Hasan Öztürk ile yeni kitabı “İktidarın Gölgesi ve Roman” hakkında konuştuk.

İlker Aslan

Hocam, öncelikle sekizinci kitabınız hayırlı olsun. Bu kitabınızı ben diğerlerinden ayrı yerde konumlandıracağım müsaadenizle. İktidarın Gölgesi ve Roman, Türk edebiyatında roman türünü “iktidar” eksenli bakış açısıyla ele alıyor. Kitabınızı öncekilerden farklı olarak bu şekilde düzenleme fikri nasıl oluştu? Kitabın oluşum sürecinden hareketle cevaplarsanız, hem sizi belki ilk kez okuyacak okurlar için de bir yol haritası sunmuş oluruz.

Kitabımla ilgili dilekleriniz için teşekkür ediyorum. Evet, bu sekizinci kitabımın öncekilerden ayrılan önemli bir yanı var. İktidarın Gölgesi ve Roman kitabım, yalnızca ‘roman’ yazılarından oluşan bir kitap. Öykü değerlendirmeleri de içeren Kurmaca ve Gerçeklik adlı dördüncü kitabımda ‘roman’ yazıları vardı, sonraki; Kendine Bakan Edebiyat, Gündem Edebiyat ve Üç Duraklı Yolculuk adlı kitaplarımda, romanları konu edinen yazılarım yoktu. Bu kitabımda, yirmiyi aşkın romancının bir o kadar sayıdaki romanlarını konu edinen yazılarım yer alıyor. Dosyamda yabancı yazarların romanlarıyla ilgili yazılar da vardı ancak kitaplaşama aşamasında onları kitaba almamayı uygun gördük. Uygun gördük diyorum çünkü kitabımın editörlüğünü üstlenen Tuğba Çelik’in önerisiyle bu biçimde karar kıldık, böylesi iyi de oldu. Bu düzenlemede, Kurmaca ve Gerçeklik kitabımdan iki yazıyı bu kitabıma ekledim.

Yaklaşık on yıllık sürenin ürünü yazılarımı kitaplaştırırken incelediğim romanların değindiği dönemleri dikkate alarak yazıların dört başlık altında toplanması uygun düzenleme oldu. Kitabımda anılan ilk roman ile sonuncusundaki olaylarının zamanına bakılırsa yüz yıllık bir döneme tanıklık eden romanları değerlendirmişim diyebilirim. Halit Ziya’nın, II. Abdülhamid dönemini (1876-1909) konu edinen Nesl-i Ahîr romanı ile Mehmet Eroğlu’nun 12 Eylül 1980 dönemini anlatan Yüz:1981 romanı arasındaki yüz yılın yansımalarıdır değerlendirdiğim romanlar. Yüz yıl içerisinde ne çok ve büyük olaylar yaşamışız ki saymaya gelmez: İmparatorluk, II. Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Mütareke, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet, II. Dünya Savaşı, 40’lı yıllar, siyasette çok partili dönem, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980… Kitabımı okumak, romanlar ile bir yüzyıla tanık olmaktır.

Kitabımın, “Yıkılış ile Kuruluş Arası” başlıklı ilk bölümünde Halit Ziya, Refik Halit, Esendal ve Tanpınar’ın; İmparatorluk sonu ile yeni rejim öncesindeki tarihsel, toplumsal ve politik olayları konu edinen romanları yer alıyor. “Kurtuluş ile Kuruluş Arasında Cumhuriyet” başlıklı ikinci bölümde; İskender Fahrettin Sertelli, Ahmet Ağaoğlu, Yakup Kadri ve Reşat Nuri’nin romanlarında; resmi tarih tezi, rejimin din politikası, heyecanını kaybeden yöneticilerin neden olduğu rejim sorunlarına değinen romanları seçtim. Halide Edip, Şevket Süreyya, Reşat Enis, Sait Faik ve Ayla Kutlu’nun romanlarına yansıyan tek parti yıllarındaki büyük savaşın yarattığı karamsar ortam ise “1940’ların Karanlığında Yerinde Sayanlar” başlıklı üçüncü bölümdeki yazılardadır. Kitabın son bölümü “Darbeler Dönemi” başlıklı bölümde, onar yıllık arayla tekrarlanan periyodik darbelerin yansıdığı romanların yazıları var. Sevinç Çokum, Demokrat Parti ve 27 Mayıs dönemini anlatıyor. Aclan Sayılgan ise 27 Mayıs’ı 12 Mart’a bağlayan belgesel bir romanın yazarı. Melih Cevdet’in 70’li yıllardaki Gizli Emir ve İsa’nın Güncesi romanlarını, otoriter rejimlerin çağında başucu metni sayıyorum. 12 Eylül Darbesi’nin toplumsal yaşamdaki farklı yansımaları için dört kitap seçtim: Suda Bulanık Oyunlar, Gece Dersleri, Ya Tahammül ya Sefer ve Yüz: 1981.

Dediğiniz gibi, kitapta çok geniş bir yelpazede oldukça fazla sayıda yazarın eserlerini ele alıyorsunuz. Halit Ziya ile açılan perde Mehmet Eroğlu ile kapanıyor. Arada Tanpınar, Yakup Kadri, Sait Faik, Mustafa Kutlu, Sevinç Çokum, Latife Tekin… Önsözde belli ölçüde bahsediyorsunuz ama yine de soralım: Farklı dönemlerin insanları olan bu yazarların, sizin bakış açınıza göre edebiyatı ve iktidarı yorumlama biçimlerinde ne gibi farklılıklar/ benzerlikler vardı?

Edebiyat metni elimize ulaşan romancı, yaşayış biçimiyle farklılıkları olsa da toplumsal yaşamda her birimizden biridir. Böyle bakıldığında romancıyı kendi zamanından büsbütün bağımsız düşünmemek gerektiğini söyleyebiliriz. Her dönemki iktidar gücünün, başkalarını olduğu gibi sanatçıları da kendi ideolojisinin emrinde görmek istediğini söylemek bile fazladır. Sanatçıların, burada romancıların diyelim, otorite karşısındaki yer alış biçimleri değişiklikler gösterir. Yansımaları farklılıklar gösterse de iktidarın yanında yer almak ve iktidarın karşısında olmak, belirgin tavır alışlardır. Bir de kendini unutuluşa terk ederek sanatında derinleşmek vardır ki bu da önemli bir tavır alıştır bence. Her zaman ‘siyasal iktidar’ değil, bazı durumlarda ‘sosyal iktidar’ güçlerinden sayacağımız yaşanılan zamanın genel atmosferi de romancılar üzerinde etkili güç olabilir. Durduğunuz ve baktığınız yerden görünen güçtür iktidar bu nedenle zaman içinde değişebilir. Unutmayalım ki romancılar; toplumbilim uzmanı, kanaat önderi, dava adamı, politik lider ya da benzeri değildir.

Nesl-i Ahîr romanında Abdülhamid döneminin baskı ve sansür politikalarını anlatan Halit Ziya, ardından Meşrutiyet sonrasında önemli görev üstlenmiştir sarayda. İskender Fahrettin, rejimin mitolojik övgüsünü resmi tarih teziyle kurgularken Ahmet Ağaoğlu, kendisinin dâhil olduğu rejime alternatifler üretir. Moskova’da, söz yerindeyse sol kültürün rahle-i tedrisinden geçmiş, Tek Adam ve İkinci Adam yazarı Şevket Süreyya, sonlara doğru yazdığı Toprak Uyanırsa anı romanında, içinden geldiği rejimin işleyişini eleştiriyor. İktidar dayatmalarından yılmış Sait Faik’in tavrı ‘kaçış’ psikolojisiyle anlatılabilir. Sevinç Çokum, gadre uğramış DP iktidarının yanındadır. Melih Cevdet, korku imparatorluğu ve iktidarın gözetleme tutkusunu Gizli Emir ve İsa’nın Güncesi ile evrensel boyutlara taşımıştır. Bizim edebiyatımızda siyaset-mafya-medya üçlüsünün her dönem orkestra düzeniyle işleyen bağlantısını Deprem (Aclan Sayılgan) ölçüsünde ustalıkla kurgulayan başka roman varsa da ben bilmiyorum. 12 Eylül askerî darbesi bir güç dayatmasıdır ancak toplumdaki yansımaları farklılıklar göstermiştir. Cemil Kavukçu, 12 Eylül öncesinin fotoğrafını çekmiş gibidir. Mehmet Eroğlu, ‘düdük sesi’ sonrasındaki toplumda değer yitimini vurgularken Latife Tekin ile Mustafa Kutlu, düşünceleri ayrı çevrelerin zihinsel çözülmelere dikkat çekmişlerdir.

Değerlendirdiğim romanların şaşırtıcı ortak vurguları var. 1909’da yayımlanan Nesl-i Ahîr romanındaki gözetlenme, muhbir korkusu ve sansür, yıllar sonraki Gizli Emir ve İsa’nın Güncesi romanları yanında devede kulaktır açıkçası. II. Abdülhamit dönemiyle Millî Şef iktidarının adsız hafiyeleri, sonraki dönemlerde Âdemelması (İsa’nın Güncesi) adıyla kutsal görevlerinin başındadır. Esendal’ın Miras romanıyla Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler’i, saray iktidarı karşındaki dağınık muhalefeti İstanbul’da umduklarını bulamamış gençleriyle anlatmakla birbirlerine yakındır. Miras’ın Meşrutiyet sonrası ‘türedi zenginleri’, Sonsuz Panayır’da savaş vurguncusu karaborsacılar olarak çıkar karşımıza. Bu fırsatçılarla 27 Mayıs günlerinde Karanlığa Direnen Yıldız’da yeniden karşılaşırız. Refik Halit’te, Meşrutiyet iktidarında çıkarları için ailece siyasete girenleri, ‘büyük inkılabın küçük politikalar için harcandığı’ tezini işleyen Panorama’nın bilinçli ve muhteris parti örgütçüleridir. Panorama, beylik sözlerle yetinip halka ilgisiz parti (CHP) seçkinlerine yönelik eleştirileriyle Toprak Uyanırsa ve Karanlığa Direnen Yıldız romanlarıyla benzerlikleri olan romandır. Reşat Nuri’nin Ali Şahin adlı genç öğretmeniyle Şevket Süreyya’nın adsız emekli öğretmeninin halka farklı yaklaşım biçimleri, bugünün politikacıları için ders notu olmalıdır. Türkiye’den kaçan Üstün (Kaçış) ile evinden kaçan Gülfidan (Gece Dersleri), hesaplaşmayı seçen iki devrimcidir. Üstün, ‘dava’ için gerekeni yapamayışının ezikliğiyle kendisini eleştirirken “rüzgâr gibi militan” kız Gülfidan ise ‘dava’ için katıldığı davasız örgütüyle hesaplaşır. Bu hesaplaşmaya, konum değiştirmiş Mehmet Kostak (Deprem) da eklenmelidir. Değerlerini tüketen bir dünyada tutunamayan, sonları iç acıtıcı yazar Murat Ağabey (Ya Tahammül ya Sefer) ile yayıncı Veysel Ağabey (Karanlığa Direnen Yıldız), eylemleriyle ve akıbetleriyle ne kadar da yakındırlar birbirlerine. Sonunda hesaplaşmayı seçen sosyalist ‘devrimciler’ ile iyilikleriyle adları unutulan muhafazakâr ‘ağabeyler’, roman karakteri olmanın ötesinde toplumsal yaşamda ‘rol model’ olarak da dikkate alınmalıdır. Calvino, “herkes her kitaptan kendisine yarayan kitabı çıkarır” diyor ya benim de çıkardığım kitaplar, kitabımdadır.

Peki, ortaklıklar ve ayrışmalar noktasında, biz bu yazarlar toplamı içerisinde iktidarın edebiyatla olan ilişkisini nasıl yorumlamalıyız? Sizce iktidar, soyut ve somut anlamda, tarihin her döneminde elini edebiyatın (veya daha geniş bakarsak sanatın) üzerinde hissettirir mi? Bunu yazarın/sanatçının özgürlüğü bağlamında da düşünelim. Tabii böyle bir özgürlük gerçekten varsa…

Tarihsel süreçte, edebiyat ile iktidar gücünün ilişkisine tanık olmadığımız dönem olmamıştır. Adı her ne olursa olsun; krallık, tiranlık, sultanlık, hakanlık, imparatorluk, diktatörlük, ileri demokrasi vb. iktidar güçleriyle edebiyatın, edebiyat yazarının ilişkileri kaçınılmazdır. Söylediğimi bir kez daha söyleyeyim: İktidar gücü, sanatı/edebiyatı emrinde görmek ister bu nedenle edebiyatın tarihinin bir kısmını edebiyatın iktidarla sınavına ayırsak yeridir. Bu sınavın tarihini açık seçik belirlemenin pek kolay olmadığını da bilmemiz gerekir. Dünyanın bütün zamanlarında ve toplumlarında bu durum, yaklaşık böyledir. Felsefelerinde ‘estetik’ kaygı yerine ‘etik’ yaklaşımı önceleyerek sanatı iktidar perdesiyle gölgeleyen Konfüçyüs ile Platon’un kuramlarının ardından somut bir başlangıç için hiç olmazsa devrinin sanat hamisinin güzel bir ev hediye ettiği ve toprakları da yakın olduğu kral Augustus sayesinde dağılmaktan kurtulmuş Aeneis yazarı Vergilius’a karşılık, imparatorun devlete ihanet suçlamasıyla Roma’dan Romanya’ya gönderdiği Dönüşümler yazarı Ovidius’a dek gidebiliriz. Öyle ki bugünlere yaklaştıkça karmaşıklaşan bu süreci; sanatı, içinde var olduğu kültür zihniyetinin estetik bir yansıması gören Sorokin’in teziyle tanımlayarak ‘güzel sanatlar’ için onların “ideolojileri olmadan varolamazlardı” diyecek durumdayız. Toplumsal yaşamı dizayn etmek isterken gerektiğinde şiddet kullanmayı seçebilen siyasal iktidarın algısındaki sanat, kendisine belirlenen uygun alanda üretkenlik gösterebileceği gibi doğrudan ‘ideolojik aygıt’ olarak emre tabi propaganda aracı da olabilir. Siyasal iktidarın korosuna dâhil olmayan, hafif tabiriyle ‘muhalif’ olandır ki o, adlandırması değiştikçe payına düşen uygun karşılığı görür. Güzel sanatların herhangi birisiyle, doğada kendiliğinden olmayanı kendi yaratıcılığıyla var eden sanatçı dediğimiz kişinin ‘sanatçı’ olabilme ölçüsü işte bu kritik noktada, onun ‘itaat’ ile ‘özgürlük’ seçiminde belirir. Çünkü sanatçı; düşünen, sorgulayan, özgür iradesiyle anlayan ve yaşamı anlamlandırabilendir. Oysa iktidar, alternatif istemez.

Bu büyük daireyi küçülterek toparlamak için kadim zamanları, dünyayı ve başka sanat alanlarını kenarda bırakarak kendimize ve yalnızca edebiyata dönmek istediğimi söylesem bile başlangıç noktası belirlemem güçleşiyor yine. Orta Asya coğrafyasında kopuzuyla hakanlarının çadırlarına girebilen ozan, Platon’un, “güzelse bırakacağız söylesinler” dediklerinden olmalıdır. Yusuf Has Hacip, “insanları öğen ve yeren” şairlerden söz ederken iktidar sahibi yöneticiye, “Bunlar methederlerse bu medih bütün ülkelere yayılır eğer hicvederlerse insanın adı daima kötü olarak kalır” uyarısıyla yetinmeyip “bunların dilinden kendini satıl al” emrini de verir. Saraydan başka mekânı olmayan şair, “kılıçtan daha keskin” dili yerine, “kıldan ince” kalbiyle söylemelidir sözünü, aksine söz söyleyenleri Osmanlı şairi Nef’i’nin akıbeti beklemektedir. Padişah tarafından Meclis-i Mebusan’a başkan olarak atanan dilci ve tiyatrocu mebus Ahmet Vefik Paşa’nın, İstanbul mebusu Sabuf Efendi’nin, “Herhalde edebiyatı men etmek caiz değildir.” sorusuna verdiği, “Nasıl caiz değildir? Katli bile caizdir.” cevabına dikkat edilmelidir. İşte bu faşizan cevap, Tanzimat döneminin sürgün edebiyatçılarının Avrupa serüvenlerinin gerekçesidir. Dönemin toplumsal koşullarından haberdar olmayanlar, Servet-i Fünun sanatçılarını ‘sanat için sanat’ ile uğraşıp ‘toplumdan uzak’ olmakla eleştirebilirler ancak sadece Halit Ziya’nın Kırk Yıl adlı kitabında toplanan anılarını okumak bile dönemin sanatçılarına yönelik akıl almaz baskıları görmeye yeterlidir.

Yirminci yüzyıl, ulus devletler çağıdır ve eskinin yerine yeninin kurulduğu bu dönemde iktidarların yeni bir kimlik oluşturmada edebiyata olan ihtiyacı öncekilere oranla fazladır. Atatürk’ün, tiyatro provalarına giderek sahnede oyunlara müdahale etmesi bu yönüyle anlamlıdır. Bu, bizde böyle olduğu gibi Rusya’da, İtalya’da ve Almanya’da da böyledir. Yüzüncü yılına geldiğimiz Cumhuriyet rejiminin edebiyatçılara yönelik dayatmalarında herhangi bir döneminin bir başkasından farkı yoktur, takıma ayak uyduranlar hariç elbette. Çanakkale Savaşları sırasında oluşturulan ‘Heyet-i Edebiye’, işlevini sürdürsün istenmiştir bu dönemde. ‘Onuncu Yıl’ adına düzenlenecek büyük etkinlikte, sanatçılardan “inkılabın yüksek anlamını” işleyen eserler vermeleri istenmiştir ki onlar da bunu emir telakki etmişlerdir muhtemelen. Yemek sofrasında Atatürk’ün alnından öptüğü genç şair Behçet Kemal Çağlar, “Alnımdan öpen atam. Bu öpmeyi cehennemler silemez.” demekle kalmamış, yıllar sonra devlet adına Anadolu’ya gönderilecek ressamları yine devlet adına uyarmıştır: “Biz Anadolu’ya yayılan ressamlardan yalnız manzara yalnız desen yalnız kostüm değil; artık insan ve ruh istiyoruz. Tablolarında bize Türk denen insanı ve Türkiye denince yurdun bütün hususiyetiyle kokusunu ve havasını getirsinler.” Bu böyleyken sürgüne gönderilenlere, hapislere tıkılanlara ve haklarında dava açılan kitaplara liste yetmez. Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan romanına dava açılan, Sırça Köşk kitabı toplatılan Sabahattin Ali, bir sembol ve dramdır bu serüvende. Sait Faik’in, toplatılan Medarı Maişet Motoru romanının, sansür heyetince ekleme ve çıkarmalarla yıllar sonar Birtakım İnsanlar adıyla yayımlatılması ibret belgesidir. Reşat Enis’in Toprak Kokusu romanı, Meclis’te Toprak Reformu’nun görüşüldüğü 1945’te toplatılmıştır. Steinbeck’in 1949’da dilimize çevrilen Bitmeyen Kavga romanı da “Komünist propaganda yaptığı, cemiyetin aile nizamına karşı bozguncu fikirler taşıdığı” vb. gerekçelerle suçlanmıştır. Rıfat Ilgaz’ın “Sınıf” şiiri için beş buçuk yıl, Hasan İzzettin Dinamo’nun “Tren” şiiri için dört yıl hapis yattığını unutmayalım. Haldun Taner’in Günün Adamı adlı oyunu 1953’te prova aşamasındayken ‘zülfüyâre dokunur’ gerekçesiyle gösterimden çekilmiştir. Sevgi Soysal’ın 1970’te yayımlanan Yürümek romanı, 12 Mart 1971 Darbesi sonrasında “müstehcenlik” suçlamasıyla toplatılmışken Adalet Ağaoğlu’nun 1976’da yayımlanan Fikrimin İnce Gülü romanı 1981’de “askeri kuvvetleri aşağılama” gerekçesiyle toplatılmıştır. Liste uzayıp gider ancak bilelim ki “itaat et, rahat et” ilkesi asıl olarak edebiyat-iktidar ilişkisinde geçerlidir. İktidar, iktidardır ve güç ondadır; suyuna giden yazarı korur, besler, ödüllendirirken muhalif bildiklerini de dışlar, sansürler, cezalandırır, hapse atar, sürgüne gönderir ve gerekirse yok eder. İktidar güçtür, dil de koparır, kalem de kırar. Sonunda elinden mührü alınanlar, tarihin dolgu malzemeliği listesine eklenir, sanatçı insanlıkla yaşar. Gayrısı yoktur bunun. Albert Camus haklıdır: Sanat baskıdan doğar.

Hasan Öztürk

Hasan Öztürk’ün siyasetle, siyasetin sanat ve edebiyat üzerindeki yansımalarıyla ilgilendiğini biliyorum. Siyaset, hem okuma hem de yazma serüveninizde önemli bir rol oynuyor. Türkiye gibi politikada suların durulmadığı ülkelerde bu tip okumalara da ihtiyaç duyulduğu aşikâr. Geçenlerde sosyal medyada bir yazarın gençlere “kafanız rahat olsun istiyorsanız siyasetten uzak durun” dediğini okudum. Sizce gerçekten siyasetten uzak durmak mümkün mü? Sanatta, edebiyatta, hayatın bizzat içinde… Siyaset hem kişisel hayatınızda hem de okuma/yazma maceranızda nerede duruyor?

Bu görüşmenin cevabı müşkül sorusuna geldik. Gençlere, “kafanız rahat olsun istiyorsanız siyasetten uzak durun” diyen yazar, onlara bir başka gezegende ya da bitkisel hayat yaşayın demek istemiş ki her kim ise halt etmiş. Bu uyarıyı yaparken hangi şey siyasetten bağımsızdır ve bu gençlerin büyüyünce ne olacağına dair kayda değer bir cevabı olmalıydı ilgili yazarın. Baksanıza, Kafka’nın böceği de huzursuz, insan olamamaktan.

Siyaset denilen, sınırları belirsiz insanî etkinlik alanından büsbütün uzak kalmamız mümkün olmadığı gibi böyle bir çaba da gereksizdir, saçmadır. Güneşli bir yaz gününde insanlar evlerine kapanmıyor ama güneş kremini de ihmal etmiyor. Zamanı geldiğinde oy vermek, gerektiğinde aktif olarak politik yaşama katılmak, beğenmediğimizi değiştirmek ve uygun gördüğümüz yönetim için bilinçli bir tercihtir. Siyasetle kuracağımız ilgi, pervanenin ışığın etrafında dönüşüne benzer; çok yaklaşırsanız canınızdan, çok uzaklaşırsanız ışıktan olabilirsiniz. Ben de bu ülkenin periyodik darbelerinin ilkiyle yaşıt bir yurttaş olarak politik yaşamla ilgileniyorum elbette ancak bu ilgilenme, benim aktif politik yaşama eklemlendiğim anlamına gelmiyor. Kendime doğru yol almak, kendim olabilmek isterim ben bu nedenle kuracağım bir dünya için zaman ihtiyacım, sağlıktan sonraki ikinci seçeneğimdir.

Edebiyat, özellikle de roman çalışmalarım için siyaset okumaya çalışıyorum; İktidarın Gölgesi ve Roman kitabımı okuyanlar bunu açıkça görebilirler. Tarık Zafer Tunaya’nın Türkiye’de Siyasal Partiler kitabı başucu kaynağımdır, kitap kaç il başkanının masasında vardır bilemem. Calvino’nun uyarısı kulağımda: “Edebiyat, siyasetin işittiği dilin ötesini duyabilen bir kulak gibidir; siyasetin algıladığı renk skalasının ötesini görebilen bir göz gibidir.” Ben, ‘edebiyat’ ile yaşamak için ‘siyaset’ ile yazı işimin gereği ilgileniyorum.

Hocam kitaptan çıkacağız ama hazır böyle bir sohbet imkânı bulmuşken değinmeden geçmeyelim. Ekonomik şartların bu kadar zor olduğu bir dönemde Mavi Yeşil gibi bir dergiyi inatla basılı olarak okura ulaştırmaya devam ediyorsunuz. Mavi Yeşil özelinde veya daha geniş çerçevede edebiyat dergiciliğinin akıbetini nasıl görüyorsunuz?

Evet, Mavi Yeşil dergisi edebiyat ortamında birlikte büyüttüğümüz ve onunla birlikte büyüdüğümüz bir ‘çocuk’ sayılmalıdır. Söz yerindeyse bir fidan diktik toprağa ve birlikte sardık çevresini onu yaşatmak için. Bugünlerde ise gölgesinde serinlendiğimiz dallı budaklı bir ağaçtır diktiğimiz o fidan. 2000 yılının ilk günlerinde ilk sayımızla okura merhaba dedik. 2023 yılının ilk günlerindeki 139. sayımızla yolculuğumuzu yirmi dördüncü yıla taşıdık. Yirmi üç yıl boyunca hiçbir sayımızı aksatmadan her iki ayda bir okur karşısına çıktık. İlk sayımız; A4 ebadından bile küçük, on altı sayfalık fotokopi dergi idi. Şimdiyse edebiyat ortamında adından bir biçimde söz ettiren otuz iki sayfalık bir Mavi Yeşil dergisi vardır.

Bu ülkenin edebiyat ortamını, bu ortamın dergilerini ve bu ortamı sıkboğaz eden ekonomik koşulları burada söylemek bile fazla; âlemin malumudur bu sözünü ettiklerim. Yazı, iletişim ve teknik bakımından olanakların hayli kısıtlı olduğu bir dönemde, 2000 yılının başında ‘bir avuç genç’ ve ‘sıfır şans’ ile çıktık yola ancak yerimizde saymadık, küçük adımlarla da olsa yürüdük. Her sayımızın bir öncekinden zengin olmasına özen gösterdik. Çeyrek yüzyıla yaklaşan bu sürede yayımlarını sonlandıranlar olduğu gibi basılı ve sanal ortamda yeni dergiler de doğdu. Kapanan dergilerin haklı gerekçeleri olduğu gibi ‘merhaba’ diyenlerin de taze umutları vardır. Edebiyat dünyasındaki dergilerin bu doğum ve ölümleri, ‘ilgi’ sözcüğüyle anlatılabilir. Edebiyatın atardamarı dergileri var edenlerin hevesleri kursaklarında kalmasın demek, küçük de olsa ödenecek bir bedelle anlam kazanabilir, bunu bilmeliyiz. Tribünden bakmak yerine sahaya inmeyi önemsemelidir edebiyat ilgilileri.

Edebiyat dergilerinin handikabı parasızlık ve ilgisizlik, dergilerin sanal ortama yönelişini hızlandırıyor, bunun yadırganacak bir yanı yok ancak okur kıtlığı yaşanırken baş döndüren bir yazı çokluğuyla da karşı karşıyayız. Bu ülkenin, uzun süreceği anlaşılan ‘cilalı imaj’ çağında edebiyat dergilerini iyi günlerin beklemediğini söylemek müneccimlik bilgisi gerektirmez. Sorunlar, bizim de sorunlarımızdır elbette. Herhangi bir çevreyle dirsek teması olmayan Mavi Yeşil, bu ülkenin ne çok satılan, ne de çok okunan bir dergisidir. Bu böyleyken şunu söylemeliyim ki Mavi Yeşil, edebiyat ortamında okuru ve yazarıyla ilişkileri çok canlı olan bir dergidir. Dergiye (maviyesildergisi@gmail.com) ulaşan her bir ilgili, bu dergiden bir biçimde karşılık görmüş ve dergiyle buluşmuştur ki bu önemlidir edebiyat dergiciliğinde. Yirmi üç yıl boyunca dağıtım ağında olmadan okura yalnızca abone yöntemiyle ulaşmak, sözünü ettiğim bu canlı ilişkinin somut göstergesidir. Okurlarının ve yazarlarının samimi ilgileriyle bu günlere gelmiş dergi, bundan sonrası için de varlığını birilerinin himmeti ile gölgelendiremez. Edebiyat dergilerinin kapanmak için çıktığını Cemal Süreya söylemişti ya Mavi Yeşil de yaşadığı sürece sanal biçime dönüşmeden basılı dergi olarak var olacaktır.

139 sayılık sürecin özeti: aşk, emek ve sabır.