Everest Yayınları’nın editörlüğünü yaparken, 2002 yılı olmalı, bir gün yayınevinin patronu editör odamıza girip, yekten sordu: “Osman Bey, Cengiz Aytmatov’u ister misiniz kataloğunuza?”
Nasıl demeye kalmadan, yüzündeki istihzalı gülümsemeden Faruk Bey’in (Bayrak) şaka yapmadığını, ciddi konuştuğunu anladım. “Tabii ki,” dedim ve ekledim: “Tabii de, nasıl?”
“Öyleyse hazırlığınızı yapın, öğleden sonra kendisi yayınevinde olacak.”
Şaşkınlıktan Adnan’la birbirimize bakmaktan başka bir şey yapamadık, duygumuzu ifade edecek tek kelime edemedik. Sadece hemen yan odadaki Murat’a (Uyurkulak) haber vermeyi akıl edebildim.
Hazırlık olarak boş bir kâğıda, Aytmatov’un hemen hepsini okuduğum kitaplarını alt alta sıraladığımı ve daha sonra eksik kalmış mıdır diye internetten araştırdığımı hatırlıyorum.
Yayınevi o zaman Çatalçeşme Sokak’ta, bir apartmanın birinci katında, üç oda bir salon bir daireydi. Öğleden sonra oldu ve biz, kalabalık bir heyet halinde patronun odasında toplandık: Adnan Özer, o dönemde Alfa Kitap’ın editörlüğünü yürüten Murat Uyurkulak, tanıtım ve halkla ilişkileri yürüten Barış (Behramoğlu) ve misafirlerimiz.
Yanında, sanırım Kırgızca olarak çevirmenliğini yapan bir öğretim üyesi vardı; mihmandarlığını da şimdi ne yazık ki ismini hatırlamadığım o kişi yürütüyordu. Toplantı başlamadan beş-on dakika önce Murat’ın heyecanla edebiyat öğretmeni olan babasını arayıp, “Baba, baba, birazdan büroya kim gelecek biliyor musun; tahmin edemezsin, Cengiz Aytmatov,” dediğini hatırlıyorum.
Çok beklemedik; Al Yazmalım Selvi Boylum’un, Cemile’nin, Beyaz Gemi’nin, Toprak Ana’nın, Kopar Zincirlerini Gül Sarı’nın efsanevi yazarı karşımızdaydı. (Fakat biraz donuk yüzlü müydü ne; biz heyecanla ve kimimiz sarsa sarsa elini sıktığımız halde yüzünde bir tik oynamıyor, dudakları gülümseyiversin diye azıcık oynamıyordu!)

Tanışma faslının ardından biz mihmandarı ve tercümanı vasıtasıyla sırayla hislerimizi döküyorduk. Tabii ki Sayın Aytmatov’un romanlarını eksiksiz biliyorduk, tabii ki Al Yazmalım Selvi Boylum filminin tutkunu olmuştuk, tabii ki baş rollerini Kadir İnanır, Türkan Şoray ve Ahmet Mekin’in oynadığı filmin düsturu “Sevgi emektir”i değişik vesilelerle defalarca telaffuz etmiştik. (Filmin gösteriminden sonraki yıllarda bu cümle üzerinden çokça tartışma yapılmış ve hatta reklam telif davası açılmıştı; senarist Ali Özgentürk bu cümlenin kitabın orijinalinde olmadığı, kendisinin eklediği iddiasıyla noktayı koymuştu.)
Cengiz Aytmatov yüzündeki donuk ifadeyi yumuşatmamaya ve gülmemeye devam ediyordu, ama ne zaman tercümanı kendisine bir şeyler fısıldasa başını onaylarcasına sallamaktan da geri kalmıyordu. Bizim editörler olarak talebimiz tabii ki Aytmatov kitaplarını “Bütün Eserleri” olarak yayınlamaktı ve o ânda kendisi bir sözleşme yapılmasını kabul ediyorsa bunun da ek bir maddeyle belirtilmesini istemiştik. Büyük yazarın baş işaretlerinden çıkardığımız kadarıyla, buna da itiraz yoktu.
Yağdan kıl çeker gibi bir yayıncı/yazar görüşmesiydi. Bir saati ancak bulan ve ağırlıkla tek taraflı bir diyaloğa benzeyen görüşmenin son aşamasına gelindiğinde, evet, tüm eserlerinin basılması için onay almıştık Aytmatov’dan. Bunun üzerine, içerideki odada sözleşme hazırlanırken bizim topluluk konu dışı bir sohbete yöneldi, ama ne yaptık ne ettiysek yazarı kendimize çekemedik. Kırgız steplerinden başında don kalpağıyla gelmişti sanki mübarek.

Fotoğrafta görüldüğü üzere, Cengiz Aytmatov sözleşmeyi son defa kontrol ettirdikten ve sözleşmede yazılı 1.000 Amerikan Doları’nı o odada peşin olarak tahsil ettikten sonra, tamamlayıcı imzasını atmadan önce bir kez daha mihmandarına doğru eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı.
Bizim kalbimiz hopluyordu, acaba son dakikada vaz mı geçecek diye ve deyiş yerindeyse mihmandarının ağzına bakıyorduk. Fazla beklememiz gerekmedi:
“Biliyorsunuz, kendisi şu dönemde Kırgızistan’ın Brüksel büyükelçisi. Ve İstanbul’dan oraya gitmesi gerekiyor?”
Kendimi tutamamışım: “İlaveten uçak bileti mi istiyor?”
Mihmandarı beyefendi “hı hı” deyip sorumu doğrularken, dünyaca ünlü yazarımızın mihmandarının kolunu dürtüp “Business” diye fısıldadığını da görüp duymamazlık edemedik.
Yine de biz çok memnunduk. Biz odadan el sıkışarak ayrıldık, az sonra patron da yazarı kapıdan uğurladı. Tamamdı, yüzümüze gülmesindi, azıcık esnaf gibi davranmış olsundu, hem yeteneğini bütün dünyaya kabul ettirmişti, azıcık şımarıklık helali hoş olsundu ve sağlıcakla büyükelçilik görevine dönsündü!
Hemen kitaplarının kopyalarını edinip editör odamıza dizdik. Ne zaman, nasıl bir tanıtımla yayınlarız diye konuşmaya başladık. Hatta Mithat’a (Çınar) haber salıp, tüm eserleri için toplu bir kapak modeli düşünmeye başlamasını istedik. Biraz da gururla Cağaloğlu’na duyurmaya başlamış olmalıyız, ki herhalde takvimi geriye sardıran bu olmuştu.
Büyük görüşmenin üstünden bir hafta on gün geçmişti ki, yayınevine resmi pullu bir ihtarname geldi: Ötüken Yayınları resmi bir yazıyla Cengiz Aytmatov’un tüm eserlerinin yayın haklarının kendilerinde olduğunu, geçerli sözleşmelerinin devam ettiğini, buna aykırı bir adım atılmamasını bildiriyordu!
Tamam, kabul; Fransız şair Aragon’un “dünyanın en güzel aşk hikâyesi” diye nitelediği Cemile’nin yazarı olarak yeşil banknotları cebe indirmişsin, üstüne bir de business uçak bileti aldırmışsın yok yere, ama bak, cömert bir ağabeyimizmişsin, Taşkent Fil Festivali’ne gittiklerinde tüm film ekibini evine davet edip kımız ikram etmişsin, yetmemiş hepsini Tien-Şan Dağları’nda kurdurduğun otağında ağırlamışsın, bari seni dünya gözüyle gördüğümüz şu kısacık bir saat içerisinde devamlı somurtmaktan vazgeçip az bi yüzümüze gülseydin!
Osman Akınhay