Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):
4 milyar 540 milyon 874 bin 674. yıl, 82. Gün:
TELAŞ BANDOSU
Telaş Bandosu (İletişim Yayınları, 2022) Semih Öztürk’ün 2018’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülünü alan ilk kitabından (Önce Dağlar Kar Tutacak) sonraki ikinci öykü kitabı. Yazarı tanımak açısından okunası bir kitap: Sekiz öyküden ilk üçünün geleneksel anlatımları kimseyi yanıltmasın. Diğer beş öykü basbayağı postmodern. Öyle ki, aralarındaki fark geleneksel betili (figüratif) resim ile soyut resim arasındaki fark kadar şaşırtıcı. Farklı okur zevkine sesleniyorlar.
Benim için kitap ilk üç öyküden sonra ilginçleşti ise de, tek tek tüm öykülerin izlekleriyle biçemlerinin uyum içinde olduğunu ve bunun da değişik bir öykü bekleyişiyle bir sonraki öyküye geçme merakını artırdığını söylemeliyim. Monoloğa ve diyaloğa dayanan son beş öykü okura oyun tadı veriyor. Ondan da öte, “İstasyon” ve kitaba adını veren “Telaş Bandosu” açıkça oyun. İster istemez Oğuz Atay’ı andım. Özellikle de, karakterlerin uçuk-kaçıklıklarını dikkate aldığımda. Oyunlar üzerine yazılan öyküler, okur için –sevilen bir söyleyişle– çok katmanlılığa kapı açıyor.

Öztürk’ün “İstasyon” öyküsüyle, Mia Hansen-Løve’ın yazıp yönettiği İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın hayatını odağa alan “Bergman Adası” (2021) adlı postmodern film arasında rastlantısal bir paralellik var. Filmdeki senarist kadın karakterin yazmakta olduğu senaryo, film içinde sanki filmleşmiş gibi seyirciye gösterilir. Seyirci, senarist ile onun filmindeki kadın karakterin duygu ve düşüncelerini birbirinden ayıramaz. “İstasyon”da da, prova sırasında, aktörle, rolünü oynadığı karakterin duygu ve düşünceleri birbirine karışır ve metnin dışına taşmaları doğaçlama sanan yönetmen de işin içinden çıkamaz. Film dilinin değişimi nasıl günümüz sanatsal gerçekliğinin bir parçasıysa, öykü anlatımındaki yeni arayışlar da (dil, kurgu, atmosfer) öyle ve bu tür öykülere rast gelmek sevindirici.
Diğer öykülerden belirgin şekilde ayrılan ve anlatımın, soyutlama rüzgarına hamle yaptırdığı “Gazelle Gazella” öyküsünde, başlığın yardımıyla da olsa, okuru saran şüphenin sisi içinden bir ceylanın kanına giren avcının lanetlenmişliği okunabiliyor. Yoruma açık. Açıklığa kapalı.
Postmodern anlatıların okurun önüne açtığı, metinde bir şeyleri –yazardan pek fazla yardım almadan– “keşfetme” alanını önemsemiyor değilim, ancak görebildiğim açmaz; çokça, okur için değil de, kendileri için var olan metinlerin ortaya çıkması; “İstasyon” öyküsündeki karakterin dediği gibi, “(…) anlatılanların kurgu ve hayal dışında hiçbir şeye hizmet etmediği (…)”
Belki de, okuru postmodern anlatılara çeken tam da budur: Hani, yaşamımızda hiç de yabancısı olmadığımız bir duygu var ya, işte o; –hayatın kurgusundaki kaostan kaynaklanan– tamamlanmamışlık duygusu.
86. Gün:
BEN DATSUN STANZA
Nissan ailesinden bir Japon arabasıyım. 1980’lerde doğdum. Biz uzun yaşamayız. Bilemediniz en fazla 25-30 yıl. Gene de, yirminci yüzyıl sonlarında geçen dönem filmlerinde beni görebilirsiniz. Bazen böyle rolleri kabul ederek sevenlerime sürpriz yapıyorum.
Sporcu görünüşümün altında aileme hizmet için atan seri bir kalbim var. Dört pistonlu. Kalp motorumun ölmez olduğu dilden dile dolaşır. Sporculuğum görünüşümde yatıyor, ama ben kolaylığın uygarlık olduğunu bilen tasarımcılarım sayesinde iki yerine dört kapılı yapıldım. “Nissan ailesinden güzel çıkmaz,” diyenleri de görünüşümle yanılttım.
Gözlerim diğer arabalarınkilere benzemez. Bazılarının gözleri küskün bakar, bazıları da cin bakışlıdır. Benimkiler ise, yarar gözetilerek yapılan her şey gibi, gece karanlığında en fazla görmeyi sağlayacak şekildedir. O yüzden, dört gözlüyüm. İkisiyle yakınları görür, dördüyle birden de taaa! Anladınız. Geceyi gündüze çeviririm.
Bir gece bu yüzden ceza yedik. Bizi durduran polis memuru: “Nasıl olur da şehir içinde uzunları yakıp gidersin. Herkesin gözünü alıyorsun. Bende de bu arabadan var. Farların gücünü biliyorum. Sana ceza yazacağım. Ama, şunu da söyleyeyim, başka bir araba olsaydı ceza yazmazdım,” demez mi! Uzattı sürücüme ceza kağıdını. Ah! Ne güldüm ne güldüm. Sürücüm gülemedi tabii.

Seksenlerde, bilenler bilir, şehir dışı yollar böyle çok şeritli değildi. Orta çizgili, gidiş-gelişli, virajlı dar yollar. Her gün sayısız kaza. Öndeki arabayı geçeyim derken, hop karşıdan gelen bir kamyon. Geriye yerine. Becerebilirseniz o da. Bir daha dene. Hop! Bu sefer de tam öndeki aracı yarılamışken bir başka arabayla yüz yüze. Kaç türdeşim böyle can verdi. Pert oldular. Ben böyle tehlikeleri bilmem. Turbo gücüyle donandım. Sürücüm, gazı kökledi mi, roket gibi fırlar, aynı hızla öndeki aracın önüne geçerim. Bazı kendini bilmezler ben onları sollarken, hızlarını artırıp sözde beni geçirtmeyerek benimle eğlenmek isterler. Ama, birdenbire beni önlerinde görünce eğlenceleri kısa sürer. Turbo motorumla çok hayat kurtarmışımdır. Yerinde yapılan hız güvenlidir. Herkes bilmez diye söylüyorum.
80’lerin estetiğinin görsel kanıtıyım. Afili bir cümle bu biliyorum, ama gerçek. Arkadaşlarımdan çoğu yaşlanarak öldüler. Bense, bir klasik otomobil derneği üyesinin elinde ikinci gençliğimi yaşıyorum. Botoksla falan idare ediyorum. Devamlı yıkanır temizlenir, ayna gibi olurum. Yılda bir iki kez, podyum yolunda kedi yürüyüşü yaparım. Madalya, plaket, kupa gibi parlak şeyler verirler. Sevindirik olurum. Dışarı da fazla çıkmam, garajımda pinekler dururum. Ne diye çıkayım ki, üç dört şeritli geniş yollar beni korkutur. Hele kibirli ve şımarık elektrikli arabaları görmüyor muyum, egzoz gazım tepeme çıkıyor.
Geçen gün, koltuğumun altına sokuşturulan bir araba dergisine göz attım. Şaşırıp kaldım. Yapay zekalı mı ne diyorlar. Sürücüsüz tam otonom robo-taksiler bazı ülkelerde hizmete girmiş bile. Bu gibi haberler beni daha da nostaljik yapıyor. Benzinim alınırken kullanılan temassız kredi kartlarından sonra şimdi de temassız arabalar. Ne günlere kaldık!
Ben de istop edip durmuş neler söylüyorum. Bana mı kaldı insanlığın geleceği! Eğer insanlar kendilerine insansız bir gelecek kurmak istiyorlarsa, onların bileceği iş. Bu, bir teknoloji ürünü olan beni sevindirmeli. Öyle değil mi? — Teknoloji ve malzemenin insana karşı zaferi! Neyse, herkes devrinin ürünüdür ve çağında yaşamalıdır. Benim gibi, insanlara hizmet etmeye alıştırılan kıt zekalı biri, olacakları görmese daha iyi.
89. Gün:
BALKON
Gündüz
Balkona çıktı. Güneşli, limonata gibi bir gündü. Uzakları, bakabildiği kadar uzakları görmek içine ferahlık verdi. Derin bir nefes aldı. Denize baktı. Çilli bir yüz nasıl dikkat çeker kendine baktırırsa; rüzgârın, denizin lacivert yüzünde yarattığı, her an kaybolup yeniden beliren pamuk beyazı çillere gözleri uzunca daldı. Rüzgârı hissetti. Yönü birkaç derece şaşmış bir poyrazdı. Gözü, balkon demirlerine yakın, yere koyduğu uzun plastik sardunya saksılarına takıldı. Birine çarpan bir ayak onu hafifçe yerinden oynatıp eğmişti. Gözünü rahatsız etti. Ayağıyla saksıyı diğerlerinin sırasına çekerek onları aynı hizaya getirdi.
Gece
Balkona çıktı. Televizyondaki haber saatine beş dakika vardı. Uzakta, kaptan köşkleri aydınlatılmış beklemedeki şileplerin insana göz kırpan güverte ışıkları durgunlaşmış denizin karanlık aynasında yansıyordu. Haber özetleri verilirken içeri girdi. Ülkedeki ve dünyadaki düzensizlikler sıralanıyordu. Birileri bilerek veya bilmeyerek balkonundaki saksı örneği düzeni bozuyordu. Ülkenin ve dünyanın tek bir sahibi yoktu ki düzeltsin. Şimdi de, sokak kavgalarının haberleri görüntülü veriliyordu. Yeniden balkona çıktı. Öfkeli insanların çığlıkları komşu evlerin salonlarındaki televizyonlardan aynı anda boşalıyor, açık balkon kapılarından sokağa taşıyordu. Döngü tamamlanıyordu.
92. Gün:
Bir gün gelecek, insanlık, yazar robotları sahibine çalışan robot yazarlara yeğleyecektir.