
Varlığımızın kalıcılığını belirleyen şey yalnızca bir an meselesinden ibaret, işte o kadar. Tezgahının başına kurulmuş kaderimizi dokumakla meşgul yaşlı cadı bir an bir ilmeği bilinçli ya da tesadüfi bir el hareketiyle kaçırıveriyor ve hayatımız tam da o boşluktan sökülmeye başlıyor. Yıldız’ın ölümü de bir ilmek kaçığından, bir an yanlış verilen bir karardan, zamanda oluşan bir sapmadan mütevellit.
Eğer o akşam arabanın anahtarını bulamadığım için ofisten çıkmakta gecikmeseydim, bu yüzden üniversiteden kızlarla son üç yıldır her ayın on beşinde yaptıkları rutin buluşma ertelenmeseydi, buluşma cumartesi öğlen vakti Taksim’de kahveye dönüşmeseydi, Yıldız aklını yitirmiş bir manyağın üzerine bağladığı fünyeyi ateşlediği sırada tam da oradan geçiyor olmayacaktı. Veyahut o manyak ülkesinde bir savaş var diye kaçıp buralara gelmeseydi, hadi geldi diyelim, İstanbul yerine daha küçük ve sakin bir şehre yerleşseydi; mesela Aydın, Gümüşhane ya da Bayburt, Yıldız bir saat geç gitseydi, manyak bir saat erken gelseydi…Sonuçta her şey değil sadece tek bir şey farklı dizilseydi zaman düzleminde, Yıldız İstiklal’i keyifle yürüyerek geçecek, şu anda da evimizde, yanımızda olacaktı. Bugün ufacık salonumuz taziyeye gelen onlarca insanla dolmayacaktı. Nilgün şaşkın gözlerle olup biteni anlamaya çalışmak yerine her pazar olduğu gibi mutfakta annesiyle sütlaç yapıyor, bense oturduğum koltukta altı yaşındaki bir çocuğa annesinin ölümünü nasıl anlatacağımı düşünmek yerine haftaya teslim etmem gereken projeyi çalışıyor olacaktım. Artık projeyi de asla yetiştiremem zaten. Kesin Cem’e devreder patron. O da kasıla kasıla gezer ofiste sanki kendisinin projesiymiş gibi. Oysa aylarımı verdim ben o çalışmalara. Bu ay Nilgün’ü de okula yazdırmamız gerekiyordu. Bir sürü okul bakmıştı Yıldız. Hatta birine karar da vermişti sanırım. Hangisiydi? “Sen de babasısın, biraz ilgilensen şu çocukla keşke” demişti. Ah Yıldız ah, ölünecek zaman mıydı şimdi?
Keşke bir işten ayrılır gibi ayrılabilseydi insan şu hayattan. Hesaplarımızı kapatıp dosyalarımızı düzenleyip son sözlerimizi söyledikten sonra herkese veda ederek çıkıp gidebilseydik. O vakit belki geride kalanlar için biraz daha kolay olurdu dayanmak. Ben mesela… Yemek yapabilir, evi toplayabilirim. Hatta Nilgün okula başladığında ödevlerine yardımcı olabilir, çamaşırlarını yıkar, saçlarını tararım. Yıldız kadar iyi tarçınlı sütlaç yapamam ona ama denerim. Kızımızı çok severim, Yıldızın yaptığı gibi her gece ona kitap okur yatırırım, banyosunu da yaptırırım. Tüm bunları yapmak için allame-i cihan olmaya da gerek yok üstelik. Fakat Yıldız’ın ardında yarım bıraktığı bir çocuğu nasıl toparlarım, işte onu bilmiyorum.
Bu ev daha önce hiç bu kadar kalabalık olmamıştı. Aslında salonumuz küçücüktür fakat şimdi bakınca epey bir insan alıyormuş demek. Hepsinin yüzü yerde sallanıyor, gözleri halıda bebeğiyle oynayan Nilgünde. Mutfakta bir telaş, birileri poşetlerle girerken birileri tepsilerle geri çıkıyor. Ellerinde pide, ayran taşıyan düzenli bir karınca sürüsü gibiler. Ne tuhaf! Evimiz kendi evleriymiş rahatlığında hareket eden insanlarla dolu ve ben bu olağan bir şeymiş gibi kanıksamış onları izliyorum. Kalabalığa rağmen duvardaki saatin tik taklarını duyabilecek kadar sessiz ev. Nasıl sığdı Besime teyzeyle iki kız kardeşi o üçlü koltuğa aklım almıyor. Uzay boşluğunda dolanan üç iri gezegen gibiler. Üçü yüz elli kilodan dörtyüz elli kilo yapar. Koltuğun kolları kadınların kollarından sarkan etlerin arkasında kaybolmuş, sanki sedirde oturuyorlar. Uzun ince ekmeklerden taşan sosilere benziyorlar. Birazcık gücüm olsa güleceğim. Dün öğlenden beri uyumadım. Hastane, karakol, cenaze… Besime teyze kıpırdandıkça kız kardeşlerinin etleri sallanıyor. Yıldız bunu görseydi çok gülerdi. Üzgün gibiler. Besime teyze yan komşumuz tamam da, kızkardeşleri neden bu kadar üzgünler, burunlarını çeke çeke ağlıyorlar anlamıyorum. Nilgün arada bir bana bakıyor, göz göze geliyoruz. Hemen kaçırıyorum bakışlarımı. Biraz uzun baksam gelip soru soracak diye korkuyorum.
Kalabalıktan hoşlanmam, cenaze evlerinden de, cenaze evlerine doluşan kalabalıktansa nefret ederim. Ama gitmesinler istiyorum. Ben gücümü toparlayana kadar hiç bir yere kıpırdamasınlar.
“Birilerinin helva kavurması gerekmiyor mu?”
Bu soruyu sesli sormasam iyi olurdu. Herkes donup kaldı. Besime teyze kapının girişinde dikilen esmer oğlana çapkınca gülümseyen yeğenine kafasıyla mutfağı işaret ediyor. Kız mor yazmasının oyalarını savura savura mutfağa koşuyor. Oğlan arkasından pis pis sırıtıyor. Bunları bu eve kim alıyor? Ve herkes neden tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor? Ağlamamı mı bekliyorlar acaba? İsyan edeyim, bağırayım, ağıt yakayım mı istiyorlar? Ben üzgün müyüm onu bile bilemiyorum aslında. Ne hissettiğimin farkında değilim. Yıldız’ın ölümünün gerçekliğini kabullenemedim ki daha. Ev böyle kasvetli, kalabalık, boğucu diye sıkılıyor içim belki de. Belki sıkıntıdan kafamda bir ölüm senaryosu döndürüyorumdur, kaptırmışımdır kendimi gerçekliğine. Yahut bir başkasının cenazesidir bu. Uyduruk teselli cümleleriyle baş sağlığı dileyip sosyal görevimizi yerine getirmek için gelmişizdir biz de. Birazdan kalkıp sıradan yaşamlarımıza dönecek, ölenin biz olmadığımıza sevinmenin verdiği coşkuyla bir an sefil hayatlarımız bir anlam kazanacak, düşündüklerimizden utanınca ölene üzülmüş gibi yapıp kafamızı önümüze eğeceğiz. Mutfaktan yanmış tereyağlı, un kokusu geliyor. Yıldız hemen kalkmak istemezdi böyle yerlerden. Gereksiz bir merhameti ve yardım etme şevki vardı kendince. Belki mutfakta helvayı kavuran o dur, çay da koymuştur. Az sonra kısacık saçları dağılmış, çekik gözleri iyice kısılmış, gülümseyerek içeri girer. Nilgün’ün kafasına abartılı bir öpücük kondurup gıdıklamaya başlar. Nilgün’ün kahkahası yeri göğü inletir.
İnsan çocuğuna neden Nilgün ismini koyar ki bu devirde? Yıldız hanım’ın en sevdiği şairmiş kendileri, gencecik yaşta yitip gitmiş. Whatsapp durumuna da ondan bir söz yazmıştı, hala durur; “Uçurumlar var diyorum ben; insanla insan arasında…”gibi birşey. Hergün göre göre ezberlemişim meğer. Saçını bile ona benzesin diye kısa kestirmişti. Bir fotoğrafını göstermişti bir keresinde, cidden benziyorlardı; aynı yorgun mavi gözler…Yorgun muydu Yıldız? “Bir gün kızın sorarsa benim adım neden Nilgün diye, ne cevap vereceksin, okusana” dedi kaç kere de ben hiç zaman bulamadım ki. İstemedim, önemsemedim, bir gün elbet okuruz dedim. Şimdi ilk iş onu okumalı. Kalkıp kitabı bulsam, okumaya başlasam delirdiğimi düşünürler mi? Ama bu mühim bir mesele. Ya bugün sorarsa Nilgün? Ya ben cevap veremezsem? Daha da kötüsü baba annem nerede derse? Uyumak istiyorum. Gelsin Yıldız herşeyi toparlasın, hadi kalk sen işine bak desin.
Varlığı o kadar normaldi ki yokluğunun dünyamı yörüngesinden çıkarabilecek kadar güçlü olabileceğini hiç düşünmemiştim. Şimdi bir sigara yaksam diyorum ödüm kopuyor kalkmaktan. Eğer gömüldüğüm koltuktan ayrılırsam, ağzımı açıp tek bir kişiye cevap verirsem içine saklandığım kuyudan çıkmak zorunda kalırım. Susarsam bir rüyadayım, konuşursam bir kabusa uyanırım. Yıldız da hep susardı. Bazen onu mutfaktaki çeşmenin başına geçmiş, akan suya bir şeyler anlatırken bulurdum. Ben onu derdini suya anlatacak kadar mı dinlemiyordum? Şimdi düşünüyorum da günlük işlerin, yapılacakların, Nilgün ile alakalı şeylerin dışında Yıldız’a bir soru sorduğumu, sen nasılsın, hadi anlat dediğimi hatırlayamıyorum. O bana ne çok sorardı oysa? Ben de uzun uzun anlatırdım. Şirketi, projeleri, ne kadar yorulduğumu, Cem’in gıcıklıklarını, terfi almayı ne çok istediğimi…Her defasında yüzü düşerdi Yıldız’ın. Belli ki almak istediği cevaplar bunlar değildi. Bana beni soruyordu, içimde neler döndüğünü, hayatımız hakkında ne düşündüğümü, onu hala sevip sevmediğimi…Belki benim de aynı soruyu ona sormamı bekliyordu. Bunun farkında mıydım ben? Hem de köpek gibi farkındaydım. Sırf bu yüzden sormadım. Kadınsal sızlanmaları dinlemek bir erkek için ruhsal bir kıyımdan, boşa geçen vakitten, gereksiz cümlelerden başka ne ki? Ne kadar da aptalım. Maksadım asla onu incitmek değildi oysa. Hayatımızda herşey yolundaydı bence; evimiz, paramız, sarı saçlı çilli bir kızımız vardı. Kavga etmiyorduk. Ben çok çalışıyordum. Çalışmak, yükselmek, başarılı olmak benim varlık savaşımdı. En azından bana öyle öğretilmişti. Sadece bunca işimin arasında onun hayıflanmalarıyla dikkatimi dağıtmak istemiyordum, o kadar. Bir derdi var mıydı? Muhakkak vardı. Suya anlattığına göre…
Besime teyze kulağıma doğru eğiliyor: “Sen al Nilgün’ü bir odaya geç oğlum. Çocuk senden duysun artık. Dünden beri ağzını açmadı, soru sormadı. Böyle sana baka baka tükeniyor yavrucak.”
Besime teyze dokuma tezgahının başındaki yaşlı cadıya benziyor. Birazdan hayatımdan bir ilmek kaçırmama sebep olacağını bence biliyor. Nilgün daha küçücük, ne anlasın ölümden. Üstelik balığının ya da kuşunun ölümü değil ki bu. Annesinin öldüğü dillendirilmediği müddetçe bugünün dünden farkı olmayacaktır onun için. O yüzden sormuyordur, alacağı cevabı sevmeyeceğini hissediyordur belki. Şayet hiç bir zaman Nilgün’e o cümleyi kurmazsam böylece yaşayıp gidebilir miyiz? Sanki Yıldız birazdan gelecekmiş gibi… Bu olmazsa bir sonraki birazdan… Neler düşünüyorum ben?
“Nilgün, gel babacım! Biraz odana gidelim.”
Neden öyle bakıyor bu çocuk bana? Sanki kırk yaşında. Elindeki bebeği bacaklarından tutmuş halıya sürtüyor. En sevdiği… Sarı saçları tiftik tiftik oldu bebeğin. Öfkeli mi? Yapma Nilgün, daha da zorlaştırma. Etrafımızdaki kalabalık donuyor. Zaman sadece ikimiz için akmaya başlıyor. Nilgün’ün gözleri doluyor. Kızım gözümün önünde anbean yaşlanıyor. Bakışlarında bir yalpalama, bir gel git… Islak, kocaman mavi gözlerini daha da açıyor. Minicik elleriyle kulaklarını sımsıkı kapatıyor, söyleyeceklerimi duymak istemiyor. Sesi ayazda kalmış bir serçeninki gibi titriyor;
“Annem eve ne zaman döner baba, canım sütlaç istiyor.”
Arzu Anlar Saraç
Okurken gözlerim doldu. O kadar güzel bir öykü ki duygularımı ifade edebilecek tek bir kelime bulamıyorum. Yürekten kutluyorum. 👏❤️❤️
Çok mutlu oldum beğenmene canım benim❤️
Ne de güzel yazmışsınız, içimi sızlatan bir öykü olmuş. Emeğinize, kalbinize sağlık💖
Çok teşekkür ederim 🤗🥰
Cümlelerinizi, karakterin doğallığını, yazınızın akışkanlığını çok beğendim. Bana dokundu. Yıllar öncesinde yayınlamış bir öykümü yazarken hissettiğim duygular canlandı bende yine. Bir cenaze eviydi o da. Bu duygudaşlıkla hissederek okumamı sağladı. Arınmış derin ince duygular kelimelere saklanmış. Kaleminize sağlık. ( Benim hikayemi okumak isterseniz, Edebiyat Haber sitesinde. Adı, Yirmi Üç)
Merhabalar Özlem hanım,
Ne güzel tahlil etmişsiniz öykümü, çok memnun oldum. Öykünüzü hemen okuyacağım.Çokca sevgiler🌻🌻