2023 Seyhan Livaneli Öykü Ödülü’nün Zülfü Livaneli, Barış İnce, Jale Sancak, Gaye Boralıoğlu, Hakan Akdoğan, Menekşe Toprak ve Zafer Köse’den oluşan seçici kurulu, beş adayı finalist olarak belirlemişti. Finalistlerden biri olan Nuray Elçin’in öyküsünü yayımlıyoruz.

Kadın ve erkeğin hikâyesi, kalemin mürekkebi tükenmeden kâğıda düşerek, aklın puslu yollarında kaybolmadan dilden dökülerek bin bir gecede, bin bir farklı şekilde anlatılmıştır. Âlemin ilk gecesinde yazılan son hikâye ise nicedir anlatmaya meylettiğim; lakin kelamda kusur olur düşüncesiyle zihnimin kuytularında sakladığım hikâyedir. Ben kim miyim? Tüm hikâyelerin şahidi; ancak sözüne güvenilmez bir adamım. Yahut kim bilir, belki de, bir kez bulup kaybettiğini aramaktan aklını yitirmiş bir kadınım. En nihayetinde hikâyelerin yükü sırtında kambura, mânâsı aklında deliliğe evrilmiş bir beşerim. Bu yüzden, elbette çoğu zaman şaşarım.
Dilber, üst kattan gelen karyola gıcırtısıyla uyandı. Yataktan kalkarken “Ne karıymışsın ulan Münevver,” dedi. “Kedi gibi adamları aslan olduklarına nasıl da inandırıyor kahpe.” Odasını dünyanın geri kalanından ayıran koyu pembe, kadife perdeleri yavaşça açtı. Üzerini giyinirken, her gelişinde Münevver’in ince, beyaz bileklerine bir burma bilezik takan adam geldi aklına, keyiflendi, güldü. “Hey gidi babalık, hey,” dedi. Bir gece karının koynunda ölüp kalacak bu adamcağız, diye düşünürdü o zamanlar. Neyse ki ölmedi ihtiyar; ama parasız pulsuz kalana kadar da karının kapısında it oldu. Münevver, “Aslanım,” diye seslendikçe kükrerdi zavallıcık. Karının kıvrak belinde, oynak kalçalarında kendini yitirip, şahlanarak çıktığı öyle zamanlarda, Dilber, “Yine bekleriz babalık,” derdi adama sonra da tüm dişlerini göstererek sırıtırdı. Öyle marifetleri vardı ki Münevver’in, bir gelen bir daha bırakamıyor, varını yoğunu önüne seriyor, kulu kölesi oluyordu. “Eee, hocası kim, olacak o kadar,” diye mırıldandı Dilber. Tek kaşını kaldırdı, “Sayemde yedi tepeli şehrin en namlı orospusu oldu işte,” deyip kendi payını hesaba katmayı da unutmadı. Üst kattan gelen karyola gıcırtısı sustuğunda bir iç çekti. “Bir vakitler benim olduğum gibi,” derken odanın kapısını yavaşça kapattı, çıktı. Ayın on beşiydi ve evin önündeki kuyruğa bakılırsa yorucu bir gün olacaktı.
Rivayet odur ki Âdem ile Havva yeryüzüne düştüklerinde evvela bir kuyuda bulmuşlar kendilerini; kuyu gece kadar karanlık, iğne deliği kadar dar, âlemin etrafını yedi kez dolaşacak kadar uzunmuş. Düştükleri karanlıkta önce yollarını, sonra birbirlerini, en sonunda da kendilerini kaybetmişler. Günler gecelere, denizler gökyüzüne, siyahla beyaz birbirine karışmış. Karanlığın içinde gördükleri her yüzde birbirlerini aramış, duydukları her seste birbirlerini işitmişler. Gördükleri her yüze bir isim, duydukları her sese bir mânâ yüklemişler. Bazen kavuştuklarını zannedip o yalana kanmışlar. Bazen de karşılaştıklarından memnun kalmayıp birbirlerini yeniden aramaya koyulmuşlar. O gün bugündür Âdemoğlu ile Havva kızı, kaybettikleri cenneti ve bulamadıkları aşkı yeryüzünde arayıp durmuşlar. Bulabilenler, “aşk olsun,” demiş, karanlığı aklayıp paklamışlar. Geriye kalanlar, yani hikâyesi ilk gecenin sonunda yazılanlar ise göğüs kafeslerindeki boşluğu önce kederle, o yetmeyince öfkeyle, en sonunda da başkalarıyla doldurmuşlar. Aşkın, cennetten kuyuya uzanan ipi de işte o zaman kopmuş. Nihayetinde Âdem ile Havva olmayı unutup Adam ile Kadın olmuşlar. O gün bugündür de o karanlıktan çıktıklarını gören olmamış.
Dilber, o karanlığa düştüğünde daha on beşinde bile değildi. Babası, şimdilerde erkeklerin sıra beklediği o kapıda bıraktı kızının elini, aldığı parayı üç kez sayarak rengi siyahtan griye solan ceketinin iç cebine koydu. Dilber, başını pencereden uzatıp, sokağın başındaki demir kapıdan çıkana kadar, babasının dönüp arkasına bakmasını bekledi. Ama o gün ve daha sonra birçok defa gördü ki kapıdan çıktıktan sonra kimse dönüp geriye bakmıyordu. O zamanlar kanatları çıt diye kırılmaya müsait narin bir kelebek gibiydi Dilber ve bu zayıflığı elbette esfel-i safilin insan da görmüştü. Zira hükmedebileceği her şeyin kokusunu alabilen vahşi bir hayvan hassasiyeti vardı insanda, ta içinde, hiç bilmediği bir yerde. Zürafa Sokak on dört numaralı evde, ürkekliğinden sebep evvela Güvercin diye seslendiler ona. Ürkek olanı sever âdemoğlu, kapısında kuyruklar oldu yıllarca. Odasına giren adamlar, her seferinde isminin bir harfini ve tüm mânâsını alıp yanlarında götürdüler. En nihayetinde gideceği yer, tutacağı el, sesleneceği isim olmadığını kabullendi bir gün, sonrasında da kendi cennetini yaratmanın yolunu geleni memnun etmekte buldu. Böylece Güvercin gitti, yerine adamları kapısında köle eden Dilber geldi. Bedeninin her kıvrımını hakkını vererek kullanan, müşterisini kendisi seçen, istemediğini koynuna almayan Dilber, az değil, yirmi yıla yakın, o çöplüğün içinde kendi sarayını yarattı. Cilvesiyle değdiği her yeri yaktı, işvesiyle dokunduğu her teni kor olup eritti. Diğer kadınlar pencerelerden yarı bellerine kadar sarkıp müşteri çağırırken, Dilber, “Canım çekmedi seni,” deyip kapısından adam yollardı. Başından geçenleri de öyle ağlamalı sızlamalı anlatmazdı. “Uçkurunu tutamayan bir babadan, üzerine süt kokusu sinmemiş bir anadan çıkan ne olur, anca benim gibi orospu olur,” derdi. Kendini de, olduğu yeri de, olacağını da her haliyle kabul etti. Ama bir gece, mevsim kış, hava yüreğinden daha soğukken, yatağına bir ateş düşüverdi. O gece, o adamı görünce hiç olmasın dediği oldu, göğüs boşluğundaki şey ondan habersiz, hızlıca atmaya başladı. Dilber o sesi gümbür gümbür duydu. Zemheride güneşe, çölde bir damla suya kavuşur gibi tutunmasaydı adama; kara gözlerine meftun olup ilk kez Dilber değil de, kendi olarak girmeseydi adamın koynuna veyahut o melun hastalık kadınlığından girip bedeninin her bir zerresine sirayet etmeseydi, o izbede cenneti düşlemeye devam edebilirdi. Ama olmadı.
Asıl adı Zehra, kırık kanatlı kelebek, ürkek güvercin, namı dilden dile dolaşan ve cümle erkek cinsinin rüyalarını süsleyen Dilber, tedavülden kaldırıldı, köşesine çekildi. On dört numaralı evin giriş katında, müessesenin eski orospusu, yeni kayıt sorumlusu artık. Patrona hesabı veren de, vergi zamanı ödemeleri yapan da, yeni gelene yol yordam öğretip vakti dolanı gönderen de, kızların kıllarını tüylerini alıp ak pak eden de o. Ağzı bozuk, kimseye eyvallahı olmayan, kilo almaya başlamış, memeleri dizlerine kadar sarkmış bir geçkin kadın. Haftada üç gündüz, üç gece vardiyaya kalır. Geriye kalan bir gün, sabahın şafağından akşamın karanlığına kadar izne çıkar. İlk iş vapurla karşıya geçer. Denizin tuzlu kokusu saçlarına değdikçe, rüzgârı yüzünde gezindikçe gözleri aydınlanır, bakışı tazelenir. Simitten bir ısırık, çaydan bir yudum alır, “Oh,” der, “Yaşamak güzel be!” Sonra bir parkta oturur, bazen dakikalarca bazen saatlerce oturur. Çocukları seyreder, kadınlara bakar, adamlara yüzünü çevirir. Yedisinden yetmişine tek bir tanesine bile merhameti yoktur. Ne zaman ki aklına önce babası, sonra da onları uğurlarken sessiz kalan annesi gelir, o zaman yeniden Dilber olur. Çantasından, kızların istediği alınacaklar listesini çıkarıp çarşı pazar dolaşır. İç çamaşırdan örgü şişine, cımbızdan ağda bezine, sürmeden yakışıklı film artisti posterlerine, ıvır zıvır, dünya kadar şeyle dolu listeyi eksiksiz tamamlar. Hava kararmaya yüz tutunca yorgun bacaklarını sürüye sürüye Zürafa sokağa geri gelir, on dört numaranın kilidini çevirir.
Biraz sonra vardiyasını bitirip alt katta, en köşedeki odasına girecek. Yarın izin günü, üzerindekileri çıkarıp kendini banyoya atacak. Kırk yıldır yaptığı gibi, kırk tas suyla, kırk çeşit duayla, beyaz teni kırmızıya dönene kadar yıkanacak. Sırları dökülmüş, yarısı çatlak, çerçevesi paslı aynada kendini seyredecek. Zehra olup yalnız kalacak, güvercin olup ürkecek, Dilber olup bacaklarını koca İstanbul’u içine alacak kadar açacak. Banyodan çıkınca, artık üzerinde bir tek kendi kokusu olan yatağına girecek. Bacaklarını ilk kez alışkanlıkla değil de hevesle ve istekle açtığı adamı düşleyecek. Önce esmer tenini, kokusunu, sonra kara gözlerini, yüzündeki sertliği, yumuşaklığı her detayıyla hatırlayacak. Elleri bacak arasına uzanırken, diğerleri gibi üzerine ter kokularını bırakıp dakikalar içinde hırlayarak işini bitirip gitmeyen, bedeninin her bir karesine dokunan, kadife yumuşaklığında seviştiği o ilk ve tek geceyi yeniden yaşayacak. Dudaklarından kısık sesli, uzun soluklu bir inleme çıktığında, adamın adını söylemek isteyecek ama bilmediği ismin yerine hiçbir adı yakıştıramayacak. Adını neden sormadım? Nasıl soracaktım? Bilmemek en iyisiydi, diye geçecek aklından. Zaten adamın onu bir gecelik sevmesi, en azından Dilber o gece öyle hissetmişti, ona bir ömür yetecek. Göğüs boşluğundaki şey yavaşça atmaya devam ederken aklının kuytusundan çocukluğunda duyduğu bir hikâye çıkacak. Âlemin ilk gecesinde yazılan son hikâyenin başını hatırlamasa da sonu hep aklında kalacak.
Onları son gördüğümde, Âdem ile Havva’nın düştüğü kuyudaydılar. İşin aslı, hiç sönmeyecek bir yangındaydılar. Evvelde tanışmış olsalar da ahirde yabancıydılar. Âdem’in sol kaburgası eksik, Havva’nın göğüs kafesi boştu. İkisinin de birbirini aramaya mecali yoktu. Aramadılar da. Sessiz kaldılar. Gözlerini kapattılar. Hiç uyanmayacakları bir rüyaya, iki suç ortağı olarak yattılar. Rüyada ikisi de cennet bahçesindeydi. Ulu ağacın gölgesinde, durgun ırmağın tam kıyısında yan yana oturdular. Birbirlerine seslenmeye niyetlendiler. Olmadı. Onlar hatırlamaya çalıştıkça adları hepten yok oldu. Havva ayağa kalktı, Âdem peşinden gitti. Attıkları her adım alev, geçtikleri her yer kül oldu. Nice sonra kıpkırmızı bir elmaya uzandılar. İkisi de bir ucundan tutup ısırdılar. Cennetten değilse de dünyadan kovuldular. Yine en başta oldukları yere, birbirlerini arayıp bulamayacakları kuyuya düştüler. Ürkek kıpırtıları, sessiz inlemeleri, içten içe haykırışları bana kalırsa cümle âlemi uyandırmalıydı. Uyandırmadı. Devran kapandı. Sonsuza dek mutsuz yaşadılar.
Dilber, hikâyenin sonunda yine sinirlenecek. Havva yasak elmaya heves etti diye her gün avucuna para sayan adamları günahsız, kadınların cümle varlığını kusur kabul eden herkese okkalı küfürler savuracak. Memlekette vesikalı, sigortalı, kayıtlı orospuya ihtiyaç olsun, bu da bir tek kadının günahı olsun. He, canına tükürdüklerim, he, diye söylenip duracak. Sonra Münevver’in odasındaki karyola yeniden gıcırdamaya başlayacak. Dilber, Âdem’le Havva’nın hikâyesini bu günah çukurunda andığı için tövbe üstüne tövbe edecek. Yarın ilk iş Eyüp Sultan’a uğramalı, diye niyetlenip huzurla uyuyacak.
Nuray Elçin
Çok beğendim Nuray, çok etkileyici bir hikâye ve anlatı. Tebrik ederim🌸🤍
Çok teşekkür ederim Gayecim 🌸☺️
Nefis olmuş kalemine sağlık bir kadın, bir başka kadını bu kadar güzel anlatamaz.
Dilek Hanım çok teşekkür ederim 💙
Hikayeye de anlatıma da bayıldım.
Canım Esra çok teşekkür ederim 🌸☺️
Tebrik ediyorum Nuray hocam yine kalemini konuşturmuşsun severek takip ediyorum😘😘😘💗💗
Hikayesiyle, kurgusuyla ve imgeleriyle kalbe dokunan, ezelden bugüne uğrayıp ileriye giden bir öykü. Tebrik ederim🌱
Çok teşekkür ederim Ebru Hanım 💙
Güler öğretmenim çok teşekkür ederim 💙
Çok etkileyici bir hikaye. Tebrik ederim.
Çok teşekkür ederim 😇🙏🌸
Muhteşem güzel, çok cesur bir anlatım , tebrik ederim sevgili yazarım Nuray 👏👏👏👏
Çok teşekkür ederim Çemen 🙂
hikayenin içeriğinden ziyade muhtevayı arz edişinizdeki uslup tam bir Dilber edasında;
Kendinden emin, ne istediğin bilen, pervasız, nahif çelik bilyenin saten kasede ayık şuura kızıl rüya düşüren cinsten. Tebrikler.
Kıymetli düşünceleriniz için çok teşekkür ederim 🙏
Yine çok güzel anlatım Nuray hocam herzaman sizin öykülerinizi okumak bana ayrı bir zevk veriyor defalarca okudum ama yeni yorum yapıyorum tebrik ederim
Çok teşekkür ederim 🙏
Çok güzel bir öykü, yüreğinize sağlık hocam👏
Çok teşekkür ederim Serpil Hanım 😇
“Dilber, o karanlığa düştüğünde daha on beşinde bile değildi. Babası, şimdilerde erkeklerin sıra beklediği o kapıda bıraktı kızının elini, aldığı parayı üç kez sayarak rengi siyahtan griye solan ceketinin iç cebine koydu.” Böyle korkunç, iğrenç şeyleri yazmak geçer akçe haline geldi. Bundan medet uman kişileri edebiyatçı sayamıyorum.
tek kelime ile bayıldım…nuray sen bir harikasın…çarpıcı bir dil…insanı sarsıyor….