Ankara, 16 Eylül 2022

Sevgili Bilge Usta,

Katıldığım bir edebiyat atölyesinde eğitmenimiz, size bir mektup yazmamızı istedi. Tanımadığım birine nasıl mektup yazılır bilmiyorum ama deneyeceğim. Bu atölyeye değin eserlerinizi hiç okumamıştım. Sizi tanıyordum elbet ama nedendir bilinmez okuma sırası bir türlü gelmemişti. “Şunu da okuyayım sonra okurum bunu da bitireyim bütün kitaplarını alırım,” diye diye zaman uçmuş, bu yaşıma ne zaman erişmişim ben de anlamadım. Bilge Karasu gibi öz Türkçe bir ismin ardında kıymetli bir Bizans ve Musevi hazinesi saklıymış, çok geç kalmışım üzgünüm. İstanbul’da doğmuş, büyümüş, rızkını Ankara’da bulmuş bir yaban kedisi, Bilge Karasu deyince perdeleri hep kapalı evine randevusuz misafir kabul etmeyen, annesi ile yaşayan ince, uzun, esmer, zor gülen bir adam geliyor gözümün önüne.

“Halûk’a Mektuplar” adlı kitabınızı okurken önce güzel Türkçenize hayran kaldım sonra Halûk ile yıllar süren arkadaşlığınıza imrendim, o içten, yazmaktan hiç usanmadığınız mektuplarınızı elimden düşüremedim, ne güzel yapmışsınız, karşılıklı yazışarak, bizlere 1964 ile 1994 yıllarına ait bir Türkiye belleği bırakmışsınız. Kitap’ta Halûk Aker’in size verdiği cevaplar da yer alsaymış iyi olurmuş doğrusu. Siz gittiğinizden beri ülkede pek bir şey değişmedi, hatta daha kötüye gitti diyebilirim. Aynı kısır siyasi çekişmeler, dünya rekoru kıran enflasyon, ülkesinde bir gelecek göremediğinden yurt dışına kaçan gençler, yaşayanların tek amacının günü kurtarmak olduğu bir ortamda sanatın, müziğin, edebiyatın her geçen gün daha da fakirleşmesi, anlayacağınız ülkemiz pek de iyi zamanlar yaşamıyor. “Yüzyıl geriye gitsek yüzyıl ileri gideceğiz” gibi laflar dolaşıyor sosyal medyada. Evet, bilgisayarın kullanılmaya başlamasıyla teknolojide çok hızlı bir gelişme yaşandı. İnternet denilen ağ dünyanın bir ucunu diğerine bağlayınca ortaya çeşitli sosyal medya araçları çıktı. Küreselleşme denilen olgu kapitalizmin ekmeğine yağ sürdü. Bütün dünyada zengin daha zengin, fakir daha fakir oldu. Gerçek haberi belki de manipüle edilmiş haberi sosyal medya denilen ağlardan almaya başladık. Dijital dergiler, gazeteler var. Yazdığınız bir yazı yayınlandığında binlerce okuyucuya ulaşabiliyor, Kanada’da yaşayan bir Türk de okuyabiliyor. Bu belki de hoşunuza giderdi. Ama basılı dergilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor, gazete de hakeza. Bir iki gazete haftada bir kitap eki veriyor, içlerindeki yazılar kitap tanıtımından öteye gitmiyor. Eleştirmen de yok gibi. Acaba sizin gibi yazarların yokluğundan mıdır, yeni yetişen yazarlara yapıcı eleştiri yapan eleştirmenlerin olmaması. Anlayacağınız yayıncılık dünyası açısından buralarda işler pek iç açıcı değil.

Halûk sizin için “yazıya, yaşamı önde tutma koşuluyla tutkuyla bağlıydın,” diyor. Siz de ona 18.09.1975 tarihli mektubunuzda, “Yazıdan kurtulunursa diyorsun. Bilmiyorum. Yazı ile yaşamın dengesi bir tuhaf iştir. Yaşamın yerini tutmağa, yaşamın alanını kaplamağa başladığı zaman kötü de, yaşamın bir çeşit özeti olduğu zaman sanki daha saygın!”[1] demişsiniz. Yazan biri olarak bu düşüncenize yüzde yüz katıldığımı söylemek isterim. Her ne kadar yazı ondan birkaç gün uzaklaşınca küsse de, kaprisli, bencil bir aşık gibi sadece onunla ilgilenilsin istese de hayatın bir özeti olması insanın zihin sağlığı için de daha uygun diye düşünüyorum. Geçen sene günde dört-beş saat yazarken kendimi kaybettiğimi fark ettim. Bana okul maceralarını anlatan çocuklarımı dinlemediğimi, bedenimin burada ama aklımın yazılarımda yarattığım dünyalarda olduğunu anlayınca araya biraz mesafe koydum. Dediğiniz gibi yaşamın yerini tutmamasına çalışıyorum. Haftada bir günü Zeynep günü ilan edip kendimi sokaklara vuruyor, insanlara gülücük dağıtıyorum.

Hacettepe’de hasta yatağınızda yatarken acaba en çok neyi özlediniz ya da anımsadınız merak ediyorum. Yazı masanızı mı, 8.15 otobüsüyle Beytepe’deki derslere yetişme telaşını mı, öğrencilerinizi mi, Side’de denize girip güneşlenmeyi mi, kedilerinizi mi, rakı içmeyi mi, Esat Caddesi boyunca yürüyüp Tunalı’ya varan akşam yürüyüşlerini mi, Brahms dinlerken sese ses karıştırmamak için kağıdı makineden çıkarmayı mı, sevgili annenizi mi ya da sevgililerinizden birini mi?

Kavaklıdere’de önünde vişne ağacı olan, kitaplarla küçülmüş bir evin kedi seven sahibi,[2] sevgili Bilge Karasu, Türkçeyi bu kadar güzel kullanan, yazan, adeta sözcüklere büyü yaparak kendine özgü bir üslup yaratan siz, burada çok özleniyor, aranıyor ve hatırlanıyorsunuz.

Hatıranız önünde saygıyla eğilirken sizi okumaya, anlamaya çalışmaya devam edeceğimi bilmenizi isterim…

Zeynep Öztekin Yıldırım


[1] Halûk’a Mektuplar, Yazı ile Yaşamın Dengesi, s. 89.

[2] Eşcinsel Günlüğünden, Bilal Acarözmen, 27.05.2016, Gaia Dergi.