12.Ocak.23
Sonra birden, durduk yere ölüm gelir. İyi kötü, kör topal, eh işte yaşayıp gidiyorken hem de. Ansızın gelir. Gelir ve her şeyi (ama her şeyi) askıya alır: Açlık tokluk, uyku… Temel ihtiyaçlar bile durur.
Sonra kaldığı yerden, elbette devam eder her şey. Önce bir parça kuru ekmek yenir, sırf yıkılmamak, ayakta kalabilmek için. Sonra “normale” döner her şey zamanla. Aslında dönmez tabii, eskisi gibi değildir hiçbir şey. Nasıl olsun?
Hepimiz yaşarız ölümü. Kendimiz ölerek değil, biz öldüğümüzde ölümü yaşamayız. Başkalarının ölümüyle yaşarız ölümü. Ölüm karşısındaki duyguları hepimiz biliriz.
Temel olarak edebiyat, bize zaten bildiğimiz şeyleri anlatır. Ölüm gibi, aşk gibi, sıradanlık gibi, tırnağımızın kırılması gibi, başımızın ağrıması gibi… O yüzden bütün iş biçimde ve üsluptadır. Anlatılan hiçbir “konu” diğerinden üstün ya da değerli olmadığına göre mesele nasıl anlattığımızdadır.
Ölüm keşke olmasaydı.
Olmasaydı da anlatmamız eksik kalsaydı.
13.Ocak.23
Çocukken okul bahçesinde basket oynardık. Bizden en az yirmi yaş büyük bir adam vardı. Bilirdik, hafif gelgitliydi kafası. O yüzden çok korkmazdık. Gelip topu elimizden alır, kendi kendine potaya gider basket atardı: İki adım, turnike, basket! Top filesiz delikten geçtikten sonra da ayağındaki rugan ayakkabılara, kumaş pantolona aldırmaksızın kollarını iki yana açar, onu alkışlayan hayali tribünlere koşardı. Fakat tüm bunları yaparken bir yandan da spikermiş gibi konuşur, “Otoriteler ayağa kalktı!” deyip dururdu. Yüzünde de mağrur bir ifade. Deliydi işte, ama güzel gülerdi. Bu anlattıklarımı birkaç kez tekrarladıktan sonra da çeker giderdi. Biz tüm bu süre boyunca öylece durur, onu izlerdik.
Bazı yazarların tavırları da işte bu anlattığım abininki gibi. Ortada onları alkışlayan kimse yok, ama onlar tribünlere koşuyorlar ve avazları çıktığı kadar bağırıyorlar: “Otoriteler ayağa kalktı!” Oysa kimsenin ayağa kalktığı yok. Daha kötüsü, ortada ciddiye alınacak bir “otorite” de yok.
14.Ocak.23
Sokakta ağlayan insan çaresizdir. Sokakta ağladığı için değil, ağlayacak yeri olmadığı için. Ağlayacak kuytu bir köşe bulmaya takati kalmayıp olduğu yere çöküp ağladığı için. Artık kendini tutamadığı için, tutmaya gücü kalmadığı için…
Ne zaman sokakta ağlayan birini görsem gidip teselli edesim gelir. Sonra yapılacak en iyi şeyin onu yalnız bırakmak olduğunu düşünürüm. Kalabalıklar arasında ağlayanın en çok ihtiyaç duyduğu şey mahrem bir alandır çünkü.
Kendimden biliyorum.
15.Ocak.23
Kış atlatılması gereken bir mevsim. Yoksullar için böyle. Yani çoğumuz için.
16.Ocak.23
Kimse eleştiri yok demesin: Çok sağlam bir eleştiri yazısı okudum. 2001 yılında sekiz “genç” yazarla yapılmış bir söyleşinin, bu söyleşide edilen sözlerin, ortaya atılan fikirlerin eleştirildiği bu güzel yazı 2003 yılında yayımlanmış.
17.Ocak.23
Bütün okurların başına geliyordur; geliyor, biliyorum. Okuduğumuz kitapları unutuyoruz, çok beğendiğimiz bir öyküyü bile ancak hayal meyal hatırlıyoruz çoğu zaman. Moralimiz bozuluyor haliyle.
Artık kabullenmeli: Okuduğumuz, beğendiğimiz iyi edebiyat metinlerini dahi unutacağız (hatta bazen kötü örnekler daha fazla yer kaplayacak zihnimizde). İyi bir yemeğin tadının hatırası gibi; bir lezzetin, keyfin hatırası gibi bir iz kalacak iyi kitaplardan, filmlerden geriye.
O izin hatırası, işte o kalacak bizimle. Hiçbir yere gitmeyecek.
Söz gelimi, Gorki’nin “Ana” romanını elbette unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Fakat romanı okuduğumda hissettiklerim, 13-14 yaşlarındaydım, aklımda hâlâ. O coşkunun, o heyecanın izi duruyor bende.
İsterseniz “abartma içerdiğini” düşünün bu söylediğimin, serbestsiniz: İstediği kadar unutmuş olsun, bazı romanları okumuş ve henüz okumamış kişileri ayırt edebilirsiniz. Bazı romanların, bazı şiirlerin hatırası vardır o unutkanların üstünde. O hatıranın kokusunu alırsınız onlardan. Davranışlarından, ettikleri bir sözden, hatta bakışlarından ve gülüşlerinden belli olur.
18.Ocak.23
Yazdıklarında durma ironiye, ince alaya, mizahi olana meyleden yazarlar… Hayatı çok ciddiye alan, başkalarının kolaylıkla “karamsar” yaftasını yakıştırdıkları insanlardır onlar. Hayatı çok ciddiye alanlar, kederden ölmemek için böyle davranırlar.
Kendimden biliyorum.
20.Ocak.23
Bu aralar güzel filmlere tesadüf ettim. Fakat içlerinde beni en çok etkileyen “Ay Carmela!” (1990) oldu. Carlos Saura’nın filmi İspanya İç Savaşı sırasında üç kişilik bir kumpanyanın başlarına geleni anlatıyor. (TRT 2’de yayımlanan Kelimeler ve Şeyler programında bahsedildi filmden. Öyle aldık izleme listemize.)

Filmi izledikten sonra bir İspanya seyahati planlamaya başladım hemen. Alınacaklar listesi çıkardım: Selam Olsun Katalonya’ya (Can), Karanlık Manolya (Kırmızı Kedi), İspanya, Yaşasın Ölüm (Can), Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Bilgi).
Gerçek bir seyahatten daha heyecanlısı bekliyor şimdi beni.
23.Ocak.23
“Ankara, Mon Amour!”un bende güzel bir hatırası olması nedeniyle Şükran Yiğit’in “Bir Kış Yolculuğu” adlı novellasına el attım. Doğrusu, metnin başından sonuna değin karşılaştığım bozuk, dağınık ve bazıları düpedüz yanlış kurulmuş cümlelerden dolayı metne ısınamadım.

Notlar kısmını, epigrafı ve teşekkür faslını çıkardıktan sonra 89 sayfalık bir novella var elimizde. Böylesi kısa-yoğun bir metinde Türkçe sözdizimine uymayan çok fazla cümle ve ifadeyle karşılaşınca bir yerden sonra not etmeyi bıraktım. Yine de meramımı anlatmak için birkaçını yazacağım. Kitaptaki cümlelerin ardından gelen italik cümleler benim cümlelerim, önerilerim. Çözümden ya da öneriden ziyade “yanlışın” nerede olduğunun daha iyi anlaşılması için yazdım onları:
Sayfa 9: “Öte yandan kendimi İstanbul’da öyle kıstırılmış hissediyor ve o kadar hiç bilmediğim başka bir yere gitmek istiyordum ki!”
Elbette pek çok farklı biçimde ifade edilebilir ancak yazarın cümlesini çok fazla bozmadan yapılacak olan şu: “Öte yandan kendimi İstanbul’da öyle kıstırılmış hissediyordum ve hiç bilmediğim bir yere gitmeyi o kadar çok istiyordum ki!”
Yine sayfa 9: “Bavula ilk önce dosyayı koymuştum. Karımın Krakow’da çektiği fotoğrafları nasıl dünyada ilk kez gördüğü nadide bir bitkiyi saklayacaksa öyle sakladığı; o özenle bir dosyaya yerleştirip, incecik ve uçarı el yazısıyla tek tek fotoğrafların çekildiği tarihleri ve yerlerini belirttiği dosyayı.”
“Bavula ilk önce dosyayı koymuştum. Karımın Krakow’da çektiği fotoğrafları, dünyada ilk kez gördüğü nadide bir bitkiyi nasıl saklayacaksa öyle sakladığı, o özenle bir dosyaya yerleştirip incecik ve uçarı el yazısıyla tek tek fotoğrafların çekildiği tarihleri ve yerlerini belirttiği dosyayı.”
Sayfa 16: “O akşamüstü Antoni’yle doğduğu, büyüdüğü ve hâlâ ailesinin oturduğu evin önünde ayrıldık. Bütün ısrarlarına rağmen içeriye girmek istemedim. Ama bekleyip apartmanda ışığın yanmasını bekledim.”
“… Ama durup apartmanda ışığın yanmasını bekledim.”
Sayfa 28: “Fakat Zuhal’in gösterdiği yolun izinden giderek şehirle olağanın dışında bir ilişki kurmam ve Zuhal dışında sadece onun tanık olduğu ve sadece ikimizin bildiği bir gerçeğin varlığıyla sanki kent ruhunu bana açmaya başlamış ve kilisedeki konserde tanık olduğum o an da bu duygumu pekiştirmişti.”
“Sadece onun tanık olduğu”ndaki “onun” sanıyorum şehir, yani Krakow. Orayı geçelim, cümlenin ilk kısmında sorun var. Şöyle düzeltilebilir belki:
“Fakat Zuhal’in gösterdiği yolun izinden giderek şehirle olağanın dışında bir ilişki kurmam sayesinde ve Zuhal dışında sadece onun tanık olduğu ve sadece ikimizin bildiği bir gerçeğin varlığıyla sanki kent ruhunu bana açmaya başlamış, kilisedeki konserde tanık olduğum o an da bu duygumu pekiştirmişti.”
Sayfa 29: “Efsaneye göre şehir halkına istilacıların gelişini haber verip, şehir kapılarının vaktinde kapanmasını sağlayan trompetçinin (belki borazancıbaşı demeliyim) kendisi bir okla vurulunca melodisi de yarım kalmıştı. Yüzyıllardır her saat başı yarım bırakılan bu melodiyle o trompetçiyi anıyordu Krakow.”
“Efsaneye göre şehir halkına istilacıların gelişini haber verip şehir kapılarının vaktinde kapanmasını sağlayan trompetçi (belki borazancıbaşı demeliyim) bir okla vurulunca melodisi de yarım kalmıştı. Yüzyıllardır her saat başında, yarım bırakılan bu melodiyle o trompetçiyi anıyordu Krakow.”
Not ettiğim hatalı cümlelerin hepsini yazmayacağımı söylemiştim. Biraz ilerleyip novellanın sonlarına gelelim:
Sayfa 84: “O akşam onlara Krakow’da nasıl Zuhal’in izini sürdüğümü anlatmıştım önce.”
“O akşam onlara Krakow’da Zuhal’in izini nasıl sürdüğümü anlatmıştım önce.”
Sayfa 93: “Ne ilk aşkımdı ne de son. Ama beni, en çok benim istediğim gibi, o sevmişti.”
“Ne ilk aşkımdı ne de son. Ama beni, benim istediğim gibi, en çok o sevmişti.”
Niyetim hata avcılığı yapmak değil, bunu açıkça ve dürüstçe söylemek isterim. Yalnızca bu kusurlu cümlelere bakılarak yabana atılacak bir metin de değil Bir Kış Yolculuğu. Bir hikâyesi, duyarlılığı var. Nedir, bir masa satın alacağınızı düşünün. Masanın yüzeyinde bakmaya doyamayacağınız güzellikte işlemeler, desenler, kabartmalar var diyelim. Fakat masanın ayaklarını kusurlu yapmış marangoz. (Olabilir, hata yapmak insana özgüdür, hepimiz yaparız.) Dolayısıyla masa sabit durmuyor. Yani en temel işlevinden yoksun. Bu durumda, marangozun yaptığı ince işçiliği mi översiniz yoksa masanın ayaklarının düzeltilmesi gerektiğinden mi söz edersiniz? Durum aşağı yukarı böyle.
Onur Çalı
İspanya ile ilgili bir film çnerim var;
“Arı Kovanının Ruhu (İspanyolca: El espíritu de la colmena), 1973’te Víctor Erice tarafından çekilmiş, dram türündeki İspanyol sinema filmidir. Kastilya kırsalında geçen öyküde, Ana adlı bir çocuğun hayalleri, keşifleri ve duyguları işlenmektedir. Filmde iç savaş sonrası İspanya’sında, bir ailenin yaşamından bir kesit sunulmaktadır.[1] Arı Kovanının Ruhu, bir çocuğun iç dünyasının büyüleyici bir portresi olarak nitelendirilmiştir.”
wikipedia