Parşömen Edebiyat’ın 2022 Soruşturması’na verdiği cevapların bir yerinde, değerli yazar Hakan Sipahioğlu şöyle diyor:

“Çevirideki ya da düzeltideki hatalar, özensizlikler nedeniyle Türkçe yazılmış kitaplar haricindeki eserleri okumaya korkar hale geldim. Kimi ‘seçkin’ yayınevlerinin kitaplarını artık kesinlikle okumuyorum mesela. Ve bunun suçlusu olarak da bu işi yapanları değil onları niteliksiz iş yapmaya zorlayan ücret politikalarını görüyorum elbette. Edebiyat emekçilerine doğru düzgün ücretler ödensin de gerekirse kitap fiyatları üç beş katına çıksın, hiç değilse pahalılığından söz ettiğimiz ürünlerin ‘kitap’ olduğunu bilelim istiyorum artık. Bal Deresi marka bal almak gibi bir şey şu an Türkiye’de kitap almak. Herkes ucuza bal yiyor ve yediklerinin esasen bal mal olmaması dışında hiçbir sorun yok.”

Çok ilginç!

Hakan Sipahioğlu, benim aynı soruşturmaya verdiğim cevaplarda söylediklerime çok yakın şeyler söylüyor.

Güzel Zeynep Tunçok, Mehmet Can Şaşmaz, Adnan Gerger, İsmail Şimşek, Burak Görün, Ali Yağan, Üzeyir Karahasanoğlu, Ahmet Karadağ, Tayfun Topraktepe, Mustafa Okumuş, Münire Çalışkan Tuğ, Roza Alkan, Utku Yıldırım ve Alper Beşe de öyle… Onlar da benzer değinmelerde bulunuyorlar.

Bu durum elbette ki çok hoşuma gidiyor. Bakış açılarımızdaki bu benzerlikler beni mutlu ediyor.

Ancak yine de, beni rahatsız eden bir eksiklik var: Sadece övgü yaparken isim veriyorlar. Ama eleştiri yaparken hep “Passive Voice” (edilgen söylem) kullanıyorlar. Yani öznesi belirsiz eylem. “Yapıldı”, “edildi” gibi. Veya özne yerine hep “Bir takım çevreler…”, “Bazı kişiler…” gibi muğlâk ifadeler kullanıyorlar. İyi de, kim bunlar? Adları ne, soyadları ne? Nerede otururlar? Hep belirsiz.

Oysa benim kendi hayatımda çeşitli alanlarda edindiğim bir tecrübe var: Eğer siz, eleştiri adına bu tarz bir söylemi kullanırsanız, bilin ki hiçbir etkisi olmaz. Üstelik, sizin kastettiğiniz kişiler her kimseler, inanılmaz bir pişkinlikle kolunuza girip çok haklı olduğunuzu bile söyleyebilirler, hatta sizden daha keskin ifadelerle bu ne idüğü belirsiz zevata karşı öfkeyle ağızlarına geleni saydırabilirler. Şaşıp kalırsınız.

Bu neden böyle oluyor? Neden “ortaya” konuşuluyor? Herkesin bildiği malûmu ilân etmekte arkadaşlarımız neden çekingenlik gösteriyorlar?

Örneğin Fulya Bayraktar “çevirdiği bir kitapla, kitabı kendi yazmış gibi bir yarışmaya katılan” bir çevirmenden bahsediyor. Ama isim yok. Anlaşılan o ki bu zat-ı muhteremi pek çok kişi biliyor, ama ben bilmiyorum. Ben de kendisiyle teşerrüf etsem kıyamet mi kopar?

Tayfun Topraktepe ise şöyle yazıyor: “Denemelerinden ve öykülerinden tanıdığımız Onur Çalı’nın, aslında birçoğumuzun bildiği ama dillendirmeye çekindiği, ya da sükut suikastine uğradığı konuları birkaç tweet dizisiyle gündeme getirmesi donmuş edebiyat ortamına sağlam balyoz darbeleri indirdi.”

Haklıdır. Pek çok edebiyat dergisinin basmaktan imtina ettiği eleştirilerimi de hiç tereddüt bile etmeden yayınlamaya cesaret edebilmişti.

Peki neden herkes aynı cesareti gösteremiyor?

Bir Amerikan kovboy filminde bana çok ilginç gelen şöyle bir konuşma duymuştum: “Kızılderililerin dilinde ‘kahraman’ kelimesi yoktur. Çünkü hepsi kahramandır…” Edebiyat gibi “ulvî” bir konuya baş koyanların da hepsinin “kahraman” olması gerekmiyor mu sizce?

Bir de, Alper Beşe’nin soruşturmaya verdiği cevap sayesinde haberdar olabildiğim bir Tuğrul Tanyol – Güray Öz Vak’ası var. O da çok ilginç:

“Tuğrul Tanyol’un Yunus Nadi Şiir Ödülü için takındığı tavrı bu başlık altında anmak isterim. Anımsanacaktır, Tanyol ödüle kendi iradesiyle katılmamış, ödülü kazandığıyla ilgili bir telefon görüşmesinde ödülün kendisiyle başka bir şair arasında paylaştırıldığını öğrenmişti. Bunun üzerine, diğer şairin Türk şiirinde bir karşılığı olmadığı, kendisinin bir ‘özgül ağırlığı’ bulunduğunu öne sürerek ödülü almayacağını söylemişti. (…) Tuğrul Tanyol, ‘bu metinler şiir değil’ deme cesaretini göstermiştir. Bugüne dek jüri üyeleri dahil kimsenin çıkıp ‘şiirdir’ dediğini duymadım.”

Tuğrul Tanyol’un bu “cesaret”i göstermeşine gerçekten sevindim. Olayın detaylarını öğrenmek için yaptığım internet araştırmasında Tuğrul Tanyol’un “Bir ödülü neden reddettim” başlıklı açıklamasına ulaştım. Hatta bu açıklama sayesinde yeni bir dedikodu daha öğrendim: Jüri’dekiler bunu “geçen yıl da yapmışlar, ödülü bir şair ile şarkıcı arasında paylaştırmışlardı.” Vay canına! Demek bu işi alışkanlık haline getirmişler! Ama “hepsini yakından tanıma”sına rağmen, Tuğrul Tanyol’un Jüri kalitesi hakkında geçen yıl ne gibi bir eleştiri yönelttiğini henüz bulamadım. Hatta, açıklamasını tekrar tekrar titizlikle gözden geçirmeme rağmen, bazıları bu işi bir tür meslek haline getiren Jüri üyeleri hakkında bu yılki icraatları için de herhangi bir eleştiri emaresi göremedim. O zaman Tuğrul Tanyol, ödül ortağının kitabını basma kabahatini işleyen Enis Batur’u tek suçlu olarak adıyla sanıyla teşhir etme cesaretini gösterebilmiş sadece. Bravo! Demek ki, bizi sokmadıkça değil, bizi soksa bile yılan bin yaşasın!

Bu duruma nasıl bir yorum getirebiliriz diye düşünürken sağ olsun Utku Yıldırım imdadıma yetişti.

Utku Yıldırım, “Edebiyat ortamımıza baktığınızda ne gibi sorunlar ve eksiklikler görüyorsunuz?” sorusuna Michio Kaku’nun “Olanaksızın Fiziği” kitabından bir alıntı ile cevap veriyor:

Pauli, 1958 yılında Heisenberg-Pauli birleşik alan kuramını Columbia Üniversitesi’nde sundu. Dinleyiciler arasında bulunan Niels Bohr, hiç etkilenmemişti. Bohr ayağa kalkarak ‘Biz arkada oturanlar, kuramınızın çılgınca olduğuna inanıyoruz. Anlaşamadığımız tarafı kuramınızın yeterince çılgınca olup olmadığı’ dedi. Bu, ezici bir eleştiriydi. O zamana kadar bütün kuramlar incelenmiş ve reddedilmiş olduğu için gerçek birleşik alan kuramının geçmişten göz kamaştırıcı şekilde kopuk olması gerekiyordu. Heisenberg-Pauli kuramı çok harcıâlemdi, çok sıradandı, gerçek kuram olamayacak kadar aklı başındaydı.”

Çok güzel. Utku Yıldırım bir taşla birkaç kuş birden vuruyor. Ne demek istediğini gayet iyi anlıyorum. Ben de aynı görüşteyim çünkü. Sanırım, edebiyatımızın en büyük problemi “yeterince çılgın” olmaması. “Gerçek ‘edebiyat’ olamayacak kadar aklı başında.” Yani herkesin aklı başında.

Cemal Süreya

Niels Bohr’un eleştirisinde belirtilen bir diğer önemli nokta ise yeni bir kuramın “geçmişten göz kamaştırıcı şekilde kopuk olması gerektiği” idi. Bana öyle geliyor ki, edebiyatımızdaki büyük eksikliklerden biri de bu. Cemal Süreya, bir şiirinde “köklerimiz kendi çiçeklerinden ürküyor” demişti. Şiirimizdeki son büyük kopuş olan İkinci Yeni ancak böyle tanımlanabilirdi. Oysa daha sonraki şiirimiz sürekli olarak kendi kendini tekrar edip duruyor, bir türlü geçmişten “göz kamaştırıcı” olmak şöyle dursun, Nebati (!) kadar bile ciddî bir kopuşa cesaret edemiyor. Cemal Süreya’nın dediğinin tersine, sanki “çiçeklerimiz kendi köklerinden ürküyor.”

Oysa biliyoruz, geçmişte şiirimizdeki belki en büyük kopuş, 1929 yılında Nazım Hikmet’in Resimli Ay Dergisi’nde başlattığı ve o zamanların “Şair-i Azam”ı Abdülhak Hamit’i ve “Millî Şair” Mehmet Emin Yurdakul’u hedefe koyarak ortalığı ayağa kaldırdığı “Putları Yıkıyoruz” kampanyası idi. Bu gerçekten de “geçmişten göz kamaştırıcı şekilde bir kopuş”tu. Yeni şiir bu kaynaktan fışkırdı.

Sarsıntı o kadar büyüktü ki, Yakup Kadri bile yerinde duramadı, Resimli Ay yazarlarını “gözlerini dogmaların kör ettiği vatan haini komünistler” olarak nitelendirdi, Nâzım Hikmet’le Vâlâ Nurettin’i “Anadolu Harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek Maarif Vekaletini dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz’i aşıp Bolşeviklere iltihak eden iki vatansız” olarak ilan etti. Bunun üzerine, Nâzım Hikmet de Yakup Kadri’nin perişan haldeki halka ait paralarla İsviçre’de tedavi görmesini eleştirdi. Derken, söze Milliyetçi Türk Ocağı Cemiyeti’nde başkanlık yapmış olan Hamdullah Suphi Tanrıöver de karıştı. Onun kışkırtması ile otuz kadar milliyetçi-mukaddesatçı genç bir araya gelerek Resimli Ay bürosunun önünde toplandı. İşe karışmamak üzere önceden emir aldığı görülen polis herhangi bir müdahalede bulunmazken Serteller’in bürosundaki Nâzım Hikmet “Siz bizim büyüklerimizi öldürüyorsunuz, mukaddesatımızı yıkıyorsunuz” bağrışlarını dinlemek durumunda kaldı.

İşe bakın! Böylece Nazım Hikmet durduk yerde bir sürü düşman kazanmış oldu… Aklıma Tarık Buğra’nın “Düşman Kazanmak Sanatı” isimli kitabı hakkında sevgili Onur Çalı’nın yazdıkları geliyor: “Dost kazanmak mesele değil, önemli olan düşman kazanmak. Kimler seni düşman belliyor, neden? Bazı insanların düşman olması, dost olmalarından evladır.”

***

Nereden çıktık, nereye geldik. “Ortaya konuşmak” ve işin bir türlü adını koyamamak, bu çekingenlik ve cesaretsizlik, demek ki bizi buralara kadar getiriyor.

Üstelik, 2022 Edebiyat Soruşturmasına cevap verenlerin ezici çoğunluğunu teşkil eden “genç” arkadaşlarımızın bu derece “aklı başında” olması açıkçası beni dehşete düşürüyor. Bu arkadaşlarımızın “ihtiyar” hallerini tahayyül etmekte zorlanıyorum.

Mehmet Aslan