Hastane odasında başlıyor Hüseyin Kıyar’ın “Bir Şeyim Yok Anne, Ben İyiyim” adlı romanı. Herkes kadar, herkes gibi hayatın içinde var olmaya çalışan ancak var olamayan içe dönük, naif, zararsız, sıradan bir karakter Mahmut. Kendi başına yaşayan, hayatının işten eve evden işe aktığı, babasının ölümünden sonra annesiyle yaşamaya başlayan biri. Mahmut emekli olduktan sonra annesinin aniden ortaya çıkan hastalığıyla baş etmek durumunda kalıyor.
Çocuğun anne babanın hayatındaki yeri ve çocuğun gözünden anne babaların davranışları, yapıp ettikleri yeteri kadar işlenmiş konular olsa da, her bireyin hayatının parmak izi kadar farklı oluşundan olsa gerek, potansiyeli tükenmeyecek konular bunlar. Önceden hiçbir kitabını okumadığımız bir yazarı okumaya romanı ile başlıyorsak genelde ilk otuz sayfa diline, duygularına ve bizi sürüklemek istediği atmosfere alışmaya çalışıyoruz. Tıpkı birinin evine ilk defa gittiğimizde herkesin evinde olan koltuk, sehpa, sandalye, resim gibi objeleri nasıl yerleştirdiğini anlamaya ve o kişiyi yakından tanımaya çalışmak gibi. Yazarın oluşturduğu dil, duyguları okuyucuya iletmek için kullandığı yöntemler, oluşturmayı seçtiği karakterler adeta evine misafirliğe gitmek gibi bir his bırakıyor.

Yaşamın henüz başındayken elimizde çok fazla olasılık mevcuttur, zaman geçtikçe olasılıkların bazıları gerek imkânlar gerekse bizim seçimlerimiz sonucunda kaybolur, nadiren de olsa yeni olasılıklar doğar. Yaşam, olasılıkların azalması ve kaybolması sonucunda ortaya çıkan bir resim gibi yavaş yavaş, seçimlerle oluşuyor. Sözgelimi ağaçlar ve patikalar çizmeyi seçiyorsak artık bir manzara, orman resmi oluşturmaya başlıyoruzdur ve portre veya bambaşka yüzlerde olasılığı çizmekten uzaklaştığımız anlamına geliyordur. İnsan olarak çoğu zaman her ne kadar kendi seçimlerimizle yaşamımızı oluştursak da ya da böyle olduğuna inansak da ortaya çıkan resimden çoğunlukla hoşnut olmayız. Yaşamın başındaki coşku zamanla azalır, suçlayış ve kabulleniş ağır basmaya başlar bazen de memnun olmuş gibi yaparız. Mahmut karakteri de aynı şekilde olasılıkların kıyısında bir yaşam sürüyor. Her şey olabilecekken, hiçbir şey olamayışının sonuçlarına katlandığı bir yaşam. Romanın başlarında umursamaz, özgür, kimseye hesap vermek zorunda olmayan bir hayat inşa etmeye çalışırken yaptığı seçimlerle kendini en sonunda annesi ile yaşayan, sürekli geçmişi düşünen annesinin ve arkadaşlarının hayatında ara sıra dahil olduğu sohbetlerde genellikle ne dediği önemsenmeyen, anlaşılmayan bir karakter olarak var oluyor. Annesinin öğleden sonra ev oturmasına gelen arkadaşına kahve yaptıktan sonra onların konuşmalarına dahil olarak kendi ve yaşamı hakkında yaptığı itiraflar esnasında görüyoruz var olma çabasını. Annesi ile kurdukları diyaloglar daha çok monolog olarak ilerliyor. Mahmut’a sorulan sorular, Mahmut’un zihninden geçenler ve verdiği cevaplar annesinin beklediği veya anlayabileceği türden değil. Ancak tüm bunlara rağmen metinde annesi ve Mahmut üzerinden çatışma inşa edilmiyor. Çatışma Mahmut ve yaşam, şu an veya geçmiş arasında karakterin zihninde gerçekleşiyor:
“Hiçbir duygu yok, diye düşündü Mahmut, anlık konforundan başka hiçbir şey önemli değil onun için. Korkularını bastırsın, içi rahat olsun, yeter. Bu kadarı fazla artık, yeter! Bir kabak gibi oydu içimi, bir patlıcan gibi, dolmalık biber gibi. Beyaz, pamuk, ince ipe dizdi, ayaklarını kanepeye basıp kıvrak bir hareketle pencerenin demirine ulaştı, bağladı. Güneşin altında kuruttu beni, sonra biraz kıyma ve pirinç ile, bolca da kendine acıma, korku, keder, suçluluk duygusu ile tatsız tuzsuz iyilikle doldurdu, afiyetle yedi.” (s.151)
Roman, bu gibi iç çatışmaların çok iyi bir şekilde ortaya dökülüşü için uygun bir tür, yazar da bunu çok iyi kotarıyor. Mahmut iş hayatına atıldığı, hayatının daha başlarındayken seçeneklerinin daha fazla oluşu, gençliği ve istediği şekilde bir yaşam inşa edebilmenin verdiği özgürlük ve güvene sahip iken, daha sonraları istediği hayatı inşa edememenin ya da istediğini tam olarak bilmemesinin sonucu annesi ile yaşamaya başladıktan sonra geçmişinde yüzleştiği bazı çocukluk anılarının da etkisiyle dönüşüyor. Diğer kardeşlerinin kendinden uzak ve evli olmaları, babasının artık hayatta olmaması onu annesine daha da yaklaştırmışken hastalığın ortaya çıkışı ile hayatında büyük bir boşluk ve hüzün oluşmaya başlıyor. İnsanın en büyük çaresizliklerinden biri yazar tarafından başarılı bir şekilde ortaya konuyor; yaşamda anlam krizi:
“Bir hızar çalışıyordu Mahmut’un içinde, asırlık ağaçlar devriliyor, kütükler kesilip acı bir suyun yavaşça aktığı bir nehre atılıyorlardı. Daha fazla dayanamadı, odanın kapısını aralık bırakarak odasına gitti, kendini yatağın üzerine bıraktı.” (s.182)
Kitap geçmişle şu an arasında geçiyor; gelecekten hiç bahsedilmemesi geleceğe dair planların olmaması hakkında önemli bir gösterge. Akıp giden koca bir hayat, yavaşça zihinden silinen hatıralar… Zaman azaldıkça, hatıralar da eriyor. Geçmiş şimdinin içine sızıyor. Elimizde genişleyen bir şimdi kalıyor.
“Yaşamak için yaşanır mı?”
Mahmut annesi ile birlikte belgesel izlerken, belgeselde hayvanların yiyecek için kilometrelerce yürümeleri, uçmaları ve verdikleri mücadele karşısında “Yaşamak için yaşanır mı?” sorusuyla yüzleşiyor. Bazen çok büyük bir şey olmadan insan aniden çok ciddi bir yüzleşme yaşar kendi yaşamına dair bir parçayla. Hayvanların yaşamında kendi yaşamıyla ortak bir yön buluyor Mahmut: anlamsızlık. Özne olarak Mahmut kendini ölülerden ayırmak için hikâye anlatmaya ihtiyaç duyuyor. Kendine bir gelecek inşa edemeyen, gelecek göremeyen karakter geçmişi düşünüyor. Geleceğe dair bir hikâye, hayal, tasavvur oluşturmadığı için sık sık geçmişe başvuruyor. Annesinin Alzheimer hastası olması nedeniyle hastanede yatması düşüncelerinin daha da derinleşmesine neden oluyor. Ortaya çıkan roman yalnızlık, çok yakın insanların birbirlerinin iç dünyalarına bir türlü dahil olamamaları, birbirini anlamadan senelerce aynı evde bir yaşam sürmenin Mahmut karakterinin iç dünyasında oluşturduğu etkiler, ailelerin ve geçmişin çocukların yetişkinlik hayatındaki kaçınılmaz etkileri, seçimlerimiz sonucu ortaya çıkan yaşamı sindirememe gibi duygu durumlarını oldukça detaylı ve gerçekçi aktarabiliyor.
Herkes gibi yaşamayı beceremeyen insanlar vardır, bir tür rahatsızlık vardır onlarda; diğer insanlardan, genel geçer beğenilerden, eğlence ve yaşam şekillerinden uzak dururlar ve sanki isteseler de yaşama katılamazlar. Çoğunluğun arzu duyduğu, elde etmek uğruna türlü kurnazlıklar yaptığı ev, araba gibi her türlü modern yaşam nesnesine karşı kayıtsızdırlar. Çoğunluğun isteklerine uygun olarak işleyen kuralları olan dünyanın dışında kalırlar ne kadar çabalasalar da. Dış dünyanın yaralayıcı, yıkıcı ve dönüştürücü etkilerinden korunabilecekleri tek yer olan evlerine, kendi iç dünyalarına döndüklerinde bir nebze huzur bulurlar. Mahmut da o karakterlerden biri. Hırslardan uzak, naif, sessizce yaşayan… Annelerin hayatındaysa bir şey olmaz, onlar gençliklerini, güzelliklerini evlerine, eşlerine ve çocuklarına bölüştürmüşlerdir. Kendilerine bir şey isteyemezler. İsterlerse utanırlar, vicdan azabı duyarlar. Yaşlandıklarında ise gündelik olayları anlatacakları birkaç arkadaşları olur, onlara anlattıkları hikayelerde de bir şey olmaz, sonları yoktur.
Yaşamımızın sonuna geldiğimizde seçeneklerin azalması, yapmak istediğimiz ve yapamadığımız şeylerin çoğalması, tıpkı ağzımızda acı bir tat kalması gibi bir his bırakır. Bu acı his olabilecek olanların yaşanmamış olmasından kaynaklanır. Yaşanmamış büyük bir aşk, yazılmamış bir roman, kurulmamış cümleler, alınamamış sevgi, çatlayana kadar koşmak, dinlenmemek, dinlememek… Hayatın karşısında yenik düşer insan, her şey olabilecekken hiçbir şey olamayışının yasını tutmaya bile zamanı kalmamıştır. En acısı da başkalarını da dahil eder bu yasa ve suçlar. En iyisi bedel ödemeyi, suçluluğu ve yüzleşmeyi tüm yaşama ve zamana yaymaktır. Bir nebze olsun kolaylaştırır insanın yaşama her defasında yenik düşüşünü.
Nur Öztürk