Yeni yıl gelirken Türk edebiyatından bir yılbaşı hikâyesi daha yayımlıyoruz.
Yazarımız, Emile Zola, Jules Michelet, Stendhal, Jean Jacques Rousseau ve Georges Simenon’dan yaptığı başarılı çevirilerle tanınan Hamdi Varoğlu (1901-1968). 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Cumhuriyet gazetesi başta olmak üzere birçok süreli yayında köşe yazarlığı yapan ve çok sayıda hikâyesi tefrika edilen Varoğlu’nun “Kocam ve Kördüğüm” gibi telif eserleri de bulunuyor.
1 Ocak 1940’ta Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Bir Yılbaşı Hikâyesi” derlenip toparlanmamış Varoğlu külliyatından küçük bir metin. Büyük çevirilere imza atan bir kalemden telif eserler okumak bana her zaman heyecan veriyor. Umarım siz de keyifle okursunuz.
Bilal Acarözmen

BİR YILBAŞI HİKÂYESİ
Her sene olduğu gibi o senenin yılbaşı için de Nazan, ahbaplarına kırk beş tane davetiye göndermişti. Tayyare piyangosunun yılbaşı ikramiyesini kazandıkları sene yapmaya başladıkları bu toplantıyı âdet edinmişlerdi. En yakın ahbaplarını bir hafta evvelden çağırıyorlar, yeni senin ilk gecesini hep birlikte, güle oynaya geçiriyorlardı.
Yalnız bu sene davetiyeleri yazarken Nazan bir parça tereddüt geçirmişti. Müşfika’yı çağırmak istemiyordu. Bir evvelki yılbaşı gecesi gözleri lüzumundan fazla şeytanlık dolu bu sarışın, hoppa kızın, Macit’le fazla alakadar olduğunu görmüştü.
Kocası da Müşfika’ya karşı aşırı derece mültefit (ilgili) davranmış, o gece hep onunla meşgul olmuş, onunla dans etmişti. Hatta ertesi günden itibaren, Nazan’ın kulağına bazı dedikodular bile gelmişti. Macit’le Müşfika arasında bir macera başladığını gösteren bakışmaların, manalı tebessümlerin, dans esnasında konuşulan sözlerin akisleri, suya damlayan bir zeytinyağı gibi hemen etrafa yayılmış, bir ağızdan on kulağa intikal ederek büyüdükçe büyümüştü.
Sonra günler geçtikçe dedikodular yavaş yavaş azalmış, bitmişti. O gece ilk adımları atılan maceranın devam ettiğine dair bir alamet de belirmemişti. Nazan yeni bir hadise ve yeni bir dedikodu olmayınca kendi şüphesini de azar azar unutmuştu.
Şimdi, bir sene sonra davetiyeleri hazırladığı sırada, o gece tekrar gözünün önünde canlanıvermişti. Büyük, camlı salona kurulan masanın başında, tesadüfün tam karşılıklı oturttuğu kocasıyla Müşfika’nın birbirlerine bakışlarını tekrar görüyor gibiydi. Bu eski mektep arkadaşıyla kocası ilk defa olarak o akşam tanışmışlardı. Sayısı artan içki kadehlerinin buharı, etraflarında yavaş yavaş bir duvar gibi yükseldikçe bakışlarındaki cesaret artmıştı. Gözlerle konuşulan lisanın beynelmilel olduğunu unutmuşlardı.
Nazan, Macit’le Müşfika’nın dans ederken birbirlerine lüzumundan fazla sokulduklarını, bir aralık ortadan kaybolduklarını da görmüştü. Sonra, sabaha karşı misafirler dağılırken, kocasının sokak kapısı önünde Müşfika’ya veda edişini de şimdi hatırlıyordu. Öteki misafirlerin hepsini baştan savma birer selamla yolladıktan sonra Müşfika’nın elini uzun uzun sıkmış, uykusuzluktan mahmurlaşan gözlerini biraz daha süzerek randevu ister gibi ısrarla, tekrar gelmesi için yalvarıp durmuştu.
Nazan, şimdi bunları bir bir hatırladıkça Müşfika’yı davetliler listesinden silmek için kendisinde daha fazla hak görüyordu. Fakat son dakikada bu zaafını yenmeye mecbur oldu.
Bir defa, geçen yılbaşı gecesinden sonra kocasının hâlinde tahmin edilen maceranın başladığını gösterir hiçbir fevkaladelik olmamıştı. İkincisi, bir şüphe, bir dedikodu için, eski bir arkadaşını evinden uzaklaştırmayı izzetinefsine ağır gördü. Kocasını bu kadar fazla kıskanmış görünmek gururunu incitiyordu.
Bütün bu düşüncelerden sonra Müşfika’nın davetiyesini de postaya verdi. Macit’e hissettirmeden, harekâtını tarassut edecek (gözleyecek), bir sene evvel içine giren şüpheyi kuvvetlendirecek bir emare görürse o zaman icabına bakacaktı.
***
Yılbaşından bir gün evvel, Macit’le Nazan gene büyük salona kurulacak masanın tertibatıyla meşgul oldular. Tuhaf bir tesadüf Macit’le Müşfika’yı masa başında gene karşılıklı getirmişti. Macit, Müşfika’yı kendisine biraz daha yakınlaştırmak hatta yanı başına almak için sofranın şeklini birkaç defa bozmuş fakat her seferinde Nazan bu hileyi sezerek onun kurnaz planını altüst eden bir başka tertiple kocasını arkadaşından uzaklaştırmıştı.
Bu sene, geçen senekinden daha kurnaz hareket etmeye karar vermişti. Kendi yerini, bu düşünceyle sofranın en uzak köşelerinden birine atmıştı. Fakat bu öyle bir yerdi ki tam önüne tesadüf eden vazonun yanından göz ucuyla bakınca Macit’in bütün harekâtını görebilecek, buna mukabil (karşılık) kocası bu tarassudun farkına bile varmayacaktı.
Kanunuevvelin (Aralık ayının) son günü, davetliler akşam saat sekizde gelmeye başladılar. Macit’le Nazan, misafirlerini sokak kapısının önünde karşılıyor, salona kadar götürüyorlardı. Evin içinde müstesna günlere mahsus, büyük bir faaliyet vardı. Her taraf, birkaç yüz mumluk lambaların toplu olarak serptiği ışık altında, gündüz gibi aydınlıktı. Kadın, erkek hizmetçiler oradan oraya dolaşıyorlar; içi kadeh, tabak dolu tepsiler taşıyorlardı.
Macit, belli etmek istemediği bir telaş içindeydi. Beş dakikada bir saatini çıkarıp bakıyor; gözü kapıda, kulağı kirişte, bütün bu gelen misafirlerin haricinde birisini, büsbütün başka bir kimseyi, bilhassa beklediğini her hâliyle belli ediyordu.
Nazan, kocasının hareketlerini gözden hiç kaçırmıyordu. Saatine bakarken, kapının her çalınışında, geleni kendisinden evvel karşılamaya koşarken, zihninde hep Müşfika’nın hayali dolaştığını gözleriyle görürcesine biliyordu. Böyle devam ederse, Macit’in o akşam mutlaka yan basacağına, yakayı ele vereceğine hiç şüphe yoktu. Telaşını ve heyecanını bu derece belli eden bir erkek, biraz sonra, içkinin de tesiriyle kim bilir nasıl çamlar devirirdi.
Nazan, aklına içki bahsi gelince birdenbire düşündü. Sofrada, kocasının yanına tesadüf eden misafirleri, bir de içki sırasıyla tasnif etmek mecburiyeti bulunduğunu unutmuş, bunu o dakikada hatırlamıştı. Doktorlar, Macit’e alkol kullanmayı iki seneden beri yasak etmişlerdi. Sofrada herkes rakıdan şampanyaya kadar, canının istediği içkiyi içebilecekti. Halbuki Macit’in ağzına biradan başka bir şey koyması katiyen yasaktı. Onun için, kocasının sağında ve solunda oturanlar, yalnız bira içen kimseler olmalıydı.
Yemek odasına koştu. Macit’e ayrılan yerin sağındaki ve solundaki iskemlelere bir göz attı. Bilhassa meşgul olmayı unuttuğu hâlde, tesadüfen bu iki yer, istediği gibi kimselere ayrılmıştı. İkisi de biradan başka bir şey içmeyen bir erkek ve bir kadın misafir.
Nazan, gayriihtiyari gülümsedi. Orta yaşlı olmasına rağmen, perhizle yaşayan Macit’in, hâline bakmadan kadın peşinde dolaşması epey gülünçtü. Onu hem kadından hem içkiden uzaklaştırmak için çırpınan kendisi de ayrıca gülünç buldu.
Salona döndüğü zaman, iki dakika evvel gelen Müşfika’yla karşılaştılar. Nazan, büyük bir fırsat kaçırmış gibi hayıflandı. Kocasının, derin sabırsızlıkla beklediği bu kadını nasıl karşıladığını görmek isterdi. Macit’in onu istikbal edişi (karşılayışı), elini sıkışı, onunla konuşacağı ilk sözler, ikisi arasındaki münasebetin derecesi hakkında kendisine çok iyi bir fikir verebilecekti. Nazan, Macit’in bugünkü telaşında, sabırsızlığında, gizlemeye muvaffak olamadığı heyecanında, bir seneden beri çok kurnazca gizlenen ve bir seneden beri devam eden bir macera kokusu sezmeye başlamıştı. Eğer dedikoduların kesilmiş olması, Macit’in vaziyetlerinde hiçbir değişiklik görülmemesi, arada bir münasebet bulunmadığını gösterseydi, bir seneden beri kocasının Müşfika’yı unutması, şimdi de bu heyecana düşmemesi lazım gelirdi. Demek ki geçen yılbaşı gecesinin hatırası, Macit’in kalbinde silinmez bir hatıra bırakmıştı.
Müşfika’yla Macit’in ilk karşılaştıkları dakikaya şahit olamamasına mukabil, ondan sonraki hareketlerini daha büyük bir dikkatle tarassuda karar verdi.
***
Yemek salonunu baştan başa dolduran uzun masa, tavandan dökülen bol aydınlık altında pırıl pırıl yanıyordu. Beyaz örtünün üstünü süsleyen içki sürahilerinin, kadehlerin, yemiş tabaklarının göz alıcı renkleri üzerinde ışık taneleri, nereye konacaklarında mütehayyir (şaşmış) gibi titreşiyorlardı. Sofra, büyük bir itinayla bezenmiş; baştan başa çiçek dizileriyle, her misafirin önüne konulan tebrik kartlarıyla, hiçbir noksanı bırakılmamış, mükemmel bir eserdi.
Misafirler, ev sahiplerinin daveti üzerine yemek salonuna geçtiler.
Macit’in telaşından ve sabırsızlığından eser kalmamıştı. Ona mukabil, gözlerinin içine aydınlıklar dolmuş; dudaklarını, o aydınlıkla rekabet eden parlak bir tebessüm süslemişti. Yüzüne bakan, bu sofra başındaki kalabalığın en mesut insanı o olduğuna derhâl hükmederdi.
Müşfika’yla karşılıklı oturuyorlardı. Nazan ikisini de rahat rahat tarassut etmek için kendine seçtiği yere oturmuştu. Kocasının biraz evvelki asabiyeti şimdi onun içini kaplamıştı. Onların ne yapacaklarını, birbirlerine nasıl bakışacaklarını, birbirlerine sokulmak, fısıldaşmak için nasıl fırsat arayacaklarını şimdiden tahayyül ediyor; sabırsızlıktan, yerinde duramıyordu.
Masa başına geçildikten sonra, ilk yarım saat, yarı resmî bir ziyafet manzarası gösterdi. Konuşulan sözler, en laubaliler arasında bile havaya suya temas ediyor, gülüşmeler tebessümden öteye geçmiyordu.
Fakat bir saat sonra, ortada teklif ve tekellüften (gösterişten) eser kalmadı. Herkeste başkalarından ziyade kendisini düşünen bir hâl peyda oldu. Bu arada, etrafı asıl unutanlar Macit’le Müşfika’ydılar.
Bilhassa kafaların uğultu ihtiyacı hissedip de radyo sesinden medet umdukları dakika geldiği zaman, hoparlörden yükselen fokstrota[1] ilk ayak uyduran çift onlar olmuşlardı.
Nazan oturduğu yerde yüreği gümbürdeyerek bu manzarayı dört gözle seyrediyordu. Evet, hiç şüphe yok, kocasıyla Müşfika arasında bir münasebet vardı. Dans eden çiftlerin içinde birbirine o ikisi kadar sokulanını göremiyordu. Hiçbir kavalye, damının[2] belini kavrayan koluna bu kadar kuvvetle sıkan bir hız şekli vermiyor; hiçbir kadın, kavalyesinin fısıldadığı sözleri dinlemek için, başını onun göğsüne bu kadar yaklaştırmıyordu.
Nazan dayanamadı. Bütün isteksizliğine rağmen dansa kalktı. Yanlarında kabil (mümkün) olduğu kadar fazla dolaşacak, kavalyesini kendi idare ederek imkân nispetinde onların yakınında bulunacak, ne konuştuklarını dinleyecekti.
Şimdi istediği tarafa sürükleyebilmek için, en yaşlı misafiri intibah ederek (seçerek) arasına karıştığı kalabalık içinde sezdirmeden, yavaş yavaş, Macit’le Müşfika’ya yaklaşmış, yanlarından kabil olduğu kadar açılmamaya gayret ederek kulak kesilmişti. Radyonun gürültüsü ve kendi heyecanı kulaklarına uğultular veriyordu. Bütün dikkatine rağmen ne konuştuklarını işitemedi.
Yalnız danstan sonra, dinlenmek için bir köşeye çekildikleri zaman, ortalığın nispeten sessizliğinden bilistifade (istifade ederek), bir iki kelimeye kulak misafiri olabildi. Macit sesini fazla alçaltmaya lüzum görmeden Müşfika’ya:
“Balkon kapısı dokununca açılır,” diyordu. Hem bu sene başka bir şey düşündüm. Saat on ikide bütün elektrikleri söndüreceğim. Beş dakika, tam zifirî karanlık…”
Müşfika bu söze kahkahayla karışık bir baş sallamasıyla mukabele etti (karşılık verdi).
Nazan daha fazla dinlemedi. Hem dinlediğinin farkına varılmasından korkmuş hem de bu küstahlık karşısında derin bir nefret duymuştu. Hele Müşfika’nın beş dakika sürecek karanlıkta balkona davet edilişi karşısındaki yılışık, sıyrık kahkahası tüylerini ürpertmiş, içine tiksintiler vermişti.
Gerçi Macit’in ihanetini eliyle tutup gözüyle görmesi bir muvaffakiyetti (başarıydı). Fakat ahlaksızlıkta, hayasızlıkta misline nadir tesadüf edilir bir kadına bu sene de davetiye gönderdiğine şimdi nadim (pişman) olmuştu.
“Şu gece bir bitse ya Rabbi!” diyordu. Ertesi gün ihanetini kocasının yüzüne vuracak, icap ederse ondan ayrılmayı bile göze alacak, Müşfika’ya da elbette haddini bildirecekti.
Ufak fasılalarla (aralarla) devam eden dans havaları, çiftleri mütemadiyen döndürüyordu. Masanın başı tenhalaşmıştı. Macit yerine hemen hiç oturmuyor, kâh Müşfika’yla dans ediyor kâh salonun başka taraflarında, başka erkeklerle, başka kadınlarla konuşuyordu. Nazan hem kendisini hem başkalarını böylece aldatmaya, göz boyamaya çalışmasını büsbütün iğrenç buluyordu. Onun bu kadar sinsi, bu derece yere bakar yürek yakar bir mahluk olduğunu bunca senedir anlayamamış olmasına kendisi de şaşıyordu.
Duvardaki saatin yelkovanları, dakikaları erittikçe Nazan’ın yürek çarpıntısı da artıyordu. Kocası, o gece yarısı elektrikleri söndürerek sürpriz yapacağını hiç kimseye söylememişti. Bunu kendisine bile açmadığı da bütün ümidini o dakikaya sakladığını gösteriyordu. Saat on ikide ne olacaksa olacak; Nazan kendini tutamaz, bu rezil ihaneti ortaya çıkarmaya kalkarsa, şu eğlenceli meclis kim bilir ne hâle gelecekti.
Saat on buçuk oldu, on bir oldu. On ikiye on kaldı. Kocasının ve Müşfika’nın bütün hareketlerini inceden inceye kollayan Nazan, gene kadının masaya doğru yaklaştığını, bir kadeh rakı içtikten sonra kadehini tekrar doldurduğunu, ufak bir rakı sürahisini de yanına alıp masadan uzaklaştığını gördü. Müşfika, Nazan’ın baktığı yeri delecek kadar keskinleşen, kin dolu nazarları altında salonun öte başına kadar gitmiş, balkon kapısının yanındaki koltuğa oturmuştu. Macit de onun tam karşısındaki koltukta oturuyordu. Nazan bu iki hain mahlukun birbirlerine bakışlarında daha cüretkâr, daha hayasız bir mana dolaşmaya başladığını gitgide artan, taşmaya hazırlanan bir nefret duygusu içinde görüyordu.
Saat tam on ikinin ilk darbesini vurduğu anda Macit, ani bir hareketle elini uzattı, yanı başındaki elektrik düğmesini çevirdi.
Salon birdenbire zindan kesilmişti. Lambaların sönmesiyle beraber kalabalığın ortasından bir “Bravooo!” sesi yükselmiş, bir alkış ve bir kahkaha tufanı kopmuştu. Bu gürültü içinde balkon kapısının yavaşça açıldığını, iki hayalin dışarı süzüldüğünü gören olmamıştı. O dakikada, balkon kapısı önünde, bu ufacık sahnenin cereyan ettiğini, gören değilse de bilen bir tek kişi Nazan’dı.
Elektriğin sönmesiyle beraber onun da balkon istikametinde ileri fırlaması bir olmuştu.
Kapıyı aralık etti. Dışarı baktı. Bulanan gözleri bir şey görmüyordu.
Kulağına evvela ağza boşalan kadeh sesini andırır bir şıpırtı, sonra kocasının sesi geldi:
“Allah sizden razı olsun Müşfika Hanım,” diyordu. “Şu yılbaşı geceleri siz de olmasanız Nazan’ın elinde, ararotla[3] beslenen çocuktan farkım kalmayacak. Tek kadeh rakıya, bir sene hasret çekiyorum. Perhize girdim gireli yaman bir mürebbiye kesildi bu Nazan… Aman hanımefendiciğim, elektrikler yanmadan, şu şişeden bir kadehçik daha!”
[1] Dört tempolu bir dans.
[2] Dansta kavalyenin eşi.
[3] Sıcak iklimlerde yetişen maranta adlı kamıştan ve başka bitkilerin kökünden çıkarılan, çocuk maması yapmaya yarayan un.