
Kahverengi saç yumağı, şişman nasırlı elden kurtulup çatılardaki martıların çığlıkları arasında beşinci kattan aşağıya süzüldü. İs tutmuş duvarlara seğirtip balkonlarda kurumaya durmuş çamaşırların arasından geçti. İkinci katın begonya, menekşe ve ortancalarla dolu balkonunun soğuk betonuna indi. Saat sabahın yedisiydi ve perdelerin gölgeleri duvarlarda, fotoğraf çerçevelerinde, saksı bitkilerinin üzerindeydi. Çamaşırlığa sığmamış temiz çoraplar, atletler, kaloriferin üzerinde kaskatı kurumuş, hap tabletleri kutusunda akşamdan tek tek kesilmiş, beyaz mermer tezgâhın üzerindeki su bardağı yıkanıp ters çevrilmişti.
Naile balkon kapısının önünde saç yumağına bakıyordu. Tortop edilmiş yumağın büyüklüğü avuç içi kadardı. Nereden gelmişti bu, kim koymuştu ya da? Düşündükçe nabzı yükselmeye başladı. Ayak parmaklarının ucundan, saç diplerine kadar tüm vücudu karıncalandı. Nefesi sıklaştı. Sağ elini sol göğsünün üzerine koyup kendini tekli koltuğa attı. “İşte,” dedi, “bir gün bile yalnız kalmaya gelmiyor, saldırıyorlar hemen!” Tüm günü bu garip yaratıkla, saç yumağıyla, geçirme fikrini ve Medine’nin işinin uzama ihtimalini düşündükçe fenalaşıyordu. Stresten bacaklarını titretmeye başladı. Beyaz pijamasının üzerindeki sarı çiçeklere bakarken derin derin nefes almaya çalıştı. Daha önce de mutfak penceresinin önünde duran boncuk kavanozu devrilip de boncuklar etrafa yayıldığında fenalık geçirmiş, nihayetinde boncukların evi saran yaratıklar değil, sadece boncuk olduğuna ikna olmuştu. Yine de bu yaştan sonra bilezik, kolye benim neyime deyip hepsini üst kat komşusunun ilkokul üçe giden siyah kıvırcık kafalı kızına vermişti. Böylece bir süre çocuğun evdeki kasetçalarlı radyo, fiskos masasının üzerindeki omzuna kuş konmuş kadın biblosu, babasından kalma ahşap gemi maketi gibi eşyalardan elini eteğini çekmesini sağlamıştı. Yine sahte bir yaratıkla karşı karşıyaydı işte. Fakat bu sefer düşman kendi evinden değildi, nereden geldiği belli olmayan bir saç yumağıydı. Duvardaki saate baktı. Saniye çubuğu ilerlemiyordu. Saat tam yedide durmuştu. “Ah Medine ah…” dedi mırıl mırıl.
Etrafına tedirgin gözlerle baktı, duyulmaktan korktu. Balkondaki saç yumağına baktı tekrar. Rüzgâr ile bir ileri bir geri sürükleniyordu. “Geliyor! Geliyor!” diye bağırdı. Kendi bağırtısından korkup nefesini tuttu. Balkonun kapısını kapayıp güneşlikleri çekti. Seksen yaşında bir kadın ne kadar hızlı yürüyebiliyorsa o kadar hızla yatak odasına yürüyüp şifonyerin çekmecelerinde saat pili aradı. Saatin durması ihtimaline karşı evde her daim saat pili bulundururdu. Eve yakın küçük marketlerde saat pili olmasa da üşenmeyip otobüse biner, yaşlı olmanın önceliğini her fırsatta kullanarak, (otobüste oturan genç oğlanları bastonuyla dürtüp yerine oturmak veya kasa sırası beklememek gibi) üç mahalle ötedeki büyük markete gidip saat pili alırdı. “İşte” dedi, “üç tane daha var.” Çekyata tırmanıp duvardaki saate pili taktı. Saat çalışmadı. Diğer iki pili de denedi, olmadı. Panikledi, saatin gövdesine eliyle vurdu, sonra onu salladı. Yok…
“Olmuyor, çalışmıyor” dedi hemşire, elindeki duvar saatini doktorun masasının üzerine bıraktı. Işık kalemi ile Naile’nin gözlerini muayene eden doktor, hemşireye dönüp “Bırak kalsın.” dedi. Gözlerinin yansımasını bu genç, sarışın mavi gözlü doktorun gözlüklerinden takip eden Naile tüm curcunadan sonra o an yaşanan sakinlikten korkuyordu. Elleri ve ayakları bağlı halde bu sedyede beklemekten başka çaresi de yoktu. Doktor, Naile’nin yüzünü avuçlarının içine aldı, başparmaklarıyla yanaklarını çekiştirip gözlerinin içini kontrol etti. Naile bu sırada tek hamlede doktorun elini ısırınca ağzını da bağladılar. Kocası ve peş peşe doğmuş iki oğlu odanın kapısından bir yabancıyı izler gibi izliyorlardı onu. Utanıyorlardı ondan. Nankörlüğünden, alkol bağımlılığından, hafifmeşrep tavırlarından, şimdi de bu deli hallerinden. Delirecek ne vardı sanki? Paraya ihtiyaçları olmamasına rağmen bu çeviri işleriyle yoruyordu kendini. Evdeki saksı bitkilerinin yaprakları, avizeler ve mobilyalar toz içindeydi. Oğlanların saç tıraşını aksatıyordu. Yemeğin tuzunu tutturamıyor, sütü ocakta unutup her seferinde taşırıyordu. Kocası da bezmişti bu durumdan. O ilk tanıştıkları zamanlardaki Naile gitmiş, yerine kitaplarla kafayı yemiş alkolik bir kadın gelmişti.
Kapıdan karısına bakarken onunla ilk tanıştığı zamanları hatırladı. Otomobil galerisinde işi bittiği zaman, fakülteye Naile’yi almaya gider, Yıldız Korusu’nda akşam yürüyüşü yaparlardı. Naile, bazı yazarlardan bahsederdi. Yaz aylarının yaklaştığı, evlenme sezonunun başladığı günlerden birinde “Birgün evlenecek olursak bak, aklında olsun” demişti, sonra gülümseyerek. “Hepimizin içinde bir Madame Bovary var. Hepimiz Madam Bovary’yiz” diye devam etmişti. Adam ne Flaubert bilirdi ne Madame Bovary. Naile’nin elâ gözlerine bakarken, elleri kızıl saçlarında dolanırken, dolgun dudaklarından öperken daha fazla şey bilmese de olurdu.
Sedyede yatan karısının enkâzına baktı. Kızıl saçlarını uzun süredir boymayı ihmal etmiş, kilo almış, gözlerinin altı uykusuzluktan kapkara olmuş, üzerindeki siyah kazak eprimiş…
Doktorlardan ikisi Naile’nin üzerine çıkıp hareket etmesini engelledi. Üzerindeki doktor diyaframına baskı yaptığından nefes almakta güçlük çekiyordu. Diğer ikisi elektroşok aletinin başına geçti. Sarışın mavi gözlü doktor da kadının kafasına bir bandaj geçirdi. “Beş dakika” dedi doktor Naile’nin saçlarını şefkatle okşarken. “Beş dakikada ne duvarda yürüyen karıncalar kalacak, ne de evin içinde dolaşan garip yaratıklar.”
Doktorun mavi gözlerine bakarken, bildiği her şeyi, okuduğu tüm kitapları unutmaktan korkuyordu. Gerçi diye geçirdi içinden. Kocasının işten eve geldiğinde işaret parmağı ile mobilyaların tozunu kontrol ettiğini, yaptığı işe bir kusur bulduğunu, tek eğlencesinin bir kelime bile konuşmadan televizyon izlemek olduğunu unutacaktı hiç değilse. Ya oğulları?
“Merak etmeyin Naile Hanım bu işlem sonrasında oluşacak hafıza kaybı geçicidir. Altı ay en fazla bir yıl.” dedi sarışın doktor. Gözlerini kırparak onayladı Naile. Dışarıda gök gürledi, şiddetli bir yağmur başladı. Yağmur damlaları Boğaz’ın üzerinde boncuk boncuk parladı. Sahile varan vapurlar boşaldı, simitçiler tezgâhlarını toparladı. Şehir eve dönerken, doktor elektroşok aletini çalıştırdı.
Delirmiş gibi çığlık atan Naile sustu, köpüklü elleriyle saçlarını yolmayı bıraktı. Sinirden vitrin camına fırlattığı sandalye masadaki yerine döndü. Duvarlarda dolaşan karıncalar yok oldu. “Evde bir saatle baş edemiyorsan ne halta yarıyorsun sen?” diyen kocasının duvardan alıp yere attığı pili bitmiş saat yerden toparlanıp duvara yerleşti.
Salonun kapısından korkmuş gözlerle bakan oğulları odalarına, Naile akşam yemeğinden kalan bulaşıkların başına döndü.
Doktorun “Alkol bağımlısı birinin alkolden mahrum kalması da tetiklemiş olabilir.” dediği an yok oldu.Defterine yazdığı notlar, bir bir silinmeye başladı.
“Tuhaf biri olduğumu, beni kuşkusuz bu yüzden sevdiğini ama belki günün birinde yine aynı sebepten nefret edebileceğini mırıldandı.”[1]
“Neyi mi bekliyorum? Sadece birinin gelip sarılmasını…”[2]
Kocasının “Yeter artık iyice alkolik oldun!” deyip de bir poşetin içine doldurduğu içki şişeleri poşetten çıkıp salondaki büfenin üzerine dizildiler.
Çiçek desenli kravatlar takan genel yayın yönetmeni, “Git çocuklarını büyüt Naile, çevirilere yetişemiyorsun bu halde” dediği an kelimeler birer birer havada seslerini yitirdi.
Yaralı meme ucundan bebeğin ağzına akan kanlı süt, memesine geri çekildi. Omzundaki kurumuş bebek kusmuğu köpürüp yaş haline döndü. Bebek bezlerini üçüncüye kaynatıp yıkarken, anne olduğundan dolayı yaşadığı pişmanlık bedenini terk etti.
Sırasıyla önce tecavüze dönüşmüş sevişmeler yok oldu sonra tutkulu sevişmeler… Kocasıyla birlikte bir gece yarısı barın birinin arka kapısından kaçtıktan sonra arabanın içinde öpüşmediler.
Naile, Sarıyer sahilinde yürürken ilk kez tuttuğu eli bıraktı. Kocası otomobil sattığı profesörü ziyarete geldiği sırada, sonraları çocukları da yanına alıp delirmiş kadını boşamak caizdir diyerek terk ettiği Naile ile fakültenin bahçesinde tanışmadı.
Dış kapının kilidi zorlanıyordu. Elindeki saati çekyatın üzerine bırakıp tıkırtıları dinlemeye başladı. Balkon kapısının altındaki boşluktan içeriye giren karıncalar odanın duvarlarına yayılmaya başladı. İnceden başlayan tıkırtılar bir gürültü halini aldı. Gürültü arttıkça karıncalar da hızla sardı etrafı. Gök gürledi, bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Elleriyle kulaklarını kapadı. Gözlerini yumdu. Derin derin nefes aldı. Nihayet kapıyı açtıklarını anladığında bir gayret ile kalkıp bastonuna sarıldı. Bu sefer onu alt etmelerine izin vermeyecekti. Beyaz önlüklü bir sürü adam doldu içeriye. Bastonuyla onlara vurmaya çalıştı. Bir yandan da ”Defolun buradan!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kapıdan en son elinde kocaman bir saç yumağı ile sarışın doktor girdi. Hepsi birden yaşlı kadının üzerine çullanıp kalın saç telleriyle bağladılar onu. Pes etti Naile.
Gözünü açtığında bir hastane odasındaydı. Yanında oturan Medine’nin bacağına dokundu. Oturduğu yerde içi geçen kadın irkildi. Yarım örttüğü başörtüsünü düzeltti, alnından dökülmüş saçlarını örtünün içine soktu.
“Ah be Naile Teyze, bir gün boş bırakmaya gelmiyorsun… Korkuttun beni.”
Hırıltılı bir sesle “Saçlar” dedi Naile.
“Ne saçı? Duvarlara vurmuşsun bastonla, deli deli bağırmışsın. Komşular duymuş haber verdiler. Yok saç maç falan.”
Rüzgâr ile havalandı saç yumağı, balkon demirlerinin arasından caddeye süzülüp işten dönen yorgun insanların, yollarda sıkışıp kalan otomobillerin arasından ıslak asfalta indi.
Büşra Altuntaş
Delira: Latince yoldan çıkmış, delirmiş.
[1] Albert Camus – Yabancı.
[2] Gustave Flaubert – Bir Delinin Anıları.
Anlatımınız çok hoşuma gitti. Zaman sıçramaları çok başarılı verilmiş biröykü. Öyküdeki hüzün yakaladı beni. İçine aldı. Beğenerek okudum.
Çok teşekkür ederim nazik yorumunuz için. 🙂
Carpici bir anlatim.Elinize saglik
Çok teşekkür ederim.