Üzeyir Karahasanoğlu, ilk kitabı “Geçmişi Beklemek” ile 2022 yılı Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülünü aldı. Manos Kitap etiketiyle Haziran ayında yayımlanan kitap okurun ilgisiyle karşılandı. Öykü, şiir, deneme, eleştiri, kitap incelemeleriyle de bilinen yazar, aynı zamanda Altıyedi dergisinin yayın kurulunda.

Üzeyir’le “Geçmişi Beklemek” üzerine konuştuk.

Kadir Işık

Zonguldak’ta yaşıyorsun ama sanki edebiyat dünyasının nabzının attığı büyük şehirlerden sesleniyorsun okura. Yazdıklarınla, üretkenliğinle aynı anda birçok yerdesin, nasıl başarıyorsun bunu?

Aslında sorunun içinde vaktiyle Türkiye’nin büyük kentlerinden biri olan Zonguldak’ın bugün ne kadar gerilediğinin yankısı da var. Eski görkeminden çok uzak olsa da, sadece kömürle anılsa da, Zonguldak bugününden ibaret bir kent değil. Türkiye’nin toplumsal, kültürel, ekonomik yüz akı olan bir kent. Dolayısıyla böyle bir kentte yaşamanın sorumlulukları azımsanamaz. En azından bir kültür insanı olarak ben böyle hissediyorum. Bana kattıkları olmasa bugün böyle bir soruyu cevaplayamazdım.

Sesim birtakım yerlere ulaşmış, yerelde kalmamışsa ne âlâ! Vaktiyle ressam Gaugin’in hikâyesi düşüyor aklıma. Ortada bir sanat dehası olmasaydı, adını kim duyardı onun? Ya da İlhan Sami Çomak’ı düşünelim. İyi şiir yazmasa kim bilirdi onu? Dolayısıyla bugün ben Zonguldak’tan sesimi duyurabilmişsem –umarım öyledir– sanatın gücündendir. Edebiyatsız yapamayan bir adamın durmaksızın işleyen kalemine verilen kıymettendir.

Kitabın ilk öyküsü “Zamansız” otuz yıllık mahpus hayatından sonra özgürlüğüne kavuşan siyasi bir mahkûmun hikâyesi. Gerçek yaşamda da yazıda da her şey bu kadar hızlı mı değişiyor, yaş alanlar zamana uymakta geç mi kalıyor?

Öyle değil mi? Otuz yılda bu ülkede hangi şey aynı kaldı ki? En basitinden binalara bakalım. Sürekli yıkılıp yenileri yapılmıyor mu? Kimsenin önünde duramadığı bir inşaat çağında yaşıyoruz ve ben bir kentin tarihinin, insanların anılarının nasıl yerle yeksan edildiğini görüyorum. Bunların yerine dikilen yepyeni TOKİ’lerse ne mühendislikten ne sanattan nasibini almış.

Sanata bakalım. Zaman akıp giderken modaya uyanlar yıkıyor, uymayanlarsa dinozor kalıyor. Söz gelimi Feride Çiçekoğlu’nun Uçurtmayı Vurmasınlar’ı… Öyle sıcak, sahiplenici, kucaklayıcı… Ama sanki yokmuş gibi. Tesadüf mü? Değil.

Sermayenin el değiştirmesinin, tekelleşmesinin ki buna ekonomik kriz diyorlar insan ilişkilerinde, karakterinde, yaşam tarzında yansımalarının edebiyatta karşılığı nedir sizce?

Yazık ki her şeyin alınıp satılabildiği bir vakitte yaşıyoruz. Yazık ki demirin tuncuna kaldığımız bir çağdayız. İnsanınsa en adisini, onun da ötesini, daha daha ötesini gördük. Arkasında durulmayan, duramadığımız üç beş güzel adamın bu çarkı durdurmaya gücü yetmedi. Hâliyle her yerde sinik, yenik, değersiz insanlarla rastlaşır olduk. 1980 sonrasında her şey gibi edebiyatımızın da imajı bozulmuşken krizlerle çizildi karizması. Yani artık Ahmet Altan’ın Sudaki İz’i maalesef ki çok sıradan! Aksini söyleyenlerse üç beş güzel adamın kaderini yaşayacak ayrıkotları…

Son yıllarda çok öykü yazılıyor, öykü kitabı basılıyor, çok az eleştiri yapılıyor. Sizce burada bir yanlış yok mu?

Olmaz mı? Yanlışlığın katmerlisi var hem de. Eleştiri, bugün itibariyle “Penaltı mıydı, değil miydi?” seviyesinin bile altında. Eleştiri diye yazılanların bir kısmı ya tanıtım yazısı ya da güzelleme. Dolayısıyla çektiğimiz acı, eleştirisizliğin acısı aslında. Ne var ki eleştirmen ya toprak oldu ya da mazide kaldı. Dahası ne acıdır ki eleştiriyi isteyen de yok! Yani biz, zerresi dahi şifa olan eleştirinin zerresine dahi tahammül edemeyen bir edebiyatın sürdürücüleriyiz.

Kimleri okuyorsun, kimleri takip ediyorsun, kimlere hayransın?

Hayranlık boyutunda sevdiğim kimse yoksa da bu yere en çok Erdal Öz’ü yakıştırdığım bilinir. Öyle ki öykü türünü bana sevdiren kitap onun Kanayan’ıdır. Yorgunlar romanına da ayrı bayılırım. İki kitabı da farklı mecralarda defalarca anmışımdır. Ne var ki pek ünlü romanı Yaralısın’ı da kıyasıya eleştiririm. Benim sevgim böyle. İrfan Yalçın için de geçerli bu. Onca büyük eser ver, sonra bir dönem Engerek diye bir şey karala. Olmaz. Sözün kısası sevdiğini eleştiren biriyim ben, varsa bir hayranlığım bu minvaldedir.

Çağdaşlarımı mümkün olduğunca ve sıcağı sıcağına takip etmeye özen gösteriyorum. Söz gelimi geçen yıl senin kitabının kıymetli olduğunu söylemiştim. Bugün Vedat Türkali’yle beraber anılıyorsun. Bu harika bir şey değil mi? Bu sene de beğendiğim eserler var. Örneğin kıymetli ödüller kazanan Kâmil Erdem’in Yok Yolcu’su böyle. Kadire Bozkurt’un Buzkandilleri’ni, Recep Kayalı’nın Bilinen Tüm Zamanlar’ını, Evşen Yıldız’ın Annemin Gelincik Tarlası’nı, Demet Eker’in Kırkyama’sını da anayım yeri gelmişken. Ne var ki güncelde aradığımı bulamadığımda güvenli limanlara sığınırım. Şiirle arınır, romanla güçlenirim. Okuduklarımı baştan okuduğum zamanlar olur. Elimden gelse bazı kitapları hep ilk sefer okumak isterim.

Üzeyir Karahasanoğlu

Yazarlar sıkılan, bir parça mutsuz, kendileriyle kavgalı insanlardır. Her şeyin üzerine geldiğini hissettiğin zamanlarda hangi hayallere sığınıyor ya da neyi umut ederek bir anda insanların arasına hiç derdi yokmuş gibi karışıyorsun?

Ayrıntı vermeyeceğim ama çok zor günler geçirdim ve hâlâ tam anlamıyla ferahlığa kavuşabilmiş değilim. Bana ayna tutsunlar, memleket gibi olduğumu görürler. Dolayısıyla kötücül, karamsar yanım gayet güçlüdür. Bazen imrenirim, hiç derdi yokmuş gibi davranabilen insanlara. Keşke biraz daha gamsız olabilsem derim. Yapamam tabii. Bunaldıkça sığınağıma koşarım. Eşim, iki çocuğumla edebiyattan ibaret bir dünyam var.

Yazarken kendince belirlediğin kriterlerin ya da göz önünde bulundurduğun belirgin bir amacın var mı? Ayrıca, niçin yazıyorsun Üzeyir?

Kendimi ikna etmem yeterli. Zor beğenen biriyim. Eleştiriyi kendi üzerimde acımasızca uygulayabilirim. Zaten böyle olduğum için bunca birikmiş metne, dosyaya karşın bugüne kadar beklemedim mi?

Öyküyü çoğunluğun aksine romana değil, şiire yakın buluyorum. Dolayısıyla öyküde daha şiirsel bir dilden yanayım. Şiirden söz etmiyoruz ama yine de imgesel, çağrışımlara ve ironiye açık bir öykü dilinden yanayım. Dolayısıyla kendini bir çırpıda bırakmayan, boşluklu, hatta yer yer gizli bir yanı var öykülerimin. Gizli gizli kendimle, çevremle, toplumla hesaplaşıyorum.

Kitabın adı üzerine düşününce bana psikolojik, felsefi bir yanı olduğunu hissettirdi, kendimce bir sürü çıkarsamada bulundum, kitapta aynı adı taşıyan öykü de yok, adını koyarken aklından geçen neydi?

Çok doğru. Geçmişi Beklemek, bir kitap adı olarak ele avuca sığmıyor. Bile isteye böyle bir ad koydum. Bir önceki soruya verdiğim yanıtın aynasıdır Geçmişi Beklemek. İmgesel olması, çağrışım gücü taşıması benim için önemliydi. Üstelik aynı ada sahip ikinci bir eserin olmaması da bence harika.

Geçmiş hep bizimle yaşıyor, bazen bir yük, bazen bir güzelleme… Geçmişin sendeki karşılığı nedir? Zaman makinesinde yolculuk yapsaydın hangi yazarlarla bir meyhanede aynı masada oturmak isterdin?

Geçmişin her daim bizimle olduğunu söylesek de şunu ıskalıyoruz: Biz unutkan bir toplumuz. Dolayısıyla geçmişle bugünün, bugünle de geleceğin bağını kuramıyoruz. Hâliyle köksüz bağsız insanlara dönüşüyoruz giderek. Yani geçmişle hesaplaşmamız gerek ama bunu kutsamadan ya da yok etmeden başarmalıyız. Ancak ondan sonra sağlıklı bir geleceğimiz olabilir. Şu hâliyle dümensiz bir gemide, nereye sürüklendiğimizi bilmez hâldeyiz.

Eğer bir zaman makinem olsa şöyle upuzun, kalabalık bir masa kurardım. Sait Faik’i bir başa, Sabahattin Ali’yi öbür başa oturturdum. Ondan sonra yaşayan yaşamayan ayrımı gözetmeden, “İsteyen istediği yere otursun!” der, gene de Erdal Öz’ü, İrfan Yalçın’ı ve Kadri Öztopçu’yu kendime yakın oturturdum. Orhan Duru’yu, Adalet Ağaoğlu’nu, Bekir Yıldız’ı, Fakir Baykurt’u, Kemal Tahir’i, Peyami Safa’yı, Onat Kutlar’ı, Vedat Türkali’yi, Yaşar Kemal’i, Süheyla Acar’ı, Fethi Naci’yi, Vedat Günyol’u, Burhan Günel’i, Salih Bolat’ı, Cevdet Kudret’i, Metin Altıok’u, Murathan Mungan’ı, Mehmet Eroğlu’nu, Turgut Özakman’ı da görmek isterdim masamda. Ah! Bu rüyadan uyandırma beni Kadir Işık ya da sen de otur masama!

Son olarak, önümüzdeki süreçte aklında yazılmayı bekleyen hangi kitaplar ya da yapılacaklar listende neler var?

Kafam, gün yüzüne çıkaramadığım iş’lerimle o denli meşgul ki bir türlü uzun soluklu hayallerime eğilemiyorum. Doğmamış çocuklarım var benim Kadir! Bilgisayarda, orada burada bekleyip duran zamansız çocuklarım… Öyküler, romanlar, denemeler… Doğmaları için kıymet görmeleri, bunun içinse doğru zamanın gelmesi gereken… Yani ben mütemadiyen bekliyorum! Yoksa içimde iki romanın ahı, aklımda hikâyeleri var. Birinde 1940’ların Zonguldak’ı da ara ara görünecek ama… Şu ara o gücü kendimde göremiyorum. Elbet zamanı gelir değil mi? Söylesene Kadir, beklemekle mi geçecek ömrümüz?

Zamanı gelecek elbette, çok teşekkür ediyorum Üzeyir.