Çocukluğum, çocukluğumun geçtiği kasaba, şimdi baktığımda üç ağaçtan oluşan bahçemizin sınırsızlığı; gaz lambası yanında annemin uyuyalım diye anlattığı cinli perili masallar ve bu masallardan fırlayanların, gündüz bile önünden geçerken korktuğum boş köy evlerinde arkamdan belirmesi, annemin korkuları, kaygıları ve bizi korumak adına bize yüklediği korkuların ve kaygıların ağırlığı, bu ağırlığın altında kah saklanarak kah ağlayarak ya da isyan ederek mücadele eden ergenlik dönemim…

Latife Tekin’in yirmili yaşlarında yazdığı bu kitap beni alıp otuz yıl öncesine götürüyor. Renkler, sesler, zamanı önüne katıp götüren mevsimler; kelimeler ardı ardına, masalsı bir biçimle, beni soluksuz bırakacak bir ritimle sayfalar arasında yol bulup akıyor…

1980’lerin toplumsal muhafazakarlığına ve siyasal baskısına Tekin’in kendi öz değerlerini, dilini, doğup büyüdüğü coğrafyada bir arada yaşadığı insanlara olan sevgisini korumak için gösterdiği direncin bir yansıması Sevgili Arsız Ölüm.

Metin, büyülü gerçeklikle yoğrulmuş masalsı bir kurgu ve binlerce yerel deyim ve deneyim içeren incelikli cümlelerle oluşturulmuş. Rasyonel ve modern aklın karşısında korku, sevgi, heyecan ve pişmanlığı yalın bir biçimde yorumlayan rüyalar, gündüz düşleri ve büyüler olayların akışını değiştiriyor. Ölüm yaşamın bir parçası hatta yaşamın devam etmesi için her daim varlığına başvurulan bir olgu. Din, sosyal hayatı düzenleyen bir norm olmaktan çok bireyin kendisiyle olan çatışmalarının en yoğun olduğu noktada sıyrılabilmek için başvurduğu bir çıkış noktası. Öyle ki, kişiler tanrıya kafa tutabiliyor ya da Azrail ile pazarlık edebiliyor.

Aktaş ailesinin yaşam serüveni köylerinde başlıyor. Dinamizme, değişime yeniliğe direnen, kendine has ceza sistemi ve kurallarıyla ötekini sindirmeye çalışan köy sakinlerinden farklı olan Huvat ve Atiye, masallarla ve hikayelerle örülmüş bu kapalı sistemden sıyrılıp ailesini kente taşıyor. Köy hayatının evin içine dahi müdahale edebilen kültürünün yerine kent yaşamının büyüklüğü, acımasızlığı ve yok sayıcılığı çıkıyor karşılarına. Yoksulluk ve işsizlik altında ezilen; ipe sapa gelmez, gerçek dışı yöntemleriyle sürekli başarısızlığa uğrayan pragmatist trajedi kahramanları olan evin erkekleri kendi hüsranlarında giderek dağılıyorlar.

Latife Tekin bir yandan önyargılarla, ayrımcı bir dille şekillenen toplumu, o toplumun kendi dilinde ve en ayrıntılı yapısıyla bize sunuyor, diğer yandan duvarlarında öfkeyi acıyı kaydeden parmak lekeleriyle dolu bir ev içinde birbirini sevgisiyle boğan, yanında olayım derken yalnızlaştıran, öksüz bırakan aileyi anlatıyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin en belirgin hissedildiği yer olan aile, kör göze parmak sokan bir dille değil, bu toplumun yerel dilinde yıllardır aktarılan sözlü kültürün sayısız örnekleri kullanılarak sunuluyor okura. Okudukça, anneannemiz ya da babaannemizin anlattığı acı ama gülümseten hatıraları gözümüzde canlandırabiliyoruz. Hâlâ maruz kalmaya devam ettiğimiz, toplumun inşa etmeye çalıştığı kadın ve erkek algısı, cinsellik, cinsel ve sosyal kimlik arayışı ve kadının toplumdaki yeri kitabın temel vurgularını oluşturuyor. Aktaş ailesinde kadın, tek başına var olamayan, bir erkeğin ona bakması gereken, hassas, zayıf ve de doğurgan değilse bir hiç iken erkek güçlü, duygularını göstermeyen, her türlü hakka ve özgürlüğe sahip, kimseye hesap vermeyen bir konumda duruyor.

Ailesinin dünyayla olan çatışmasının, insanları alt etme isteğinin, ötekine olan öfkesinin tersine evin en küçük çocuğu Dirmit’in doğayla, insanla ve her tür nesneyle barışçıl ve naif bir ilişkisi var. Çocukluğundan genç kızlığına ne zaman darlansa, ezilse, sesi soluğu kesilse kendini çemberin dışına atıp iç sesiyle dertleşerek direniyor. Kitapların dünyasına girdiği andan itibaren bir tulumba ya da bir kuşkuşotu dahi olsa bir dost edinmenin, aşık olmanın, sokaklarda, parklarda kendi düşlerinin peşinde koşmanın güzelliğinin, kendisine anlatılan hikayelerin dışında, rüzgarın esişinde, karın eriyişinde, güneşin doğuşunda, ayın yıldızların bir görünüp bir kayboluşunda var olan büyülü dünyanın farkına vardığı andan itibaren hiçbir şey bilmiyormuşçasına daha çok öğrenmek için çırpınıyor:

Dirmit kara neden kendisini kalabalığın içine götürüp soktuğunu sordu. Kar uzun uzun düşündü. Gökyüzünden her pul pul olup dökülmesinde neden eriyip gittiğini, tuttuğu yerden, çok geçmeden neden su olup aktığını anlatmaya başladı. Dirmit, kutu kutu evlerin damında tutan karın, insanların acılarına dayanamayıp eridiğini öğrenince şaşırdı.” (s. 190)

İnsanların onu dilsiz ve kör etmeye çalıştığı yerde kafasından geçen kelimeleri yüreğine koyuyor, yüreğini güp güp attıran kelimeleri gözyaşıyla kâğıda diziyor, yazdığı şiirleri dama çıkıp diğer evlerin damlarına, bulutlara, denize okuyor.

Dirmit’in isyanı kadının ve erkeğin toplumsal normlara ve öğretilere uymadığında nasıl ötekileştirildiği ve etiketlendiğini hissetmenin acısını, büyümenin her adımında derinden yaşayan okura yalnız olmadığını, hayallerinin ve iç sesinin ne kadar da kıymetli olduğunu hatırlatıyor. Sevgili Latife Tekin’in okudukça devleşen, zihnin en uç noktalarını zorlayan fantastik kurgusunu okumanın hazzını tarif edebilmek için günlerce kitaba geri dönmek ve bu tarifsizliğin içinden doğup beni yazmaya iten tatmini hissetmek muazzam bir deneyimdi. Bu benzersiz eserin beni en çok etkileyen satırlarıyla bitirmek istiyorum yazımı:

“Yanında belinde yürüyen insanlara kulak kesildi. Kulağına toplu bir çığlıktan başka bir şey gelmedi. Bir zaman adımlarını çığlıklara uydurup yürüdü. Ne diye bağıracağını düşündü. Karın, bağır, içini boşalt demesini hatırladı. Dudaklarını araladı. Elini yumruk edip kaldırdı. Yüreği heyecandan ‘güp! güp!’ atmaya başladı. Utançtan yanakları kıpkırmızı oldu. Gerisin geri yumruğunu çözüp elini indirdi. Derin derin soluyup yüreğinin çarpmasını dindirdi. Dilini ısırıp kuruyan ağzını ıslattı. Sonra içinden taşıp gelen, durdurmaya gücünün yetmediği incecik sesini kalabalığın sesine kattı. Bağırmaya başladı:

– şiirlerimi yırttılar! şiirlerimi yırttılar!” (s.189)

Züleyha Çelik