Doğa Cihan

Eylül ortasında toz mavi gökyüzüne serpiştirilmiş kar beyazı bulutlar usulca salınıyor. Beyhude bir rüzgâr dolanıyor etrafta. Bağbozumunda toplanan üzümler efil efil kokuşmaya başlamış. Güneşin sıcağına serilmiş küfelerden kadifemsi bir his yükseliyor semaya. Bağların ötesindeki tepenin ardında uluca bir çınar ağacı var. Dallarındaki yaprak düğümleri nasırla kaplanmış. Ceset gibi bir çınar ağacı ve çırılçıplak. Ağacın savruk gölgesinde bir baba oğluyla konuşuyor. Bıyıkları henüz terlememiş çocuğun elinde eğreti bir havalı tüfek… Oysa avuç içleri göz göz terliyor. Babası arkasından sarılmış, tüfeği beraberce tutuyorlar. “Tetiği nazikçe ezeceksin” diyor baba, akabinde ürkünç bir “pat!” sesi. Ağacın dallarında dinlenen göçmen kuşların kanat çırpışları patlamanın yankısına karışıyor. Önce ensesine bir şaplak iniyor oğlanın. Kimseye zarar vermeyen karavana bir atışın yegâne sonucu bu. Tüfeği ağacın köküne bırakıyor baba. İrin dolu gözleri taşmak üzere olan bir kan çanağını andırıyor. Evladının avuçlarını akışkan bir çamur gibi şekillendirirken anlatmaya devam ediyor: “Tüfeği avcunda bir kuş varmış gibi tutacaksın. Parmakların kuşa parmaklık olacak. Öldürmeden hapsedeceksin onu. Sonra sakince ezeceksin tetiği ve pat!”

Babasının gözlerinde dünyayı daha kırmızı görüyor. Oraya ait olmak istiyor. İçinde kalan bir tutam saflığı da avucuna tükürüp tüfeğe dipçiğinden sarılıyor. Havaya üç el atış. İlki kuşlardan önce göğü deliyor. Masmavi gök toz gibi dağılmakta. Kurşuni bir alacanın hâkimiyeti göğü esir alıyor. Ardından patır patır bir kuş yağmuru. Birer ikişer aşağı düşen kuşlar ve haybeye uçuşan tüyleri. Adı sanı duyulmayan bir diyarın karaltısında toprağı boyluyorlar. En sonunda ben vuruluyorum kör olası bir saçmanın kanadıma uğramasıyla. O ulu çınarın altında yüzlerce çolak kuş ve ben lanetli bir mıh gibi çakılı duruyoruz. Yavaşça uzaklaşan iki erk kahkaha bir boğum yüreğimizde davul gibi tınlıyor. Kanatları olmayan kuşlarız artık. Yürüyoruz, halen nefes almaya devam ediyoruz ve fakat uçmaktan bihaber.

Günlerdir bu kâbusla uyanıyorum. Kulağımda hala defedemediğim kahkahalar uğuldarken, bir kuşun gözünün ardına saklanmanın tarifsiz hissini içimde saklıyorum. Ayakucumda uyuyan abimin hırıltıları eşliğinde hiç sahip olmadığım bazı şeylerin kayboluşundaki azabı düşünüyorum ve Hüma’yı: onun ayakları da yere değiyor mudur şimdi?

Çünkü aklı bir karış havada, ayakları yerden kesilmiş Hüma’yı bir süredir görmüyorum. Her sabah yürüdüğüm köy okulunun sapa yolunu aydınlatan sicim gibi bir ışık huzmesinin kayboluşu canımı yakıyor. Avuçlarımızın sımsıkı kenetlenmesiyle hafifleyen ruhumu ve bir anlığına tabanımla yer arasındaki o kısa mesafeyi anımsıyorum. Kucaklaşırken taze ortancalar gibi açmaya başlamış memelerimizin birbirine değmesiyle yaşadığımız utançtan utanıyorum. Ve korkuyorum. Hüma’nın yokluğunda köy ahalisinin bu suskunluğu beni korkutuyor. İnsanın varlığı hatıraları kadar mıdır yoksa?

Hüma’yı, üzümün suyu tırnaklarından toprağa kan misali dökülen babasını kalantor bir kasabalının elini sıktığından beri görmüyorum. Yaşlı adamın eli de aynı kana bulanıyor. Kirlenmenin tam da böyle bir temastan yayıldığına inanırken babalarımızın ve o sıralar amca dediğimiz müstakbel kocalarımızın üzümden şekerlenmiş ellerine su döküyorum. Günlerdir hafızama kazınan dehşet dolu kızıl düşlerin esamisini silmek için avuçlarındaki kenef kokan oyuntuların her zerresini temizliyorum.

Hava karardı kararacak. Memesi sızlamakta olan kız çocuklarına verilen mühletin sonunu işaret ediyor mavinin laciverte çalınışı. İçi kurumuş su testilerini sırtlanıyorum. Bağdan köye her gün arşınladığım taşlık yolda kabalarına vura vura koşan baba minyatürlerine rastlıyorum. Ellerinde sapanlarla ters bir istikamete ilerliyorlar. Kimisi gözüne kestirdiği taşları topluyor yol kenarından kimisi naralar atarak geçiyor yanı başımdan. İşitmekte zorlandığım ulu çınara doğru uzanan naralar yüreğime saplanıyor. Hüma ile kaçış planları yaptığımız, bir gözümüz toprağa bakan bu köyde öteki gözümüzü göğe diktiğimiz, gölgesinde göçmen kuşlar gibi uçmayı düşlediğimiz çınar ağacına dönüp bakamıyorum.

O gecenin kör bir yarısında aynı kâbus musallat oluyor. Gözleri tiksinç bir zehirle mühürlenmiş baba, şuncacık oğlanın elinde uzatmalı bir tüfek, üç el kurşun, kömür tutmuş bir gökyüzü ve toprağa düşen kuşlar. Kâbusun bitmesi gereken andayım. Ha uyandım ha uyanacağım telaşıyla civarı seyrediyorum tahtalı güvercinin göz bebeğinden. Muğlak kahkahalar gitgide zifiri bir sessizliğe dönüşmekteyken tanış olduğum kırmızı rugan ayakkabının adımlarını duyuyorum ve her adımda ufalanan toprağın sesini. Hüma’yı narin bileklerinden kambur sırtına değin süzüyorum. Omzundaki üzüm dolu küfeyi çınar ağacının gövdesine yaslıyor. Başındaki işlemeli çaputu söküp alıyor eline. Bir dilek tutacak, uçmak isteyecek sanıyorum. Küfenin iki kenarına ayaklarıyla basıyor. Çaputunu çınarın dalına sıkıca bağladıktan sonra üstüne çıktığı küfeyi parmaklarının ucuyla itiyor. Yerden kesilmiş bir çift kırmızı pabuç acı bir titremenin ardından öylece duruyor havada, kaskatı. Bir anlamın peşindeki avare bakışlarım aklımı uyuşturuyor. Küfeyle beraber dört yana saçılıyor salkımlar. Dağılmış bir küfe üzüm, ezilmiş ve kırmızıya boyuyor toprağı. Onlarca kanatsız kuş üzümlerin başına üşüşüyorlar acizce. Bir boğum üzüm dişliyorlar, bir ömür göğü düşlüyorlar.

Oluk oluk terle ıslattığım döşeğimden kuşluk vakti serinliğiyle uyanıyorum. Aralanmış pencereden enseme üfleyen hava tüylerimi ürpertiyor. Kendime gelmek için yüzüme su çarpıyorum. Boşalmış ayaklarımı sürüyerek avluya çıkıyorum. Hava karanlık. Gökyüzünde en ufak bir yıldız dahi yok. Keskin bir yel esiyor. Derin bir nefes alıyorum ve beraberinde kekremsi bir tat. Kursağımda dilsiz bir kırlangıç çırpınıyor sanki. Genzim yanıyor. Uzaklardan, ta tepenin ardından midemi bulandıran çürümüş üzüm eziği kokusunu içime çekiyorum.

Doğa Cihan