“Bardo, bir hesaplaşmanın filmi. Silverio’nun tarihle, ailesiyle, kendisiyle, dünya düzeniyle, günümüzle bir hesaplaşması. Müthiş bir teknik ustalıkla çekilmiş bu hesaplaşmayı keşke Netflix’te değil de dev ekranlı bir salonda izlememiz mümkün olsaydı.”

Bizi allak bullak eden “Paramparça Aşklar ve Köpekler” filminin üzerinden yirmi iki yıl geçti. Alejandro Gonzales Iñárritu bizi tutup yine Meksika’ya götürüyor. Bu sefer “Bardo, Bir Avuç Doğrunun Yalan Yanlış Güncesi” isimli son filmiyle. Şahsen beklentim çok yüksek değildi. “Paramparça Aşklar ve Köpekler” bir zirveydi, kolay kolay aşılamayacağını biliyordum. Ama Iñárritu’nun beni boş çevirmeyeceğini de biliyordum. Nihayetinde ortada 21 Gram, Babil, Birdman, The Revanant, Biutiful var. Artık herkes bir trenin ekrandan fırlayıp onları ezemeyeceğinin farkında. Ve bu farkındalık izleyici kalbinden vurmayı çok zorlaştırıyor, çünkü izlediğimiz şeyin yalan olduğunu biliyoruz. Ama Iñárritu her seferinde bizi farklı bir noktadan yakalayıp sarsmayı başarıyor.
Filmin ismi de ilginç: Bardo. Budizm öğretisinde ölüm ile yeniden doğuş arasında bir geçiş hali demekmiş. İzlerken bunun ne kadar isabetli bir isim seçimi olduğu çok iyi anlaşılıyor.
Film müthiş bir sahneyle açılıyor. Çölde havalanıp uçan bir gölge beliriyor. Çöldeki kuru bitkilerin üstüne konup tekrar havalanıyor. Bu sahne bana nedense Platonov’un Can romanını çağrıştırdı. Özellikle de Prekati-pole bitkisini. Herkesin, her şeyin uyuştuğu bir çölde hareket etmeye bile mecali kalmamış bir prekati–pole. Bu sahneyi ve daha pek çok sahneyi nereye koymamız gerektiğini anlamak için filmin sonunu beklememiz gerekiyor.
Film sırtımızı yaslayıp kolayca içine girebileceğimiz, bir solukta anlayabileceğimiz bir film değil. İzlerken yoracak bizi. Simgesel, sürrealist bir anlatımı tercih etmiş adı güzel Iñárritu. (İspanyolca erkek isimlerine ve Farsça kadın isimlerine bayılıyorum. İçimde tutamayıp buraya bırakıvereyim bu çok önemli iç döküşü.) Iñárritu’nun kullandığı sürrealist dil bana fazlasıyla Bunuel’in filmlerini ve Dali’nin tablolarını hatırlattı. Özellikle de trendeki aksolatlların dökülüşü, her yerin sular altında kalması bir Dali tablosunda yüzdüğümüz hissini uyandırıyor.

Filmin odağında Meksikalı bir gazeteci ve belgeselci olan Silverio Gama (Daniel Gimenez Cacho) var. Silverio yıllardır Amerika’da yaşıyor ve dört yılda bir verilen önemli bir gazetecilik ödülünü kazanıyor. Bu ödülü alan ilk Meksikalı. Ödülü alışında yeni yönetimin Latin Amerika ile iyi ilişkiler kurma isteği de var.
Meksika’ya dönen Silverio’nun geçmişe ve kendi zihnine yaptığı içsel yolculuğuna tanık oluyoruz filmde. Dolayısıyla zaman kronolojik akmıyor ve yarı gerçek yarı düş sahnelerle kendimizi Silverio’nun zihninde buluyoruz. Hayatında değil, doğrudan zihninin içinde. Bilinç akışı tekniğinin bu derece başarılı kullanıldığı başka bir film hatırlamıyorum. Zamanı eğip bükme konusunda Faulkner’ı andıran bir becerisi var Iñárritu’nun. Şahit olduğumuz sadece Silverio’nun bulanık, huzur bulamayan zihni, geçmişi, ailesiyle olan ilişkisi değil; Meksika tarihinin onun ruhunda bıraktığı travmatik izlere de tanık oluyoruz aynı zamanda. Meksika ve Amerika arasında bölünmüş bir kişiliğin huzur bulması çok zor zira. Bunun ne demek olduğunu Fransa’daki bir Cezayirli çok iyi bilir, Belçika’daki bir Kongolu ya da Orta Doğu’da bir Kürt.

Meksika’ya gelip daha evine varmadan şoförün şu cümlesiyle karşılaşıyor Silverio: “Meksika bir ülke değil, bir ruh halidir.” Ve bu ruh haline adım adım izleyiciyi de sokuyor Iñárritu. Meksika’nın ABD büyükelçisiyle tarihi kalede yaptığı görüşmeden sonra kendimizi bir anda 1847 yılındaki Meksika-Amerika savaşının ortasında buluyoruz. Bu, tarihçilerin iddia ettiği gibi bir savaş değil, bir işgaldir ve bu işgalin sonunda içinde küçük çocukların da olduğu on binlerce ölü Meksikalı ve topraklarının yarısını (Teksas ve Kaliforniya’nın bir bölümü, Colorado, Arizona, New Mexico, Nevada, Utah) kaybeden bir Meksika kalır geriye. Ve Meksika’dan aldığı bu yerlere uygarlık adına köleciliği getiren bir Amerika… Meksika bu savaşta ölen çocuk yaştaki altı askeri öğrenci için her yıl Niños Héroes (Kahraman Çocuklar) isimli bir anma yapar. Silverio bu anmayla ilgili şunu der: “Ancak Meksikalılar rezil bir yenilgiyi efsanevi bir zafere dönüştürebilir.”
Meksikalılara biraz haksızlık ediyor bu cümle. Çünkü rezil ve korkunç katliamlardan kahramanlık hikayeleri uyduranlar sadece onlar değil.
Başarılı ve ödüllü gazeteci, belgeselci Silverio’nun oğluyla yaptığı kahvaltıda insani yönüyle de tanışırız. Onun nasıl bölünmüş ve yaralı bir kişilik olduğunu anlarız. Önceki gece yakın arkadaşı Luis’in programına katılmamanın verdiği huzursuzluk vardır üstünde, çünkü aldığı ödülden dolayı aşağılanıp alay konusu yapılmaktan korkmuştur. Amerika-Meksika tarihini göz önünde bulundurduğumuzda Silverio’nun aldığı ödül, çalışmaları, çabası sonucu kendini durmadan sorgulaması ve yaşadığı vicdani hesaplaşma çok anlaşılabilir. Filmin en çok vurgulanan yönü de tam olarak burası. Nefret ettiği bir ülkeden ödül almanın ağırlığı içini kemirip durur Silverio’nun.
Karısı Lucia’ya (Griselda Siciliani) bunu şöyle ifade eder: “Benden nefret eden insanlardan onay bekliyorum, istediğimi alınca ondan tiksiniyorum, istediğim için utanıyorum.”

Oğlu Lorenzo’yla kahvaltıda yaşadığı tartışma ruhsal çatışmasını iyice tetikler. Lorenzo, “Tebrikler baba, sadece paraya önem veren bir ülke sana ödül verecek ve sen de gidip alacaksın.” der. Meksikalı gazeteciler birliğinin onun şerefine verdiği partide de Silverio’nun arkadaşı şunu der: “Ömrün boyunca eleştirdiğin piçlerden ödül alacağın kimin aklına gelirdi?” Bu noktada ister istemez akla şu soru geliyor: Silverio, Iñárritu mu? Çünkü Iñárritu da son yirmi yıldır Amerika’da yaşıyor ve üst üste iki kere Oscar ödülü aldı. Aldığı bu Oscarlar onu da tarihi ve kişiliğiyle bir hesaplaşmaya götürmüş müdür?
Silverio’nun zihinsel yolculuğu bizi yıllar önce ölen anne ve babasıyla da buluşturur. İlerlemiş yaşına rağmen babasıyla buluşunca kendini ona sığınmış küçücük bir çocuk gibi hissetmesi beni çok etkiledi. Babayla oğulun her anı bana hep çok hüzünlü gelmiştir. Babasına içini dökünce şu karşılığı alır: “Depresyon bir burjuva hastalığıdır. Boş zaman bolluğunun meyvesidir. Bizim üzülecek vaktimiz yok.” Yıllar önce Diyarbekirli yazar Eylem Ata Güleç, kendisiyle yapılan bir söyleşide şunu demişti: “Benim karakterlerimin depresyona girecek zamanı yok.” Çağın bu derece hayattan alıkoyduğu insanlara ne denir, bilmiyorum.
Filmin hemen başında, doğar doğmaz “Dünya çok boktan” diyerek annesinin rahmine geri dönen Mateo da film boyunca bizimle. Mateo, Silverio ve Lucia’nın ilk çocukları. Dünyada sadece otuz saat kalıp gidişinin acısını bir türlü üzerlerinden atamazlar.
Silverio, babasına “Hâlâ Mateo’yu bırakamıyorum” der. Babasının cevabı şöyle olur: “Er geç bırakmayı öğreneceksin. Hayat kısacık bir anlamsız olaylar silsilesidir. Ona teslim olmalısın.” Mateo’nun emekleyerek okyanusa doğru gitmesi ve sonrasında ailece küçücük kavanozu açıp Mateo’nun küllerini okyanusa dökmeleri bir kara komedi olarak niteleyebileceğimiz filmin en acıklı sahnesiydi zannımca.
Silverio’nun zihninde dolanırken çektiği belgeselden kesitlere de denk geliyoruz sıklıkla. Meksika’dan Amerika sınırına doğru korkunç bir insan seli var. Aşmaları gereken korkunç bir çöl. Orta Doğu ile Avrupa arasındaki denizin yerini burada çöl alır. Suyun varlığı da yokluğu da ölümdür yenikler için. Ölümü göze alarak çölü aşmaya çalışan insanlar kendilerine Meryem’in göründüğünü söylerler.
Göç yolundaki yaşlı yerli kadınlardan biri, “Tanrı Centeotl öldü” der. Centeotl, Azteklerin mısır ve mahsul tanrısı. Bu, İspanyolların Aztek katliamına bir göndermedir. Mahsul bulamayan Azteklerin torunları çölü aşıp yaşamaya gidiyor ve mucizeyi atalarını ve tanrılarını öldüren İspanyolların kendilerine verdikleri Meryem Ana’dan bekliyor.
İspanyol kıyımlarının izlerine Meksico sokaklarında da rastlıyoruz. İnsanlar sokakta patır patır ölür. Cesetlerin içinden çıkmaya çalışan Silverio büyük bir ceset yığınına tırmanır ve yığının en tepesinde Hernan Cortes ile karşılaşır. Hernan Cortes, İspanyolların fatih dediği Amerika yerlilerinin katlini, Aztek soykırımını gerçekleştiren kişidir. Latin Amerikalı yazarları okurken hep şunu düşünürüm: Benzer acılardan geçen toplumlar olduğumuz halde bizim yazınımızda katil neden teşhir edilmez? İlk defa bir filmde de şunu düşündüm, katliamlarımıza yakından baktığımızda karşımıza kimin yüzü çıkacak, kimin ismi çıkacak? İçten içe hepimizin bildiği bu isimleri kim yüksek sesle telaffuz edecek?
Iñárritu sömürgeciliğin bitmediğinin, farklı şekillerde devam ettiğinin altını çizmekten geri durmuyor. Sömürgecilere vururken Meksika yönetimini ve burjuvazisini de es geçmiyor. Amerika’da ve farklı yerlerde ırk ayrımına uğrayan Meksikalıların, Meksika’da da sınıf ayrımına uğradığını göstermekten çekinmiyor. Plajda geçerli olan “Hizmetçiler giremez” kuralı en bariz örneği.
Filmde hem düne hem de bugüne dair sorgulanmayan hiçbir şey yok neredeyse. Silverio ve ailesinin Amerika’ya dönerken havaalanından tüm yolcuların askeri bir nizamla geçişi, ailenin yine Latin Amerika görünümlü bir görevli tarafından ırkçılığa uğramaları ve bu muameleyi şikayet ettikleri başka bir görevlinin Uzak Doğulu olması da manidar. Bu kadar ağır sorunu izleyiciyi bunaltmadan vermeyi de ancak Iñárritu başarabilirdi.
Bardo, bir hesaplaşmanın filmi. Silverio’nun tarihle, ailesiyle, kendisiyle, dünya düzeniyle, günümüzle bir hesaplaşması. Müthiş bir teknik ustalıkla çekilmiş bu hesaplaşmayı keşke Netflix’te değil de dev ekranlı bir salonda izlememiz mümkün olsaydı.
Roza Alkan
Sonsuz teşekkürler sevgili Roza Alkan, havada kalan bir çok sahne yerine oturdu. Bir kez daha seyredeceğim, yazdıklarınızın yardımıyla daha iyi anlayacağım kesin. Sağolun.
Teşekkür ederim, mahcup ettiniz. Sevgiler.