Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?
Kitapsızlığa uzun süredir alışmıştım oysa… Ortak kitaplara giren öyküler dışında, dergilerde farklı edebi türlerde ürünler vermeye devam ediyorum. Bir zaman sonra kitabın ne zaman çıkacak nidalarına karşılık şu soruyu sormadan edemedim. Her kitabı olan yazar mıdır, ya da yazdığı halde kitabı olmayan yazar değil midir? Bu soruyu elbette sesli soramadım…
Günlük tutan, her yere notlar alan, şiirler yazan bir babaya sahip olmakla yazma eylemine yönelmek arasında nasıl bir bağ kurulur tam olarak bilemiyorum. Bildiğim kitapları olan, kitaplar alınan bir evde büyüdüğüm. Düzenli-düzensiz her yaş döneminde benim de tuttuğum günlüklerim oldu. Okul yıllarımda edebiyat, ilgimin hep en yoğun olduğu dersti. Sürekli tayini çıkan gezgin bir memur çocuğu olduğumdan, çok nitelikli okullarda eğitim sürdüğümü söyleyemem ama iyi edebiyat öğretmenlerine denk geldiğim bir gerçek. Ortaokul ve lise yıllarımda hayallerimi çoğaltmama neden olan öğretmenlerim oldu. Ortaokuldayken, Türkçe öğretmenimizin Nurullah Ataç’tan denemeler, Nazım’dan şiirler okuduğunu hatırlıyorum, sonra Orhan Veli’yi. O büyük şiirleri ezberlediğimi, o günkü çocuk aklımla nereye dokunduğunu sorsalar gösteremez ama hissederdim. “Yazar olacağım,” o dönemlerde, büyüyünce ne olacaksın sorusuna verdiğim yanıttı. Babamın kitapları, diğer yandan radyo tiyatroları, hafta sonları şehir merkezinde babamla gittiğimiz kitapçı, kitapları cilt ettirmek için gittiğimiz matbaa… Her şey topu topu bu kadardı. Karın çok yağdığı doğuda bir kasabada çocuksanız karla oynamak, kızak kaymak ve kitap okumaktan başka yapabileceğiniz çok da bir şey yoktur. Okullar bitip iş hayatına atıldığımda yazar olmak istediğimi unuttum. Okuma serüvenimin arasına sürekli modern yaşamın direttiği başka zorunluluklar giriyor, şiir yazmanın ötesine geçemiyor, yazılanlar ise bir köşede bekliyordu. Büyük bir kaybın ardından başlayan yazma sürecim zaman içinde edebi okumalara, oradan bir şekilde öyküye evrildi.
Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?
Küçük Kırık Çizgiler’den önce yazdığım yayımlanmamış bir roman dosyam mevcut. Tercihimi öyküden yana kullandım. Toplumda, yaşamda beni etkisi altına alan duygu ve an’lara farkında olmadan odaklanıyor onları topluyorum. Daha kısa zamanları seçiyor olabilirim. An’ları göstermek sonra uzaklaşmak. Ama hep anlatma/söyleme isteğinden. Üstüme, zihnime bıraktıkları izler. Bu izlerin sözcüklere karşılık gelişi. Sözcük seçimleri ve en önemlisi tüm bu söz dizinini kurmaca evreninin içine taşımak. Karınca misali ağır ve gücümün yettiği ağırlıkta. Özenle. Estetik kaygıyla. Alanın darlığı beni heyecanlandırıyor. Hadi bakalım ne yapacaksın, derim. Sözcükler hepimizin ve büyük bir havuzun içinde durur ve biz bunu biliriz. Herkes kendi evrenine ait olanı çeker alır, bir araya toplar, yerleştirir, bozar, kurar… Bu bir yandan cesaret ve heyecanı içinde barındıran oyunsu bir eylem. Ne bir fazla ne bir eksik, öyle naif bir tür öykü. Tercihimi bu dar alandan yana kullanmayı, tek ve uzun bir hikâye değil de kısa hikâyeler anlatmayı seçtim, şimdilik…

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?
İlk kitap süreci, ülkenin geçtiği zorlu ekonomik koşullara denk geldi. Yayınevi bulma kısmı hiç öyle kolay olmayacaktı biliyordum. Bu düşünceyi öykü dosyam bitene kadar erteledim. Sadece yazdığım öykülere yoğunlaştım. Bitti, dedikten sonraki süreç stresliydi. Etik olarak dosyanızı tek bir yayınevine yollayıp sabırla beklemeniz, gelecek yanıta göre aklınızdaki diğer yayınevine göndermeniz gerekiyor. Koşullar belli, kağıt fiyatları belli, talebin yoğunluğu belli. Ne kadar şansınız olabilir. Bunu sürekli düşünür durursunuz. Tek başınasınızdır. Tıpkı yazarken olduğu gibi… Bu arada beklemek de bu yolda bir şekilde deneyim kazandırıyor. Farklı yapılarla, farklı ilkeleri olan kurum ve insanlarla karşılaşıyorsunuz. İçinde bulunduğunuz durumun zorluğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Yazmanın o zorlu aşamalardan sadece birisi olduğunu. Pek çok yazarın karşılaştığı durumla ilk kez karşılaşıyorsunuz aslında. Elinizde tuttuğunuz bir eşya, bir obje değil. Sözcükleri tek tek bir araya getirdiğiniz anlatılarınızdır. Uykusuz geçen günlerin, ayların, gecelerin, sayıklamaların toplamıdır. Ve sizin gibi çok sayıda arkadaşınız aynı durumdadır. Böylesi bir süreçte Vacilando’yla kesişti yollarımız. Dosyamın yayın kurulundan geçtiği haberiyle birlikte, yayınevi ilkelerini, süreci en ince ayrıntısına kadar anlattı editörüm. Aklımda hiç soru işareti kalmadı. Kitabın yayımlanma takvimiyle ilgili o gün ne konuştuysak, o doğrultuda gerçekleşti her şey.
Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?
Evet kitabın yayıma hazırlanma sürecinin her aşamasında editörüm sevgili Mustafa Okumuş’la çalıştık. Keyifli, sakin, titiz, planlı ve stresten uzak bir anlayışla işledi süreç.
İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?
Henüz çok yeni. Bir şeylerin değiştiğini söyleyemem.
Telif aldınız mı?
Evet aldım.
Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?
Yazma sürecime baktığımda 2017 ‘den bu yana dergilerden ilerlediğini görüyorum. Akköy, Öykü Gazetesi, Patika, Varlık, yeni e, KE Dergi, Virüs, BirGün Kitap, Evrensel, Edebiyat Burada, Roman Kahramanları, Edebiyat Nöbeti, Caz Kedisi, Çağdaş Türk Dili olmak üzere pek çok dergi ve dijital platformlarda öykü, makale ve kitap tanıtım yazılarım yayımlandı. “Öykü Zamanlığı” başlığı altında Aksisanat Portal için öykücülerle söyleşiler gerçekleştirdim. Aynı portal üzerinden köşe yazılarım yer bulmakta. Eskişehir Sanat Derneği 2020 Öykü Ödülü dışında; Demirci Minço’nun Çırağı adlı öyküm,1. Oğuz Atay Öykü Yarışması’nda (2021), ilk on öykü arasına girerek anı kitabında yer aldı. Edebiyatımızda Kadın Yazarlar Sözlüğü (N. Ağaoğlu, 2013) ile Öyküden Çıktım Yola (2014), Yakından Geçen Mülteci Öyküler (2018), Şehir Söner Biz Yanarız-Pavyon Öyküleri (2021), Kentin Şiir Kıyısı (Deneme, 2021), Ama Hâlâ Benimle (2022) adlı ortak kitaplarda öykülerim yer aldı.
Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?
Bir değişiklik olmadı, özgürlük alanı konusunda da aynı şekilde. Sanırım aile çevrem son yıllarda konuyla ilgili hassasiyetimin daha farkında.
Peki, bundan sonra?
Aklımı meşgul eden bir hikâye hazırlığı var. Üstüne notlar aldığım bir dönem.