“Seçkin tabakanın saatler sayesinde nasıl gücü elinde tuttuğunu, para kazandığını, vatandaşları yönettiğini ve hayatları kontrol ettiğini gösteriyoruz. Kapitalizme, bilgi alışverişine, imparatorlukların inşasına ve sanayileşmenin hayatımıza getirdiği radikal değişikliklere göz atmak için saatlerin tarihinden yararlanıyoruz.”

İnsan “eksikliğin” kalbine doğan bir formdur. Öyle olduğu için bütün gayreti, bu eksikliğin üzerinden gelmekten ibaretmiş gibi duruyor. Kendisi kendisine yetmemekte, doğarken sahip olduğu imkânlar ihtiyaçlarını karşılamamaktadır. Bir türlü tatmin edilmeyen, tatmin edildikçe dahasına işaret gibi kalan ihtiyaçların zoruyla çemberini kırmak, sınırlarından taşmak durumunda kalmıştır. Yaratıldığı üzere kalmamış, yeryüzünde belirdiği günden kalkıp yola çıkmış, yol boyunca formuna ve eylemliliğine güç katmaya bakmıştır. Gözlerini uzaklara dikmiş, yetmemiş görüsünü daha da yetkinleştirmiş. Ellerinin uzandığı kadarı kendisine az gelmiş, daha ötesine uzanmak ve oraları da elinin altında bulundurmak için çabalamış. Bedeninden taşıp durmuş, göz ve ellerini kendinden uzaklarda da etkinleştirmek adına yaratımlarda bulunmuş. İlkel olanından bugüne kadarki yaratımlarına kadar hepsi, bedeninin/formunun uzayıp genişlemesi, güçlenmesi demek olmuştur.

(İlk) insanın hayatına ne girmiştir? Ucu sivriltilmiş kemik parçası mı, ateş mi, mağara duvarlarında görülen çizimler mi? Bunun tespiti çok da önemli değil. Cevap ne olursa olsun, gösterdiği çok değişmeyecek, bu, insanın kendinden taşması, daha fazla bir şey olmak istemesi anlamına gelecektir. Zira çağırdığı, hayatında yer açtığı her şey, kendisini hissettirmekten geri durmayan eksiklik duygusuyla başa çıkmak; tamamlanmış, daha güçlenmiş bir form olarak mekânda yerini sağlamlaştırmak içindir. Çünkü gerçeği şudur: Sahip olduğu imkânlar, olmak istediği şey için yetmemektedir. Bu sebeple yol boyunca hayatına, içindeki boşluğa çok nesne, çok eşya, çok araç çağırmıştır. Kendisine doluşanla daha da dolu hissetmiş kendini. Hissettiğiyle yetinmemiş, doluluğuyla mekâna yerleşmek ve öylece görünmek istemiş.

Bu yüzden insandan söz etmek; insanın hayatına doluşmuş eşyadan, eşyanın insana kattığından ve insanın da bu eşya ile nasıl göründüğünden bahis açmaktır. Salt insandan söz edilemez! O, kullandığı veya tarafından kullanıldığı, sahip olduğu veya tarafından sahiplenilen “şey”dir artık. O sadece göz, kulak, el veya bacak değildir, uzuvlarının bir uzantısı olarak beliren çok şeydir aynı zamanda. Böyledir ki, insanın tarihte yolculuğu demek olan uygarlık tarihi, insan yaratımı olan şeylerin tarihidir. Eşyanın, aracın, nesnenin insana kattığının veya insanın bu şeylerle ne olduğu, nerelere vardığının kaydı…

Her yaratım bir içeriğe sahiptir, bir niyetin bedenlenmesi şeklinde işlev görür. Bu anlamda küçük şey yoktur, cepte/kolda küçük gibi duran bir obje insanın tüm içeriğine işaret olabilir. Mesela saat… Başlarda, vaktin bir göstereniymiş gibi duran bu küçük şey olduğu kadarıyla mı kalmış veya bırakılmıştır? Saat dediğimiz ve kollarımızda artık bir aksesuar gibi duran şey sahiden bu kadar masum mudur? Tarihçi ve saatbilimci David Rooney’in yazdığı, Eylül İdemen Doğramacı’nın çevirisiyle Timaş’tan çıkan “Akrep ve Yelkovanın İzinde” adlı kitap, insanın zamanda zamanın insanda yol alış biçimine baktırıyor. Özet haliyle anlıyoruz ki saat, salt zamanı gösteren bir şey değil, insanın çok katmanlı evrenine de açık, bu çoklu evreni görünür kılan bir aygıttır. Kitabı oluşturan her bölüm, insanın içeriklerinden birine karşılık geliyor. Her bölüm, bir tarih ve mekânda beliren saatin hikâyesinde dolaştırırken, bu saatin insanın hangi ihtiyacına karşılık geldiğini de gösteriyor. Bölüm başlıklarını şöyle tanımlamak mümkün: Saat ve düzen, saat ve inanç, saat ve erdem, saat ve pazarlar, saat ve bilgi, saat ve imparatorluklar, saat ve üretim, saat ve ahlak, saat ve direnç, saat ve kimlik, saat ve savaş, saat ve barış…

“En eski uygarlıklardan bu yana her kültür, saat üretmiş ve kullanmıştır” diyor Rooney, “Saatlerin tarihi, Antik Roma şehirlerindeki güneş saatlerinden imparatorluk Çin’in Orta Çağ’da kullandığı su saatlerine, sessiz bir devrimi körükleyen kum saatlerinden Hindistan’daki Aydınlanma gözlemevlerine kadar bir uygarlık tarihidir. Bu kitap dünya tarihi, politika ve zaman kaydının hikâyesinin neden bizim de hikâyemiz olduğuyla ilgilenen herkese hitap ediyor. Zamanın binlerce yıl boyunca nasıl kullanıldığını, politikleştirildiğini ve bir silah haline getirildiğini gösteren 12 gerçek saati inceliyoruz. Seçkin tabakanın saatler sayesinde nasıl gücü elinde tuttuğunu, para kazandığını, vatandaşları yönettiğini ve hayatları kontrol ettiğini gösteriyoruz. Kapitalizme, bilgi alışverişine, imparatorlukların inşasına ve sanayileşmenin hayatımıza getirdiği radikal değişikliklere göz atmak için saatlerin tarihinden yararlanıyoruz.”

“Akrep ve Yelkovanın İzinde” bizi Antik Roma’ya, Diyarbakır’a, Siena’ya, Amsterdam’a, Jaipur’a, Cape Town’a, Londra’ya, Brno’ya, Edinburgh’a, Münih’e, Osaka’ya götürürken saatlerin zamandan çok daha fazla şeyi gösterdiğini ortaya koyuyor.

Nihat Dağlı