Türk edebiyatının geleneğinde yıllıklar önemli bir yer tutar. Yıllıklarda bir yılın edebi dökümü yapılır, o yıl yayımlanan eserlerden seçmeler yayımlanır, yıl içinde yaşanan edebiyat tartışmaları özetlenirdi. Yıllıklarda bir de soruşturma bölümleri olurdu. Parşömen Edebiyat olarak, yıllıkların soruşturma kısmını yaşatmak niyetiyle başladığımız ve bu yıl dördüncüsünü yayımladığımız yıl sonu edebiyat soruşturmalarının, geleceğin edebiyat okurları ve araştırmacıları için verimli bir kaynak olacağına inanıyoruz.
Soruşturmanın son sorusunu bilhassa çok önemsiyoruz. Sorunları dile getirmenin eleştiri kültürümüzün gelişmesine, birlikte düşünmeye ve giderek çözümler üretmeye varacağını umuyoruz.
Bu yıl da okurlara, yazarlara, çevirmenlere, editörlere, yayın emekçilerine, kitapçılara edebiyatımızın halini sorduk. 2023’ün edebiyat açısından daha verimli bir yıl olması temennisiyle…

Yıl içinde yayımlanan ve hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğünüz kitapları, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız?
Son yıllarda felsefe lisansımı tamamlarken daha çok bölümümle ilgili kitapları okudum, okumaya da devam ediyorum. Ancak 2020 yılında okul biter bitmez birçok roman, öykü ve şiirin içine de daldım. Nietzsche’mizin faydalı gördüğü, eleştirel tarihi önceleyen eserlerin azlığı dikkatimi çekti. Ülkede yaşanan onca sarsıcı toplumsal olgulara rağmen, sistemi rahatsız etmeyecek biçimde, içsel bunalımların ağına takılı kalmamızdan da rahatsız oldum. Beni etkileyen kitapların satır altını çizdiğim yerlerini ve yazdığım notları kısaca paylaşmak isterim.
Adnan Özveri’nin “Bir Başka Çanakkale” (Notabene Yayınları) romanı. Yazar ekonomik koşulları bozulmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun “çöküntüye gidiş” evresini, Zonguldak havzasında çalışan maden emekçileri/ameleler üzerinden mesele edinir. Okuru maden ocağının içine çeker ve galerilerde çalışma koşullarını gözler önüne serer. Yazar, tarihsel olarak Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve Çanakkale Cephesi ile başlattığı eserinde geriye doğru gider. Osmanlıda artan savaş maliyetleri nedeniyle devletin aldığı birtakım ekonomik önlemlerle iyice yoksullaşan halkın, mükellefiyet uygulamalarıyla “zorunlu” ya da “angarya” olarak çalıştırılmasının yarattığı buhranlara yer verir. Aynı zamanda devlet sisteminde bozulan asayişin yarattığı, hiyerarşik kargaşayı da gösterir. Roman okurun, geçmiş ve şimdiki dönemin siyasal ve ekonomik koşullarıyla bir karşılaştırma yapabilmesini olanaklı hâle getirir. (Ecinniler Dergi, sayı 16)
Mesela, 2014 yılında Soma ve 2022 yılı Ekim ayında Amasra’da yaşanan büyük madenci cinayetlerini irdelersek; gelişen teknolojiye rağmen, iş güvenliği önlemleri alınmayan ocaklarda, maden işçilerinin, Osmanlı döneminde madende birikmiş gazı kontrol eden “Yangın Fedaisi” gibi tek başına değil, toplu olarak ölüme gittiklerini görürüz.
Sibel Öz ve İsmail Afacan’ın ortak hazırladığı, “Arabesk Yeniden” (Notabene Yayınları) kitabı, 2000 sonrası edebiyat, müzik, sinema gibi sanat dallarını “arabesk kültürü” üzerinden inceler. “Arabesk şarkılarla ifade ettikleri dünyaları söylendiği gibi isyan değildi, tevekkül, rıza ve kanaat üzerine kuruludur. Çekilen acıya, yoksulluğa, karşılıksız aşka razı olmak, aşk acısıyla sınanmak, kadere katlanmak arabesk şarkıların temalarını oluşturur. Acı biriciktir, tek başına çekilen, katlanılandır ve birey bu acıyla toplum içinde var olur./ Bu nedenle arabesk somut bir değişiklik, iyileşme istemez, talep etmez ve böylelikle başka bir mecraya yönelir. İsyan edilen ya da yardım istenen asıl makam tanrıdır.” (Yetgül Karaçelik)
Hicran Aslan’ın, “Oto Portre – annemin mırıldandığı şarkı” (Kaos Çocuk Parkı Yayınları) şiir kitabı, çocuğun güvenli gelişim mekânı anne karnından çıkmasıyla, güvensiz bir alanda yaşama tutunurken yaşadığı zorlukları görürüz. Bir kente keder yükleyen egemen güçlerin başlattığı savaş yanında, gelenekler, çocuk yaşta evliliklere kadar uzar şiirler. Şiirlerde mekân ve kadın eşittir. Ancak bu mekân egemen güçler tarafından öteki olarak damgalanmıştır. Bu nedenle hem kadın hem de mekân tehlike altındadır. Egemen gücün öfkeyle yakıp yıktığı da anadilin ve mekânın hafızasıdır. “doksanlardan ikibin onlardaki sur savaşına / tüm evler yıkılarak yeşil boş meydanlara dönüştüğünde / o balıklar da öldü / amcam eve getiremedi geçmişte onları pulları yalan / mekânı öldürmek insanı öldürmek çünkü ilk yudum / kanatlarımdan kopardığımdır”
Şiir, öykü ve roman yazarı Serkan Türk’ün, “Elemlerin Nefesi” (Yitik Ülke Yayınları) şiir kitabı, usul usul sisli bir yola sokar okurunu. Chopin’in, Spring Waltz eseri sanki eşlik eder yolculuğa. Ve şiir konuşur. Tanrı’yı öldürmemiş miydi, Nietzsche? Ölmüş tanrılardan daha gaddarlaşmış yeni tanrıların resimleri çıkar yolumuza. Zamanın durduğu yer midir? Yoksa insan tanrılarının öldürdüğü hayatlar mıdır? Bu nedenle mi her veda istenmeyendir? Yersiz yurtsuz kalanın gölgesini büyüten, mültecilerin elemidir. Delirmek onca acının içinde insani olan. “Açılır mı çemberinden geçeceğimiz bir aralık” Tarihin yıkıp geçtiği Ortadoğu’da yüzler değişmez mi? Yaşamların alt üst olduğu bir dünyada, bu nedenle artık aldırmayız, düzene. Çünkü ölüm bir nefes ötemizde. “bir adam kapısının önünde düşmüş kendi içine / neden geldiniz tozlu ayaklarınızla evime der gibi / ben istenmeye istenmeye oldurdum içimdeki ülkeyi”
Aysun Kara’nın “Dünyanın Orta Yeri” (İthaki Yayınları) romanı, Osmanlı dönemini ele alır. Özellikle romanın, dil ve ses ahengi ılık bir rüzgâr gibi bizi sarar. “Düş salgını” imgesiyle kurulan hikâye anlatıcılığı, okuru da bir biçimde düşlerin içine çeker. Romanın sonu açık olmadığı için, okurun düş kurup kendinde son çoğaltma imkânı da dikkate değer.
Eylül ayında Uğur Tanyeli’nin “Korku Metropolü İstanbul – 18. Yüzyıldan Bugüne” (Metis Yayınları) adlı araştırma ve inceleme kitabı, okurun gözünden kaçmasın isterim. Yazar, mimarlığı, toplumsal tarihin bir bileşeni olarak ele almış. Yaptığı araştırma ve incelemeleriyle okurunu, korku mekanlarının içine çeken yazar, bulunulan dönemlerle ilgili edebi eserleri de paylaşır. Ataerkil yapının, kadına yüklemekten bıkmadığı meselesiyle ilgili, 4. Bölümde, 18. Yüzyılda kadının kamusal alanda görünmesiyle başlayan travmanın, 1925 yılında yayınlanan Safaeddin Rıza’nın, “Sokak ve Çayır Kızları”, kitabıyla nasıl alevlendiğini gözler önüne serer: “Kadınların ve kızların Beykoz Çayırı’nda erkekleri “avlayışı”, seçtiği kadın karakterin adını; uğursuzluk anlamında “şeamet” ve “cüretlilik” anlamında şehamet sözcüklerine gönderme yaparak Şehamet koyması bile kadın korkusunun had safhada olduğunu gösterir. “Söz konusu Şehamet her akşam Yoğurtçu Çayırı’nda dolaşır. Siyah, kesik saçlarına soktuğu beyaz, yalancı inci tarağını düzelterek, siyah mektep göğüslüğünü saran kırmızı şerit kuşağını sıkarak, tanıdığı hadsiz, hesapsız Tıbbiyeli, Harbiyeli, Mülkiyeli, liseli, mektepli, mektepsiz gençlere bol iltifatlarla baş reveransları yaparak saatlerce, dinlenmeden, yorulmadan tur atar, avlanır.”
Size göre 2022 yılının önemli edebiyat ya da yayıncılık olayları nelerdi?
Annie Ernaux’nun “Boş Dolaplar” romanını severek okuyup bitirmiştim ki, peşi sıra Nobel ödülü geldi. İşte budur! diyerek sevinç duymuştum.
Yazar ve editör Sibel Öz’ün, Artıgerçek’te yayınlanan, “Edebiyatın Ötekileri”, “Türk Edebiyatında Anti-Kahramanların İzini Sürmek”, “Afilli Erkek Edebiyatı” yazıları ve Seval Şahin ile Açık Radyo’da “Edebi Kamuda Dijitalleşme ve Yeni Cemaatçilik” söyleşisini, edebiyat ortamında bir tartışma imkânı sunması adına oldukça önemsiyorum.
İnternet ortamında yayın yapan, sanatkritik.com dergisi de gözden kaçmamalı. Çünkü üniversiteli genç arkadaşlarımız, sanatın her alanında inceleme yazıları ve söyleşileri oldukça kıymetli.
Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar ve eksiklikler görüyorsunuz?
Edebiyat ortamımızda eleştiriye kötü gözle bakılıyor. Neden? Bu durum gazete köşelerinde, eleştirmen titriyle yazanların şöylesine okuduğu eseri, gerekçe göstermeden yermesi veya övmesinden kaynaklanmakta. Cevat Akgönül eleştiriyi, “kötülemek, yere vurmak aşağılamak değil değer biçmek, tartmak ve karşılaştırmak” olarak tanımlar. Öncelikle gerekçesi olmayan eleştiri, dikkate alınacak bir eleştiri değildir. Çünkü eleştiri yazıları büyük emek ister. Bir metnin görünen ve görünmeyen yüzünde yürüme becerikliliği de donanımla ilgilidir. Biat kültürü olan bir toplumda zaten eleştiriye ve eleştirene karşı düşmanca bir tavır var. Bu nedenle eleştirmen olmaktan, eleştiri yazısı yazmaktan çoğu donanımlı kişi kaçınmakta. Ancak bu eksikliği şimdilerde iyi okur guruplarının giderme çabasında olduğunu görüyorum.
Hiper ekonomik kriz dönemine girdiğimiz son yıllarda, butik yayınevleri ve dergilerin, artan kâğıt, mürekkep gibi, malzemelerin yükselen maliyetlerine rağmen, yayınlarını sürdürme çabalarını takdir ediyorum. Dağıtım ağındaki adaletsizliği, ekonomik gücü olan yayınevlerinin kitaplarının bir miktar para karşılığında kitapevlerinin en görünür olan yerlerinde sergilenmesini de kınıyorum. Öyle sanıyorum ki elbirliğiyle kapitalist sistemi güçlendiriyoruz. Belki de adaletsizliğe izin veren kitapevlerine karşı da bir tavır alma zamanı gelmiştir.