Uğur Deveci

Göz kapaklarımın kapalı kalmaktan sıkılıp açılmasıyla sonlanan ve beni rüyalarımdan koparıp alanın ne olduğunu anlamak için çaba sarf etmek zorunda kalmadığım deliksiz uykuları özledim. Zorlamanın alemi yok, kalkıp güne başlamalı. Öyle yapmazsam yatakta huzursuzca dönüp duracağım o da uyanacak. Aslında sokaktan gelen gürültülere uyanmaması mucize ama yıllardır yan yana yastıklara baş koyduğumuz için biliyorum ki başka seslere sağır kalabilen kulakları bana hep açıktır ve burada kalmaya devam edersem en ufak bir kıpırtımda, hışırtımda sinirle, o sinirden mütevellit baş ağrısıyla uyanır. Kaç zamandır sahile inmedim. Madem erkenden uyandım bari insanlar ortalığa saçılmadan gidip biraz kimsesiz deniz koklayayım.

Yavaşça kalktım, sessizce giyindim ve sokaktayım. Yürüyorum. Uykumun katili işine ara vermiş, elinde suç aleti ve şaşkın gözleriyle beni izliyor. Haklı adam, şehirde yaşayan insanların Pazar sabahları altıda kalkması pek görülmüş şey değil. Acaba o bu saatte çalışmaya başlamak için kaçta uyandı? Eskiden olsa yanından geçerken selam verir, kolay gelsin derdim fakat artık böyle şeyler içimden gelmiyor. Tek selamsız ben değilim, biliyorum. Neredeyse hepimiz artık başkalarına sessiziz. Eskisi kadar kolay söylenmiyor günaydınlar, iyi akşamlar, kolay gelsinler… Galiba, dünya sözümona geliştikçe insan yabanıllaşıyor. Neyse ki gözlerini benden kaçırıp kolları, yanakları titreyerek yeniden asfaltı kırmaya, dünyayı parçalamaya başladı. Hızlıca yanından geçip gitmeli.

Günlerden Pazar, saat sabahın altısı… buna rağmen adım başı hummalı bir çalışmanın kıyısından geçiyorum. Deliciler, kırıcılar, vinçler, kepçeler, ekskavatörler, beton mikserleri, sarı kamyonlar. Semtler kimliklerinin parçası olan kendi seslerini yitirdiler; her yerde aynı kavara. Acaba kuşlar çoktan göçüp gittiler mi yoksa hâlâ buradalar, cıvıldaşıyorlar da biz mi görmüyoruz, duymuyoruz, bilmek anlamak mümkün değil. Bence dalkuşları çoktan çekip gitmiş, sadece çatıcılar ve avlucular kalmıştır. Kargalar, martılar, güvercinler. Onlar da giderse vay halimize… Şu kulaklık da boğazımı iyice terletti. Çuvalla para verip aldığım günden beri ne zaman yanıma alsam kendimi köpek gibi hissediyorum. Kulağımdan çok bir tasma gibi boğazımda duruyor. Oysa eski ben, eskiden müzik dinlemeden edemezdim. Bit pazarlarında satılan, kimsenin yüzüne bakmadığı CD’lerin yeni ve ulaşılamaz olduğu vakitler. Eldeki kasetleri döndürür döndürür dinler, radyoda beklediğim şarkılardan biri çalacak diye sevmediğim onlarcasına katlanırdım. Bugün, istediğim şarkıyı, istediğim yerde, istediğim an cızırtısızca dinleyebilecek her şeye sahibim fakat aynı tadı alamıyorum. Haftanın altı günü, günde en az on saat çalışmak gibi bir bedeli olsa da çok şükür iyi kazanıyorum ve bu sayede baslarını, tizlerini, rengini, şeklini çok sevdiğim kulaklığı hiç düşünmeden alabiliyorum fakat yitirdiğim ya da hiç sahip olmadığım tutkuları satın alma kudretim yok. Onlar alınmıyor, satılmıyor. Gerçi, pek de emin olamıyor insan, belki de satmaya başlamışlardır da beni bulamamışlardır, bilemem.

Yakın zamanda okuduğum bir romanda yazar, okura, yani bana, “Acaba şehirler, insanlar gibi çürüyerek değil de yenilenerek mi ölüyor?” diye sormuştu. Yıllar sonra, serin bir eylül sabahında doğduğum ve hiç terk etmediğim, adından gayrı eskisi kalmamış sokakta yürürken cevap veriyorum: Evet, öyle ölüyorlar… Çocukluğumda sokaktaki her apartmanın şeceresini bilir, bahçelerindeki ağaçları tek tek sayardım. Kiminin girişi, kimisinin geniş balkonları, kiminin bahçesindeki salıncak gözüme diken olur, kıskanırdım. İçinde yaşayan insanlar gibi evler de başka başkaydı. Şimdilerde teker teker daha doğrusu üçer beşer eskileri yıkıp yerlerine diktikleri binaların hepsi bir örnek. Aynı tornadan çıkmışçasına birbirlerine benziyorlar. Acaba bu yüzden insanlar da birbirlerine mi benzemeye başladı bilmiyorum fakat emin olduğum tek şey var… ben doğduğum sokağı, şehri özledim…

Boğazımda tuzlu ter damlaları sokakları caddeleri aşıp sahil yoluna vardım. Denizi görünce içim karardı. Mavisini dert kaplamış. Bu illete dert adını Balıkçılar koymuş, bugünlerde deniz salyası deniyor. Dert daha güzel bence, derdini daha güzel anlatıyor… Keşke deniz hiç salyaya bulanmasa da biz ona isim beğenmesek ama oluyor işte. Eskiden de olurmuş fakat bu kadar değil. Ara ara, parça parça, çok sıcaklarda, belli rüzgârlar estiğinde ya da esmediğinde. Şimdi koca derya maviye hasret. Demek ki deniz insan gibi çürüyerek ölüyor, ölürken kokuyor ve ben kıyısında yürürken denizi özlüyorum. En iyisi geri dönmek. Zaten çıkarken not yazmadım, uyanırsa merak eder.

Evdeyim. Ev sessiz. Adamlar köstebek gibi sokağı delik deşik edip gitmişler. Çukurlara düşmeyelim diye de her tarafa kırmızı beyaz şeritler çekmişler. Cinayet masasında çalışan polislerin ve yol delicilerin aynı şeritleri kullanması tesadüf mü, bilmiyorum… Yatak odasından tıkırtılar gelmeye başladığına göre o da sonunda uyandı, artık hareketlenebilirim. Kırk dokuz dakikadır salondaki koltukta uzanmış bir şekilde tavan seyretmekten her yanım tutulmuş. İyice hantal bir adam oldum; her yanım her an ağrıyor artık. Zil sesleri sana kadar geldi mi, geldiyse kusuruma bakma. Karnımdaki isyan artık sessiz kalamıyor. Haklı, insan erken kalkınca tez acıkıyor. Yavaştan kahvaltı hazırlamaya başlamalı. Fakat önce kahve yapmalı, hem kendime hem ona. Sen de fark ettin mi bazı sözcükler de sokak adları gibi aynı kalıyorlar fakat onları var eden anlamlar değişiyor. Mesela kahvaltı. Biz eskiden sabahları önce karnımızı doyurur peşinden keyif kahvemizi içerdik. Artık öyle yapmıyoruz, kahvemizi içmezsek gün başlamıyor, başlayamıyor. Üstüne kahvaltımızı ediyoruz. Kahve altı oldu, kahve üstü. Aynı mantıkla kahvüstü desek ne kulağa ne göze hoş geliyor. Tersten gidip altıkahve desek o zaman da insanın içinden altı da soğuk su demek geliyor ki bu yüzden eskisi gibi kalsın, gerekirse karnımızı doyurduktan sonra bol telveli bol köpüklü keyif kahvesi de içeriz, hallolur. Keşke, şu an aklından geçen gibi tek derdim bu olsa ama değil maalesef. Bu zamanda tek dertli insan bulmak zor. Dertsizininse soyu tükendi.

“Günaydın, simit aldın mı?”

Fırının önünden iki kere geçtim aklıma bile gelmedi. Fakat suç bende değil, yeni ustada. Eskiden, İlyas Usta sağken üç sokak öteden duyardın pekmezin, susamın, mayanın, pişen hamurun kokusunu. Burnun ayaklarını ele geçirir kendini fırının önünde bulurdun. Yeni usta müthiş bir insan, kokutmadan pişiriyor.

“Yok, almadım. Canın çektiyse fırına gider alırım iki dakikada…”

“Boş ver, gittiğine değmez. Kokusuz, lezzetsiz artık o fırının simitleri. Neredeydin peki?”

“Sahile indim, yürüdüm biraz.”

“İyi yapmışsın, belki kahvaltıdan sonra beraber de ineriz.”

“Olur,” dedim. Gözlerinin altı hâlâ kıpkırmızı, bütün gece yeşilin üzerinde büyüyen alevleri, tutuşan ağaçları izledik. İnsanların çaresizce haykırışlarını, haykıramayan canların yitişini. Üç gündür sönmeyen, söndürül(e)meyen yangınlara isyan ettik, için için sessiz ağıtlar yaktık. Balkona kaçtın, elinde suluk gözyaşlarınla suladın çiçekleri. Ben de orada bıraktım kendimi aksın gözümden yaşım. İşte sırf bu yüzden inmeyelim denize, deniz de dertli, derdine dert ekleme diyemedim.

“Kahve hazır.”

“Alırım birazdan, sahile gitmekten de vazgeçtim. Son gördüğümde deniz çamur gibiydi, yine öyleyse derdime dert eklenir,” dedi, gitti.

Sofradayız. Açım fakat canım hiçbir şey çekmiyor. Yumurtayı çok haşlamışım, kabuğundaki kırmızı mühür silinmiş, sarısı toz olmuş. Sönen yangın yok, hepsi devam ediyor. Mazı tamamen kül olmuş, Çökertme, Fesleğen tutuşmak üzere. Her yer yanıyor fakat biz en çok oralara kahroluyoruz. Çünkü oralar avucumuzun içi ve ateş tene değince daha çok acıtıyor.

“Nereden aldın bu domatesi? Plastik gibi.”

Rengine kandım. Kıpkırmızıydı. Ne bileyim içinden çekirdek çıkmayacak, kokusuz, tatsız olacak. Etiketinde iyi tarım yazısını görünce kandım işte. Demek ki marketlerin iyi tarım anlayışıyla bizim ki farklı. Çekirdeksiz oluşu ve ağızda sanki balon çiğniyormuş gibi bir his vermesine sözüm yok fakat koku konusunda emin değilim çünkü onları önce fırçaladım, sonra üzerinde böcek zehri varsa diye karbonatlı suda beklettim ardından sudan geçirip bu seferde böcek, larva, sinek varsa diye sirkeli suya koydum. Kesmeden önce içme suyuyla duruladım. Ne olur ne olmaz diye de üşenmeyip kabuklarını soydum. Tüm bu işler bir saat yedi dakika sürdü. Hangi koku dayanır bunca eziyete, bilmem. Neyse ki evimizin iki sandalye koyamadığımız sadece üç beş saksının sefasını sürdüğü bir balkonu ve o balkonda henüz üzerinde yeşilcik, küçücük olsalar da birkaç güne kızaracak domatesler olan fideler var ve bu sayede biz iki saniyede dalından koparıp dudaklarımızın kenarından üstümüze başımıza suyu, çekirdeği aka aka, kokusunu içimize çeke çeke domates yemeyi özlemek zorunda kalmayacağız. Gözü gibi baktığı tohumları nihayet bu bahar ekebildi ve büyütebildik.

Size laf anlatmaktan ona cevap veremedim fakat sorun değil. Zaten bazı sorular cevap beklemez, onlar tespit, uyarı ya da ne bileyim eleştiri falandır. Çoktan unuttu bile. Telefonuna bakıyor, öfkeli soluyor. Alevli bakışlarını bana yöneltiyor.

“Benim artık umurumda değil, aklıma geleni yazacağım. Alırlarsa alsınlar içeri…”

“Yazmak lazım,” dedim. Özlerim seni, şimdikinden de fazla. Evet yanındayken de özlüyorum seni, hem de çok uzun zamandır. Kendimi de. Sadece tepki veren, isyan eden insanlara dönüştük. Neredeyse yedi gün yirmi dört saat bir şeylere çıldırıyoruz. Biliyorum, haksızlıklara, vicdansızlıklara, yozluklara, duyarsızlıklara susmamak mayamızda var fakat eskiden sadece bu değildik. Böyle giderse gülmeye utanır olacağız. Sevişmelere, ağız tadıyla yemek yemelere, sebepsizce sarhoş olmalara, dans etmelere, gezmelere… yaşamaya… diyemedim.

“Doydun mu?” diye sordum.

“Evet,” dedi.

“Sana şöyle bol köpüklü bir kahve yapayım mı?”

“Yap, hatta yapmalısın.”

“Neden?”

“Yoksa yediğimiz öğün anlamını yitirir. Adı üstünde, kahvaltı…”

Bir an da olsa güldü, ben de güldüm, güldük, gülebildik… hiç utanmadan.

Uğur Deveci