Güray Öz

“Parşömen Edebiyat 2022” soruşturması ilginç görüşlerin eleştirilerin gün yüzü görmesini sağladı; iyi de oldu. Ben de sorulara yanıt verdim, belki benim söylediklerim de işe yaramıştır. Soruşturma ile ilgili ilginç bir yazıyı “Ortaya karışık” başlığı ile, itiraf ediyorum önceden tanımadığım, eserlerini okumadığım Mehmet Aslan yazdı.

Özetle ve anladığım kadarıyla eleştiri yokluğundan, eleştirilerin somut olmadığından yakınıyor; eleştirilen kişiyi gizleyen genelleştirmelerin tercih edildiğini söylüyor Mehmet Aslan. Okuduklarım izlediklerim arasında cesur eleştirmenler var. Ama az olduklarını kabul edelim.

Söylediklerini, yine kusuruma bakılmasın, tanımadığım Alper Beşe’nin soruşturmaya verdiği yanıttan bir bölümü ekleyerek güçlendiriyor. Ben de bu fırsatı değerlendireyim, verilen yanıtların hepsini okuma fırsatı bulamadığım soruşturmaya dönerek eksiğimi gidereyim dedim; Beşe’nin yanıtlarından başladım okumaya.

İyi de oldu; benden, benim şiirlerimden de söz ediyormuş meğer Alper Beşe. Yalnızca o bölümü alıntılıyorum:

“Tuğrul Tanyol, ‘bu metinler şiir değil’ deme cesaretini göstermiştir. Bugüne dek jüri üyeleri dahil kimsenin çıkıp ‘şiirdir’ dediğini duymadım. İyi şiir-kötü şiiri bile tartışamadığımız bir hız çağında bunlar sosyal medyada en fazla üç gün konu ediliyor. Ödülü Pavlov’un mamasına çevirirseniz olacağı budur.”

Olay nedir? Benim de Tuğrul Tanyol gibi kişisel olarak başvurmadığım, –bu başvuruları yayın evleri yapıyorlar, yazarların haberi olmayabiliyor, ki benim de yoktu– Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü Jüri tek isimde anlaşamadığı için “özgül ağırlığı” yüksek Tanyol ile daha çok gazeteci ve yazar olarak bilinen, yalnızca iki şiir kitabı olan, dergilerde pek görünmeyen bana, yani “Dinleyin size bir şey söylüyorum” adlı kitabıma vermeyi kararlaştırmıştı.

Tuğrul Tanyol, bu duruma çok kızdığı, “özgül ağırlığının dikkate alınmamasına” öfkelendiği, tanınmayan birisi ile “paylaşmayı” klasmanına uygun bulmadığı için ödülü reddetti. Tanyol ödülü reddederken benim “şair olmadığımı” da pek yüksek tepelerden ilan ediyor, beni de, pek önemsemem ama okurlara olan saygı kurallarını da hiçe sayan bir üslupla, –aslında benim şiirlerim konusunda bir fikri yoktu, beni hiç ama hiç tanımıyordu, genç bir şair heveslisi sanıyordu– aşağılamaya çalıştı. Şiirlerimle ilgili Mehmet Aslan’ın özlediği türden bir eleştirisi de yoktu Tanyol’un. Üslubu konusunda kısa, okuyan arkadaşları güldüren bir özür açıklaması yaptığını da ekleyeyim. O günlerde Tanyol’un tutumu ile ilgili görüşlerimi yazmıştım, dileyen internette bulabilir.

Alper Beşe’nin eleştirisi ise doğrusu pek güzeldir! Ne diyor Beşe? “Bugüne dek jüri üyeleri dahil kimsenin çıkıp ‘şiirdir’ dediğini duymadım.” Sürç-i lisan mıdır acaba; kitabımı ödüllendiren Jüri üyelerinin en azından bir kısmının “bunlar şiirdir” demiş olmaları gerekmez mi? Her neyse Jüriyi rahat bırakalım, ama Alper Beşe’nin “duymadığı” şiir dostları var; övünmek gibi olmasın benim şiirlerimi de beğeniyorlar.

Peki bu sığ eleştiri ya da önyargılı hüküm nereden geliyor? Alper Beşe’yi tanımadığımı söylemiştim, internette bir yazısına rastladım ve zaten tanışıyor olsaymışız da anlaşmamız pek kolay olmayacakmış. Beşe’nin yazısı Yusuf Atılgan üzerinedir. “Öteki” kavramından yola çıkarak Atılgan’la Heidegger arasında paralellik kuran Beşe’nin tezi, bu türden paralellikler kurarak tez oluşturma yönteminin aldatıcı olacağını düşünen birisi olarak, bana pek doğru gelmedi.

Kanımca Atılgan’ın eseri bireyin varolan duruma itirazını, anlaşılamayan isyanını anlatır. Onun korkusu Heidegger’in nedeni belirsiz korkusu değildir. Beşe’nin de aktardığı ama her nasılsa Heidegger’e bağladığı “Çıkılamayan” öyküsündeki nedeni belli korkudur. Hikayenin kahramanı şöyle der: “Belli bir yaşayış uygulamışlar bana. Görünmeyen bir giysi giydirmişler. Sıkıyor beni, çıkarıp atamıyorum. Düğmelerini çözemem mi? Bu bile güç. Ya çıkarıp atanlar? Tutuyorlar onları. Deliler evine koyuyorlar ya da kodese.”

Son yıllarda entelektüellerimize musallat olmuş Heidegger hayranlığının etkisinde mi kalmış acaba Beşe diye de düşündüm. Ama bir yazıyla hüküm kurmak doğru olmaz. Bakalım eserlerini okuyayım, eleştirmen değilim ama fikrimi söylerim en azından.

“Ortaya karışık” yazı ile ilgili görüşlerimi de kısaca söyleyeyim de okurlara olanı biteni kendimce anlatmış olayım. Mehmet Aslan’ın dediği gibi, Utku Yıldırım’ın Michio Kaku’nun “Olanaksızın Fiziği” kitabından aktardığı ve kuramların çılgınca olması gerektiğini vurgulayan, “aklı başında” olmanın, sıradan olmanın devrimci bir tutum olamayacağını anlatan bölüm gerçekten de ufuk açıcıdır. Sıradanlık edebiyatı öldürüyor, şiiri ise yok ediyor. Devrimci şairler, “aklı başında”, düzenle barışık insanlar değildirler. Ötekilerdir onlar.

Gençlerdeki aklı başında olmak ya da öyle görünmek merakı doğrusu beni de ürkütüyor; nedeni korkudur diye düşünüyorum. Nazi sempatizanı, bir ara parti üyesi Heidegger’in kavramsallaştırdığı, “orada, dünyada olmaktan” kaynaklanan türden anlamsız, nedeni belirsiz korku değil, eseriyle var olabilmenin önündeki engellerden duyulan korkudur.

Peki bu korkuyu besleyen nedir? Kim, gençleri zamanın ruhuna boyun eğmeye zorluyor? Kim, yüksek perdeden o şairdir bu değildir diye hüküm veriyor?

Kimi mahfiller, “özgül ağırlığı” yüksek keramet sahibi çevreler olmasın sakın…

Güray Öz