hatırlıyor musun?”

“Hatırlamaz olur muyum İhsan. İyi ki hayal kurmaktan vazgeçmemişiz.”

İçerideki gramofondan yeni bir şarkı yükselmeye başlamıştı çoktan:

“Bir gün belki hayattan,
geçmişteki günlerden,
bir teselli ararsın,
bak o zaman resmime…”

Ahmet Karadağ

Never Stop Dreaming: Asla Hayal Kurmaktan Vazgeçme.