İlay Bilgili

Davul gibi gergin memeleri beyaz geceliğin altından beliriyor. Simsiyah saçları al yanaklarına yapışmış terden. Âşık olduğu adam kapının önünde, biliyor. Ne çok konuştular bu ânı. Evin, ilk gördüğü andan beri âşık kocasına. Şimdi devleşmiş, koca bir balonu andıran karnında bir kız çocuğu kıvrılmış, dışarı çıkıp ilk nefesini almayı bekliyor. Kadının narin parmakları karnında, sanki elini oraya koyarsa içerideki küçük kızı her şeyden koruyabilecekmiş gibi… Ebe bağırıp duruyor, ıkın kızım ıkın. Annesi kundakları, zıbınları, küçük yastıkların pamuk kılıflarını kaynar sularda kaynatıp güneşte kurutmuş hep. Evin huzurlu, var gücüyle ıkınıyor kendi doğduğu büyüdüğü evde. Anne evinin verdiği huzur içerisinde, neredeyse bir cenin şimdi kadın. Vıcık vıcık, saydam bir et yığını, pelte bir insan yavrusu kayıyor bacaklarının arasından. “Maşallah,” diyor ebe çocuğu topuklarından tutarken. Ciğere giren ilk nefes, ilk ağlama, ilk çığlık inletiyor odayı. Evin hem ağlıyor, hem gülüyor. Kocası bebeğin sesini duyar duymaz dayanamayıp içeriye dalıyor. Bebek ebenin kucağında hâlâ. Adamın gözleri nemli, parlak. “Gözün aydın oğlum,” diyor kadının annesi. “Nihayet geldi kızımız.” Güzel bir örtüye sardıkları bebeği adama uzatıyorlar. Baba, ürkerek kucakladığı kızının adını döküyor ağzından. “Kajin.”

Sonra bir havan topu düşüyor Evin’in kucağına. Kocasını ilk görüşte sevmişti. Adamın bir şarapnel parçasıyla paramparça olan suratını reddediyor kadın, onu hep ilk gördüğü haliyle hatırlayacağına yemin ediyor. Siyah, dalgalı, parlak saçları, kirli sakalı, çıkık elmacık kemikleri ve belirgin âdem elması ile kocası Evin’in zihninde hep güzel ve aşk dolu bir hatıra olarak kalacak. Havan topu, doğduğu büyüdüğü, kızını doğurduğu evi yerle bir ediyor. Ev şimdi bir enkaz. Yıkıntıların arasında yalınayak koşturuyor Evin. “Kajin, Kajin! Memelerindeki süt çekiliveriyor birden, pörsüyor, içe çöküyor memeleri. Kaldırdığı bir taşın altından annesi çıkıyor. Beyaz tülbendi kan içinde, kıpkırmızı. Nefesi sıklaşıyor, ateşler sarıyor her yanını. Beyaz kundaklar, bebeğinin yatağı hep kıpkırmızı… Sesi kesiliyor kadının. Bebeği yok, bebeği yok. Elini karnına koyuyor, karnı bomboş, karnının içi bir savaş alanı. Çocukken salıncak kurdukları erik ağacının dalları alevler içinde. Kajin alevlerin içinden annesine doğru yürüyor. Evin, Kajin diye haykırıyor. Çocuk kan ve alevler sarmış bedeniyle annesinin kucağına yerleşiyor, kurumuş memeye yapışmadan evvel, “Benim adım Dılbirin,” diyor.

Kan ter içinde uyandı. Kajin hemen yanı başındaki küflenmiş şiltenin üzerinde mışıl mışıl uyuyordu. Gözlerinden akan yaşı sildi, nefesini sakinleştirdi sonra. Annesinin, kocasının yaralanmış, yağmalanmış bedenlerini oracıkta bırakıp evladına sarıldığı gibi kaçmıştı. Kızı için. Kendisi gibi kaçanları takip edip, aç susuz, gözlerinde yanan enkazlar ve toz bulutlarını da ardına katarak durmadan koşmuştu Evin. Bebek kah ağlıyor, kah istiyor, kah uyuyordu. Bir canavarın gücünü giyinmişti kadın, kendine inanamamıştı bile. Sınırlar, askerler, tel örgüler, gece ve sessizlik ve korku ve ter ve ardına bile bakmadan koşarken aslında evini, yurdunu, erik ağacını, annesinin mezarsız bedenini aklına getirmemeye çalışıyordu.

Neredeyse bir yıl olmuştu bu hiç bilmediği ülkeye geleli. İlk zamanlarda Hatay, oradan Adana derken, birkaç memleketlisiyle en son İstanbul’a varmışlardı. Bir kimliği, bir bileti, bir fotoğrafı yoktu Evin’in. Kızı sırtında sokak sokak gezerken bazen vitrinlerde görüyordu suratını. O zaman bir yüzü olduğu hatırına geliyordu. Yasını ertelemiş, sarıp sarmalamış, sırtındaki Kajin’in yanına bağlamıştı. Tutulamayan yası, kamburu, hazinesi, umudu ve kıyametiydi kadının. Bazen, içinden, sanki sesli söylese anlayacaklarmış gibi, sanki artık bir dili varmış gibi, kızına ninniler söylediği kelimeler bu ülkede üzerlerine basılıp yok sayılmıyormuş gibi umuda kapılarak bir gün huzur bulduğumda yasımı önüme açıp ağlayacağım, şimdi değil, şimdi değil, diyordu.

Sıcak bir Mayıs sabahıydı, yine Kajin’i sırtına almış, sokaklarda dolanıp, yiyecek, giyecek bir şeyler ararken ve bazı serin sokaklarda dilenirken ince bir sızı yürüdü beline. En çok zoruna giden de buydu Evin’in, eğer sorsalardı, eğer görselerdi. Her ay bacaklarının arasından süzülen kan içini yırtarak, yoklukla, belayla geliyordu her defasında. Gün geliyor Kajin’e bile yiyecek bir lokma bulamadan gün geçirdiği oluyordu. Ama ona dahi katlanabiliyordu. Her ay ayrı bir işkenceye dönüşüyordu her şey. Kendini temizlemek, sıcacık bir duş almak, sertçe keselenirken etini hırpalamak, sonra yine tertemiz bir iç çamaşırının ortasına bir ped yapıştırıp huzurla, huzurlu bir uykuya yatmak istiyordu. Sorsalardı. Eskimiş, kararmış iç çamaşırındaki ıslaklığı hissedince bıraktı kendini, gözünden yaşlar süzüldü. Kajin, annesinin gözyaşına baktı. Sanki sesli söylese anlayacaklarmış gibi, sanki bir dili varmış gibi, keşke erkek olsaydın diye geçirdi içinden. Sonra toparladı kendini. Çocuğu sırtladığı gibi sokaklarda hızla yürümeye başladı. Bir çöpün kenarından bulduğu boş bir su şişesini çantasına attı. Kajin’in üzerindeki eprimiş atlete baktı kirli parmaklarıyla. Adımlarını hızlandırdı. İki katlı müstakil evin arkasından yükselen minareyi görünce bir oh çekti. Caminin boş avlusuna daldı. Hızlı hızlı muslukların yanına gidip kızının elini yüzünü yıkadı. Bir çukur ettiği avucuna su soldurdu, içirdi yavrusuna. Mayıs sıcağında serinleyen çocuk gülümsedi, suyun iyileştirici gücü ikisine de bir an da olsa unutturdu her şeyi onlara. Birbirlerinin yüzüne su çarpıp gülüştüler.

Evin, çocuğu dizine oturtup çocuğun üzerindeki ince tişörtü sıyırdı. Atletle kalan çocuk şaşkın şaşkın annesine bakıyordu. Atleti de çıkardı sonra, tişörtü cılız bedene yeniden giydirdi. “Çok sıcak, serinle biraz,” dedi. Kendi dilinde, sesli söylerse Kajin anlardı, Kajin öğrenirdi. Kucakladığı kızıyla caminin tuvaletini aramaya koyuldu. Regli henüz başlamıştı ama acele etmezse her yanı batacaktı. Tuvaleti görür görmez, çocuğu kapının hemen önünde bıraktı. Ortalıkta kimsecikler yoktu, kapıyı tam kapatmadı. Kendisi işini hallederken Kajin uzaklaşmasın diye ona bilmeceler soruyordu. Eteğini sıyırdı, nemli, hafif kanlanmış külotunu bacaklarına değirmeden çıkardı, musluğun üzerine koydu. Çoğu zaman tuvalet kâğıdı olmayan tuvaletlerde bu kez tuvalet kâğıdı bulduğuna sevindi, Allah’a şükretti. Eline doladığı tuvalet kâğıdını hafifçe ıslattı, kendini temizledi. Külotunu da elinden geldiğince temizlemeye uğraştı, hazırlıksız yakalanmıştı bu kez, bu külotu yeniden giymek zorundaydı. Terliklerinin üzerinde yere basmamak için titreyen bir ceylan yavrusu gibi salınan Evin, iyi kötü temizlediği külotunu tüyleri uzamış bacaklarından geçirdi. Tek hamleyle, tek eliyle, kadınlığa özgü bir ustalıkla çantasına uzanıp Kajin’in üzerinden sıyırdığı atletini buldu çantasından. Güzelce katlamaya koyuldu, tuvalet kâğıdından koca bir tomar yapıp iki kat ettiği atletin arasına yerleştirip eliyle bacağının arasına yerleştirebileceği şekilde toparladı elindekileri. Kendisini birkaç saat idare edebilecek bu derme çatma kumaş parçasını özenle yerleştirip güzelce giydi iç çamaşırını. Eteğini tekrar geçirdi üzerine. Kajin’in şen mırıltırları Evin’in kulağında dolanıyordu. Tuvalet kâğıdından bolca koparıp çantasına attı. Çıkıp güzelce ellerini, yüzünü yıkadı. Bir nebze de olsa rahatlamıştı. Annesi geldi aklına birden, hemen düşünceyi savmaya çalışsa da onulmaz bir özlem ve öfke sardı içini. Kızının karın ağrısı azıcık hafiflesin diye Evin’in beline koyduğu o tertemiz, beyaz, ütüyle ısıtılmış havlular bu kez içini üşüttü kadının.

Çocuğun elinden tutup caminin avlusundan sokağa doğru yürümeye başladı. Hava mavi, turuncu ve sıcacıktı. Karınları acıkmaya başlamıştı, yiyecek bir şeyler bulması lazımdı. Evinden, ülkesinden binlerce kilometre ötede yapayalnız, dilsiz, kimliksiz, uzakta bir yerde ama oradaydı işte. Kızının küçük elini mutlulukla sardı Evin. “Kuşları dinle kızım,” dedi. “Ne güzel ötüyorlar bak.” Kendi dilinde. Kajin, gülümsedi. Camiden çok uzaklaşmadan sokakta uygun bulduğu bir kaldırıma oturdu, küçük kız yanında dolaşıyor, oynuyordu. Kirlenmiş, ufak parmakları ayağına büyük gelen terlikten dışarıya uzanıyordu çocuğun. İnce tişörtüyle koşturuyordu, Evin çocuğun atletini aldığı için üzgündü, bahardı ne de olsa, gölge nispeten serindi, üşütür müydü? Kızının rengi solgun siyah taytının altındaki şişmiş beze baktı. Canı sıkıldı birden, son bezdi bu. Onu da dün gece arkadaşından ödünç almıştı. Akşama kadar pişecek çocuk diye düşündü. Hepten tadı kaçtı. Sonra önünden geçerken kendisi ve Kajin’i süzen güzel giyimli, bakımlı kadına baktı o da gözünü ayırmadan. Evin, bir şeyler söyledi kadına, kadın anlamadı. Sesli söylese anlamayacaklarını zaten biliyordu. Bu kez kadın, bir şeyler geveledi. Evin, hızlıca kavradığı Kajin’i havaya kaldırdı, çocuğun şişmiş bezini gösterdi, bir sürü cümle ağzından çıkarken eliyle iki yapıp evladının yaşını anlatmaya çalıştı kadına, bez istedi kendince. Aynı dili konuşsalardı, “Çocuğumun bezi yok, bize bir paket bez alır mısınız,” derdi. Kadın bir dil konuşuyordu ama Evin’in dilini çoktan havan topları vurmuştu. Kadının yoluna devam etmeyip onunla ilgilenmesine sevindi Evin. Kadın da bir şeyler geveleyip karşıdaki bakkala girdi. Sonra da yandaki tuhafiyeye girip çıktı vakit kaybetmeden. Elinde bir paket çocuk bezi, kız için birkaç atlet, iç çamaşırı ve çorap vardı. Getirdi, hepsini bir şey söylemeden, güzel, içten bir gülümsemeyle Evin’in kucağına bıraktı. Kajin’e el sallayıp, sanki görünmez bu iki ruhu sadece o görmemiş gibi, her şey sıradanlıkla akarken yürüyüp gözden kayboldu kadın.

Evin, o kadının annesi olduğuna inandı. Annesinin ruhundan bir parçayı o kadına yolladığına ya da. İçinden geçirdiği şeyin olduğuna inanamadı. Birden, bir küçücük an, evlerinde ya da burada, uzakta varlığını duyumsadı. Kajin’e seslendi, koşa koşa tekrar camiye gitti. Ağacın gölgesine yatırdığı çocuğun altını temizledi, çantasına koyduğu tuvalet kâğıdını şişedeki suyla ıslatıp, küçük kızın poposunu ferahlattı, “Pişmesin annem,” dedi. Kendi dilinde. Ayağına yeni çoraplarını ve sırtına temiz atlet giydirdiği kızını alıp yeniden tuvalete koştu Evin. Çantasından çıkardığı çocuk bezini güzelce açtı, iç çamaşırına yerleştirdiği eğreti kanlı bezi dertop edip çöpe attı. Bebek bezini kendine bağladı, derin bir oh çekti sonra. Kızı da kendisi de tertemiz bir gün geçirebilirlerdi artık. Yavrusuna bakıp, iyi ki erkek değilsin, diye geçirdi içinden.

İlay Bilgili